Yalancının trajedisi, doğru söylediğinde de inandırıcı olamamasıdır.
Malum; niyet edilmiş yalanlarda organize işler en çok medyada inşa edilir. Türkiye'de basın tarihi, niyet edilmiş yalanların hikâyesi olarak da pek çok şey anlatır.
Ve insanların duymak istedikleri yalanlara inanmasının da acı bir tarihi vardır ki, bu da insanlığın trajedisidir.
Sonuç, "yalan dünya"dır, tarihten güncelliğe süregelen bir yalan dünya...
Gerçeğe sadakati taahhüt eden bir meslekten, gazetecilikten bahsederken "yalan"a mim koymak zorunda kalmak... Bunu da gazeteciliğin trajedisi sayalım mı!
Peki gazetecilik böylesine bir tarihle de malulken; temel hakların, hukukun, özgürlüğün; velhasıl demokratik düzenlerin önde gelen teminatlarından biri hâline nasıl gelebildi?
Soru, medyanın makûs tarihi içinde bağımsız ve özgür gazeteciliğin de -kurum veya kişi düzeyinde- daima temsil edilmesinde yanıtını buluyor.
Hasan Cemal'in hayatını anlattığı 666 sayfalık son kitabını okurken, gazetecilik üzerine düşünmeden yapabilir misiniz?
1969'da Devrim'de başladığı gazetecilik hayatında Yeni Ortam, Günaydın, Anka Ajansı'nın ardından 1973'te Cumhuriyet'e giren, daha sonra Sabah ve Milliyet'e geçen ve Mart 2013'ten itibaren T24'te yazan Hasan Cemal'in 13. kitabı, otobiyografisi oldu: Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor...
74 yıllık hayatının yaklaşık 50 yılı gazetecilikle geçen Hasan Cemal'in otobiyografisini, -doğal olarak- gazetecilik üzerine uzun okumalar, medya dünyasında önemli tanıklıklar eşliğinde takip ediyorsunuz.
Gazeteciliğin, bir "kamuoyu" işi olarak tartışmaya daima açık bir meslek olması doğal. Sahnede alkış da var, taşlanmak da...
Hasan Cemal; sayfa sekreterliğinden muhabirliğe, editörlükten Ankara temsilciliğine, genel yayın yönetmenliğinden yazarlığa her kademesinde mesai yaptığı gazeteciliğin peşinde ömür tükettiği yarım yüz yılda o sahneyi her boyutta yaşadı.
İnsanlar, zaaflarıyla da yönetilir.
Neyle eleştirilirse eleştirilsin; dünden bugüne gazeteciliğin en ciddi sorunları arasında bulunan medya elitleri gibi "zaaflarıyla yönetilen" bir gazeteci olmadı Hasan Cemal. En başta kendisinin hesaplaştığı hatalarının, "inandığı doğrunun peşinde" gitmekten öte bir gerekçesi olmadı.
Neyi savunursanız savunun, insana bakışta en sağlam merceğin "çıkarsızlık" olduğunu da öğretiyor hayat. Hasan Cemal, sözüm ona fikir ekerek ikbal biçmenin peşine düşmedi. Ve her türlü iktidara müptela yanaşmalar gibi emre amade bir gazeteciliğe talip olmadı, iş takibi yapmadı.
Kendi kullandığı ifadeyle "Türkiye'de ve dünyada ayak basmadık yer bırakmayan" 74 yaşında bir gazeteciden, söz ediyorum.
Mazi, o maziyle hesaplaşma cesareti gösterenler için geleceği tarif edebilir. Hasan Cemal, bu topraklarda pek tanık olamadığımız bir tavırla kalemini kendisine de doğrultarak geçmişiyle hesaplaşabildi. Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım'da bunu bütün bir kitap boyunca yaptı. Diğer kitaplarında da -misal Türkiye'nin Asker Sorunu- yeri geldiğinde sürdürdüğü bu tavrı otobiyografisinde de esirgemiyor Hasan Cemal.
"Cemal Paşa'nın torunu, enteresan!"
"Cemal Paşa’nın torunu, Cumhuriyet’in genel yayın müdürü! Enteresan...”
Nadir Nadi; Milli Mücadele'ye katılmak üzere Ankara'ya geçerek Anadolu'da Yeni Gün gazetesini çıkaran babası Yunus Nadi'nin, Atatürk'ün isteğiyle İstanbul'a dönüp 7 Mayıs 1924'te yayına soktuğu Cumhuriyet'in genel yayın yönetmenliğini Hasan Cemal'e teslim ederken söyler bunu.
Hasan Cemal, ulusal gazetelerin en kıdemlisi olan Cumhuriyet'in başına geldiğinde 36 yaşındadır. İstanbul'da sayfa sekreterliği, muhabirlik ve editörlüğün ardından Cumhuriyet Ankara Temsilciliği'ni üstleneli iki yıl olmuştur. Ankara'dan 12 Eylül günlüklerinden oluşan ilk iki kitabının notlarıyla döner Ankara'ya: Tank Sesiyle Uyanmak veDemokrasi Korkusu...
