Türkiye medyasının en büyük grubu olan Doğan Medya Grubu’nun iktidara yakınlığıyla bilinen Demirören grubuna satılması, başta Hürriyet, Kanal D ve CNN Türk olmak üzere ana akımda etkili yayınların yeni rotasının ne olacağı sorusunu da tartışma gündemine getirdi.
TIKLAYIN - Doğan Medya Grubu satıldı!
Milliyet gazetesinde 15 yıl yazarlık yapan T24 yazarı Hasan Cemal, Everest Yayınları’ndan çıkan 'Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor’ isimli otobiyografisinde, Demirören Grubu’na geçen Doğan Grubu yayınlarını nasıl bir akıbet beklediği konusunda ipuçları veren önemli tanıklıklar ve anlatımlara da yer vermişti.
Demirören: Böyle yazılar istemiyorum!
Hasan Cemal, Milliyet'in Demirören grubuna geçişinden sonraki rota değişikliğini ve ‘patron’ diye hitap ettiği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ‘ağlayana kadar azarlandığını’ söylediği Erdoğan Demirören'in gazete üzerindeki etkisini şöyle anlatmıştı:
Bodrum, 9 Ağustos 2012
Can Dündar aradı Ankara’dan:
“Erdoğan Demirören (Milliyet’in yeni patronu) aradı. Bir yazı var Erdoğan’ı eleştiren, adını vermeden 28 Şubat kafası diye. ‘Böyle yazılar istemiyorum,’ dedi; ‘sen benim iş riskimin ne olduğunu biliyor musun? Her şeyim onların (Ankara’dakilerin) iki dudağının arasında,’ diye ekledi.”
Biraz sonra bu kez Tayfun’dan telefon, (Tayfun Devecioğlu, Milliyet genel yayın yönetmeni):
“Şişhane’de işler karışık! (Demirören Holding’in İstanbul’daki merkezi). Bu sabah patronun, Erdoğan Demirören’in yanındaydım. Başbakan, Demirören’e bir dosya vermiş. İçinde senin, Can’ın yazıları olan ‘sakıncalı yazılar’ dosyası...Ve sormuş Tayyip Erdoğan, ‘Bu gazetenin sahibi sen misin, yoksa hâlâ Aydın Doğan mı?’ diye... Aman abi, bugünkü yazın çok sert, biraz hafiflet, çok baskı var üstümde…”
Canım sıkıldı, yazımın bazı “köşeli” yerlerini rötuşlarken…
***
Bodrum, 10 Ağustos 2012
Can Dündar aradı bu kez İstanbul’dan. Tayfun’la konuşmuşlar, o da, “Lütfen gitme, ayrılırsak hep birlikte ayrılırız,” demiş... Bu arada Can: “Abi, Tayyip Erdoğan’ın bu adamın esas derdi seninle... Patrona verdiği dosyada en çok senin yazın varmış…”
TIKLAYIN - Doğan ve Koç ailelerinden Berat Albayrak'a; Hasan Cemal otobiyografisinden medya hikâyeleri
Demirören'den Tahir Özyurtseven'e: Çalışanların listesini MİT'e göndersek...
2013 yılı Haziran ayı
Milliyet ve Vatan’ın patronu Erdoğan Demirören bir gün Milliyet gazetesinin iki numarası Tahir Özyurtseven’e sorar:
Şu bizim çalışanların bir listesini MİT’e göndersek de, aramızda sakıncalı var mı, yok mu öğrensek…
Bir ara medya adam olmadan demokrasi adam olmaz adını taşıyan ayrı bir kitap yazmaya niyetlenmiştim, sonra vazgeçtim. Çünkü basın, medya konusunda çok yazdım. Başta, 2005’te çıkan Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim olmak üzere neredeyse bütün kitaplarımda medya ve gazeteciler vardır. Ayrıca, yarım yüzyıllık geçmişi olan köşe yazılarımda medya ve siyaseti, medya ve politikacıyı, medya ve güç odaklarını konu alan, genellikle eleştirel nitelik taşıyan çok yazım bulunabilir. Yarın medya ve gazetecilik konusunu araştıracak olanların, benim yazı ve kitaplarında epeyce işe yarar malzeme bulacaklarını sanıyorum.
Gazetecilik mesleğinde 48 yıllık günah ve sevaplarımı özetlemeye çalışırken, iki yazımı kitabıma almak istiyorum. Biri, 13 Aralık 1992’de Sabah gazetesinde çıkan Devlet, Gazeteci ve Gerçek başlığını taşıyan yazım, diğeri T24’te çıkan Aydın Doğan’a Açık Mektup başlıklı, 28 Şubat 2017 tarihli yazım.