Kitaptan alıntılara geçmeden önce kişisel bir not, bir "Hasan Abi" notu...
Gazetecilikle tanışmam; Mülkiye'yi bitirdiğim hafta tesadüf tanrısının bir dizi sürpriziyle kendimi Cumhuriyet Ankara Bürosu'nun kapısında bulduğumda olmuştu. Daha bir gün öncesine kadar aklımda olmayan gazeteciliğe stajyer olarak ilk adımı attığım Cumhuriyet'te Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal'di.
Hasan Cemal'in yönettiği Cumhuriyet'te gazeteciliğe başlamış biri olarak Hasan Cemal'le T24'te yan yana olmak... "Gazeteciliğin en büyük armağanlarından biri nedir" derseniz, yanıtım bu olurdu.
Geçmişe doğru birleşen noktalar gösteriyor ki, Hasan Cemal kadar doğurgan bir yöneticisi pek olamadı medya tarihimizin. O noktalardan çıkan diğer Hasan Cemal notlarına gelince... Otobiyografisinde editoryal bağımsızlık vurgusu yaptığı bölümlerden aldığım birkaç tanıklığı aşağıda paylaşıyorum, buyrun...
"Sen galiba yayın yönetmenliğini değil gazeteyi istiyorsun!"
- Cumhuriyet’ten yıllar sonra köşe yazarı olarak çalıştığım bir büyük gazetemizde, Milliyet’te genel yayın yönetmenliği teklifi almıştım. Ciddi bir teklifti, ben de ciddiye almıştım öneriyi.
Gazetenin patron katından olan biriyle, -Aydın Doğan’ın bilgisi dahilinde- birkaç kez görüşmüştük. Genel yayın yönetmeni olmak için genel yayın yönetmeni olma yıllarımın çoktan geride kaldığını belirtmiş, kendisiyle ilkeler sohbeti yapmıştım. Ve sonunda birkaç buluşmadan sonra bir gün alaycı titreşimlerle yüklü şu yanıtı almıştım:
“Aydın Bey’le de konuştum. Hasan Cemal, sen galiba genel yayın yönetmenliğini değil, gazeteyi istiyorsun.”
"Koç, Nejat Eczacıbaşı ve Sabancı’ya dokunma"
- Cumhuriyet’ten yeni ayrılmış, Dinç Bilgin’in Sabah gazetesinde köşe yazarı olmaya hazırlanıyordum. Divan Oteli’ndeki akşam yemeğinde, genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu’nun bana şöyle dediğini anımsıyorum:
“Sabah’da Dinç Bey producer (yapımcı), ben director’ım (yönetmen). Gazetede her şeyi yaz. Ama Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı ve Sakıp Sabancı’ya lütfen dokunma...”
Sevgili Zafer’e, gazeteci olarak benim defterimde böyle istisnalar olmadığını söyleyebilirdim. Ama nedense sesim çıkmamıştı. Herhalde bu unutkanlığım kendi açımdan bir ödün sayılabilirdi.
Hasan Cemal'den Koç grubuna: Niye gazete çıkarmak istiyorsunuz?
- 1980’li yılların sonları. Cumhuriyet’te genel yayın yönetmeniyim. Kıbrıslı Türk işadamı Asil Nadir’in Başbakan Özal’ın desteği ve teşvikiyle Türkiye piyasasına girdiği, basına da büyük paralar yatırdığı bir dönem. Koç Holding’in tepe yöneticilerinden Can Kıraç beni Divan’da yemeğe davet etti. Daveti Rahmi Koç adına yaptığını, ancak kendisinin ani bir iş seyahati dolayısıyla bize katılamadığını söyledi.
Yemeğin nedenine gelince:
“Basına girmek, gazete çıkarmak istiyoruz. Ne dersin?”
Kendisine sordum:
“Niye gazete çıkarmak istiyorsunuz?”
Biraz şaşırdı, ne demek istediğimi sordu. Şöyle açıklamaya çalıştım:
“Çok iyi fabrikalarınız, şirketleriniz var. Şimdi bir de çok iyi bir gazete sahibi mi olmak istiyorsunuz? Yani başarılarınızı, basın alanında da sürdürmeyi mi amaçlıyorsunuz? Yoksa niyetiniz başka mı?”
Şöyle devam ettim:
“Niyetiniz iyi bir gazete sahibi olmak mı? Yoksa Ankara’da, siyaset kurumu nezdinde nüfuz ve gücünüzü mü artırmak? Örneğin, yaklaşmakta olan Asil Nadir rekabetine karşı Ankara’da kendinizi korumaya almak için mi gazete çıkarmak istiyorsunuz?”
Bir başka deyişle:
Gazete araç mı, amaç mı?
“Bir gün lazım olur!” zihniyetiyle mi çıkacaktı Koç grubunun gazetesi?