Bu iki yazı bir bakıma gazeteciliğe bakışımı özetliyor.
***
Sabah, 13 Aralık 1992
Devlet, Gazeteci ve Gerçek…
Devletten yana gazeteci…
Devlete karşı gazeteci…
Gazetecinin devletten yana olanı, devlete karşı olanı yoktur.
Gazeteci, gazetecidir!
Bizim mesleğin el kitabında gazeteciyle ilgili bu tür tanımlara rastlanmaz. Sadece gerçekten yanadır gazeteci! Devlete yardımcı olmak, devlete karşı olmak, devleti yönetmek gibi merakların peşinde olmaz gazeteci, eğer gerçekten gazeteciyse.
Devleti yönetenler, devlet ve siyaset adamlarıyla bürokratlardır. Devlete yardımcı olan kişi ve kuruluşlar da vardır. Bunlar da saygıdeğer mesleklerdir.
Bir gazeteci de merak duyabilir bu işlere. Yapmak istiyorsa da meslek değiştirir, gazeteci kimliğini bırakır, devlet yöneticiliğine soyunur o zaman. Veya gazeteciliği bırakır, militan olur.
Şurası iyi bilinmeli:
Devletten bağımsız bir meslektir gazetecilik!
Gerçeğin peşindedir gazeteci. Gerçeği araştırır, gerçeği yakalayıp kamuoyuna yansıtmaya çalışır.
Kuşkusuz gerçek, gazetecinin tekelinde değildir. Devletin de siyasal iktidarın da tekelinde değildir.
Herkes yanılabilir. Yanılabilineceğinin bilincinde olmalıdır. Çünkü kimse bilmez bütün yanıtları.
Ama şunun farkındadır gazeteci: Halk gerçeklerden haberdar olduğu ölçüde, tercihlerini daha isabetli yapar, daha yerinde kararlar verir. Kamuoyu doğru bilgilendirildiği ölçüde, denetim görevini daha etkili biçimde yerine getirir.
Böylece, demokrasinin çarkları daha iyi döner. Devlet yönetiminde hukukun kuralları gitgide kökleşir. Siyaset sahnesiyle devlet yönetiminde kötünün iyiyi kovması daha kolaylaşır.
Gazetecinin kötü huyları vardır. Vazgeçmez onlardan. Çünkü mesleğin ayrılmaz parçasıdır bu huylar.
Örneğin, kapalı kapılar ardında neyin olup neyin bittiğini öğ- renmezse çatlar. Kendisine söylenenle yetinmek gibi bir alışkanlığı yoktur. Kendisine söylenmeyeni, kafaların arkasındakileri sergilemeye dönük ihtirasını bir türlü gemleyemez.
Ama bu kötü huyları başına da bela olur. Demokraside gazetecinin gerçek merakı kendisini devletle, iktidar ve güç sahipleriyle karşı karşıya getirir. Bu durum bazen iyice keskinleşir. Özellikle savaş ve terörle mücadele gibi konularda iki tarafın anlaşmazlığı daha büyür.
Çünkü savaşlarda ilk kurban, kayıp ya da eski deyişle zayiat gerçeğin kendisidir. Böyle dönemlerde psikolojik savaş ön plana geçer. Savaşan tarafların verdiği bilgilerin gerçeği ne kadar yansıttığı bilinmez. İki taraf da kayıplarını en az, kazançlarını en abartılı biçimde duyurmak ister.
O yüzden savaş gazeteciliği çok çetindir. Savaş koşullarında gerçeği yakalamak, yakaladıktan sonra da yansıtmak çok güçtür.
Vietnam Savaşı bu açıdan ilginç bir örnek sayılabilir. Bu savaşta 45 gazeteci ölmüş, 18’i de kaybolmuştur. Bu savaşın ABD tarafından kazanılamaz bir savaş olduğunu ilk yazanlar, Amerikalı meslektaşlarımız olmuştur. Bu açıdan Mai Lai Katliamı gibi gerçekleri 522 yakalayıp kamuoyuna yansıttıkları için de Amerikan yönetimleri tarafından düşmanla işbirliği içinde olmaya kadar varan suçlamalara göğüs germişlerdir.
Amerikan yönetimlerinin savaşla ilgili gerçekleri kamuoyundan nasıl sakladıkları da yine Amerikan basınında gün ışığına çıkmıştır. The Washington Post ve The New York Times’ın ele geçirdikleri Pentagon belgelerinin yayımını durdurmak için ulusal güvenlik gerekçesi ortaya atılmıştır. Ama fayda etmemiştir.
Savaş ve gazetecilik konusunda klasikleşen bir örnekten daha söz edilebilir. İngiltere ve Arjantin arasındaki Falkland Savaşı’nda BBC’nin yayınları, Londra’daki muhafazakâr iktidarı çıldırtmıştır. Çünkü BBC, savaş devam ederken, düşmanın görüşlerini de yansıtmaktan geri kalmamıştır.
Savaş gibi terörle mücadelenin yoğunlaştığı dönemlerde de iktidarla basın karşı karşıya gelir. Basının devlete yardımcı olması istenir. Basın ise gerçekleri en iyi biçimde yansıtmanın doğru olacağını savunur genellikle.
Bu konuda, Washington Post’un sahibi Katharine Graham’ın görüşleri ilginçtir: “Basın olarak terörist faaliyetlere ayırdığımız yeri sınırlamaya çağrılıyoruz. Ancak ben, terörist faaliyetlerle ilgili bilgi akışı üzerindeki her türlü kısıtlamaya karşıyım. Terörizmin basın tarafından mümkün olduğunca kapsamlı biçimde yansıtılmasından yanayım.
Bazı politikacılar, teröristlerin mesajlarına halkın inanacağından korkuyorlar. Bu nedenle basını da susturmaya çalışıyorlar. Oysa terörist bir saldırı eninde sonunda kendi kendini yenilgiye uğratan bir zemine sahiptir. Teröristler ne zaman saldırsalar, bir yerde kendilerini vururlar. Çünkü teröristler, kin ve şiddeti taşıyorlar.
Kısacası basın, haberleri toplayarak ve yapabildiği ölçüde gerçekleri en iyi biçimde yansıtarak demokrasinin çıkarlarına en iyi biçimde hizmet eder.”
Bayan Graham, demokrasi kültürünü yansıtan bu konuşmasını 1985’te Londra’da düzenlenen “terör ve basın” konulu bir konferansta yapmıştır.
Bütün bunları neden yazıyoruz? Çünkü ülkemizde terör var. Çünkü ülkemizin bir köşesi ilan edilmemiş üstü örtülü bir savaşın koşullarında yaşıyor. O yüzden de basının, gazetecinin işi zor. Bunun birçok örneği yaşanıyor. Faili meçhul cinayetlere kurban giden meslektaşlarımızın sayısı büyük artış kaydetti son yıllarda.
Son bir örnek de, Mehmet Ali Birand’ın “32. Gün” programında yaşandı. PKK lideri Apo’nun kardeşi Osman Öcalan’la bir mülakat yayınladığı için Başbakan Demirel’in eleştirisine hedef oldu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Güreş suç duyurusunda bulundu. DGM’de soruşturma açtı.
Çıkar yol değil bunlar.
Kuşkusuz biliyoruz. Yalnız gazetecinin değil, devletin de işi kolay değil. Terörle mücadele ederken yaşamını yitirenler, hepimizin ortak acısıdır.
***
T24, 28 Şubat 2017
Aydın Doğan’a açık mektup
Aydın Bey;
Mektubuma başlarken özellikle not etmek istiyorum. Erdoğan, televizyon ekranlarında, “Bedelini ödeyecekler!” diye bağırırken, Sedat Ergin Hürriyet’teki odasını topluyordu.
Bu benim içime dokundu.
O iç sızıntısını iyi bilirim.
Bir an, Milliyet’teki 15 yıllık işimin nasıl noktalandığını anımsadım. Erdoğan meydanlarda “Batsın senin bu gazeteciliğin!” diye bağırmış, gazete patronunu azarlayarak ağlatmış, benim köşe de kapanmıştı.
Biliyorum, bir genel yayın yönetmeni ilk defa işini kaybetmiyor. Ayrıca çoktan beri biliniyordu. Doğan Medya Grubu Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ’ın Saray’la elektronik haberleşmelerinde bunun ipuçları vardı. Yalnız Sedat Ergin değil, Hürriyet’in Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek de gidecekti. Bugün ikisi de oldu.
Aydın Bey;
Bu örneklerin bir ilk olmadığı malum. Yakın geçmişi şöyle bir hatırlayın.
Genel yayın yönetmenlerinin atanmasında, köşe yazarlarının belirlenmesinde son söz genellikle Erdoğan’ın oldu. Bunun gibi, bazı yönetici ve yazarların işine de Erdoğan’dan gelen sinyallerle son verildi. Böyle kararlar gündeme geldiğinde, Erdoğan’ın yeşil ışığı arandı. Saray’dan, “Arkadaşımızdır o,” ya da “Biz de onunla Hürriyet’i okuruz,” diye onaylayıcı mesajlar gelince, daha rahat harekete geçildi.