Sohbetin seyrinden gazetenin “araç” yanının ağır bastığını anlamıştım. Sanıyorum, Vehbi Koç’un “Bütün gazeteler bizim,” diye özetlenebilecek klasik itirazıyla Koç grubu gazete çıkartmaktan vazgeçmişti.
Can Kıraç’la sohbetimizde bir noktayı daha anlatmaya çalışmıştım. Bir banka sahibi, kendi bankasında istediği gibi at oynatabilir miydi? Bu sorunun yanıtı tek kelimeyle hayır’dı. Böyle yapmaya kalkışsa, suç işlemiş olurdu. Çünkü, Bankalar Kanunu vardı. Bankanın sahibi de olsa, bu kanunun hükümlerine uymak zorundaydı.
Peki ya bizim meslek? Gazeteciliğin de ilkeleri, yazılı yazısız kuralları yok muydu? Gazeteyi alan, patron oldum diye at koşturabilir miydi? Ne yazık ki evet.
"Berat Albayrak'tan Sabah Yayın Yönetmenliği teklifi"
- “Erdoğan medyası”ndan söz ederken, araya kendimle ilgili birkaç not düşmek isterim.
Sabah gazetesinden iki kez genel yayın yönetmenliği teklifi aldım. İkisi de 2009 yılında geldi.
İlki, 2009’un Mayıs ayında, ikincisi Kasım ayında. İlkini, Ahmet Çalık adına iki gazeteci arkadaşım Fehmi Koru’yla Ali Bayramoğlu getirmişti. İkinci teklifi, Berat ve Serhat Albayrak kardeşler doğrudan yapmışlar, aracılık görevi de Hasan Bülent Kahraman’a düşmüştü.
Albayrak kardeşlerle New York’ta, Union Square’deki bir deniz ürünleri restoranında uzun bir öğle yemeği yemiştik. Berat Albayrak’a sormuştum:
“Kayınpederiniz Türkiye’nin başbakanı. Bu kadar yakınsınız. Sabah’ta kendisini rahatsız edecek yorum ve haberler çıkarsa, tepkisi ne olur?”
Kısa yanıt şöyle gelmişti:
“Siyasetçileri siz daha iyi bilirsiniz.”
İstanbul’da bir görüşme daha yapalım, yanıtınızı da o zaman verin dediler. Niyetli değildim, çünkü Sabah ancak Erdoğan’ın gazetesi olabilirdi ve ben de böyle bir gazetede yayın yönetmeni olamazdım. Ancak yine de İstanbul’da bazı gazeteci arkadaşlarımla konuyu görüştükten sonra, Albayrak kardeşlerle ikinci yemeği yemeden, 1 Aralık 2009’da yolladığım bir mail’le kendilerine teşekkür ettim.
Demirören: Sen benim iş riskimi biliyor musun, her şeyim onların iki dudağı arasında
- Can Dündar aradı Ankara’dan:
“Erdoğan Demirören (Milliyet’in yeni patronu) aradı. Bir yazı var Erdoğan’ı eleştiren, adını vermeden 28 Şubat kafası diye. ‘Böyle yazılar istemiyorum,' dedi; ‘sen benim iş riskimin ne olduğunu biliyor musun? Her şeyim onların (Ankara’dakilerin) iki dudağının arasında,’ diye ekledi.”
Biraz sonra bu kez Tayfun’dan telefon, (Tayfun Devecioğlu, Milliyet genel yayın yönetmeni):
“Şişhane’de işler karışık! (Demirören Holding’in İstanbul’daki merkezi). Bu sabah patronun, Erdoğan Demirören’in yanındaydım. Başbakan, Demirören’e bir dosya vermiş. İçinde senin, Can’ın yazıları olan ‘sakıncalı yazılar’ dosyası... Ve sormuş Tayyip Erdoğan, ‘Bu gazetenin sahibi sen misin, yoksa hâlâ Aydın Doğan mı?’ diye... Aman abi, bugünkü yazın çok sert, biraz hafiflet, çok baskı var üstümde...”
Canım sıkıldı, yazımın bazı “köşeli” yerlerini rötuşlarken...
"Millyet çalışanlarının listesini MİT'e göndersek!"
- 2013 yılı Haziran ayı
Milliyet ve Vatan’ın patronu Erdoğan Demirören bir gün Milli- yet gazetesinin iki numarası Tahir Özyurtseven’e sorar:
Şu bizim çalışanların bir listesini MİT’e göndersek de, aramızda sakıncalı var mı, yok mu öğrensek...
"Gözümün gördüğüne..."
Hasan Cemal'in otobiyografisinde medyaya ilişkin olarak paylaşılan onlarca tanıklık ve gözlemden bazıları böyle.
Hasan Cemal, Mayıs 2003'te Bağdat'ta savaşı izlerken tuttuğu otomobilin sürücüsü hem Türkçe, Hem Kürtçe bir şarkı çalar:
"Gözümün gördüğüne yüreğim inanmadı!.."
Medyamızın hâli de o misal.
Hasan Cemal biyografisi, gazeteci milletine çok şey anlatıyor...