Medya mahfillerinde bu gerçekler biliniyor.
Aydın Bey;
Bu iktidar sizi günahı kadar sevmiyor. Baştan beri öyle. Teslim de olsanız, bir padişaha biat eder gibi boyun da eğseniz, değişen bir şey olmayacak. Gazetenizi, yayınlarınızı ne kadar Saray’ın buyruklarıyla uyumlu hale getirirseniz getirin, Tayyip Erdoğan sizden daha fazlasını talep etmeye devam edecektir. Siz de biliyorsunuz, bu açıdan bugüne kadar yaşadıklarınızda o kadar çok örnek var ki.
Bunlara bakınca, belki anahtarları Saray’a teslim etseniz bile değişen bir şey olmayacak, Erdoğan yine üstünüze gelmeyi sürdürecek.
Bir başka deyişle:
“Ben ettim, sen etme!” deseniz ve yayınlarınızı tek adam rejiminin propaganda bülteni haline de getirseniz, emin olun, Erdoğan için bu yeterli olmayacaktır. Yakın bir mesai arkadaşının Tayyip Erdoğan için yıllar önce bana söylediği bir sözü hatırlıyorum:
“Bizim patron kavgada yumruk saymayı bilmez. Rakibini yere düşürse bile yumruk atmaya devam eder.”
Aydın Bey;
Bu konuları sizinle son iki yıl öncesine kadar zaman zaman konuşmuş, tartışmıştık. Ben ne zaman demokrasilerde medya-iktidar, gazeteci-iktidar, gazeteci-medya patronu ilişkilerini gündeme getirsem, pek belli etmezdiniz ama sinirlenirdiniz.
Medya patronunun medya dışında işleri varsa, bununla kendi medya işlerinin arasına bir duvar çekmesi gerektiğini söylerdim. Bu duvar çekilemezse, gün gelir iktidar, medya patronunun üstüne abanmaya başlar, derdim. Medya patronu, iktidarla al-ver ilişkileri çerçevesinde kendini bir kere kullandırmaya başladı mı, bunun sonunun gelmeyeceğini, medya bağımsızlığının usul usul elden gideceğinin altını çizerdim.
Yönetici olsun, yazar olsun “medya eliti”nin yalnız iktidarlara değil, medya patronlarına karşı da gazeteciliğin ahlak ve ilkelerini savunmaları gerektiğini vurgulardım.
Aydın Bey;
Siz de benim bu görüşlerimi her seferinde, alaycı bir dille, “Hasan Cemal’in romantik görüşleri” diye niteler geçerdiniz.
Bu ender sohbetlerimizde belirttiğim bir başka noktayı da şöyle özetleyebilirim:
Erdoğan iktidarına teslimiyetin sonu yok; doğru olan biat etmek değil, gerçek gazetecilik yapmaktır; Saray’ın hoşlanmadığı haberleri de vermektir; Saray’a itiraz da etmektir; çünkü ne kadar gerilerseniz gerileyin, daha fazlası istenecektir sizden.
Biliyorum, bunların hiçbiri olmadı.
Benim romantik görüşlerim kabul görmedi. Ben de hayal kırıklıklarımı yaşamaya devam ettim.
Aydın Bey;
Bugün geldiğimiz noktaya bakın.
Hürriyet, Karargâh Rahatsız diye bir haber yaptığı için neredeyse çarmıha çekiliyor. Darbenin hasını yapmakta olanlar, sizi “darbe- 525 cilik”le suçluyor, “Bedelini ödeyeceksiniz” diyerek televizyonlardan kükrüyor ve “evet kampanyaları”nda sizi kullanmaya kalkıyorlar.
Aydın Bey;
Neredeyse kırk yıldır tanışıyoruz. 1980’lerin başıydı. Milliyet gazetesini yeni satın almıştınız, ben de Cumhuriyet’in yeni genel yayın müdürüydüm. Büyükada’da verdiğiniz bir davete Nadir Nadi ile birlikte gelmiştim.
Yıllar ne çabuk geçiyor. Bütün bu yıllar içinde neler yaşandı, neler gördük. Doğrular yanlışlar, sevaplar günahlar eksik olmadı yürüdüğümüz yollarda…
Bugün siz 80, ben 73 yaşındayım. Epeyce eski bir hukukumuz var. Biliyorum, üzülüyorsunuz. Şunu yazın bir kenara: Erdoğan iktidarının gazeteciliğe de, Türkiye’ye de hayrı dokunmaz!