Evet o, Tuğrul Eryılmaz'ın dediği gibi, Prusyalı bir prensti. Kılıcını ve mülkünü terk etmiş hınzır biri. Geniş ve derin düşünürdü. Neredeyse bir tam limonu sıkarak içtiği çayın iyi demlenmediğini söyleyiverirdi... Tam birileri dünyayı kurtarmak üzereyken dudaklarında sigarasıyla lafa çomak sokar, işi bozar, yeni tartışmaların kapılarını açardı.
Çoktunuz. Baharlar, aşklar, darbeler, hüzünler, kavuşmalar yaşadınız birlikte. İş güç sahibi oldunuz. O anayasa hocası oldu... Çoluğa çocuğa kavuştunuz. Ama coşkuyla uyandığınız gençliğinizin sabahları hiç terk etmedi sizi.
Ankara'nın artık meydansız, kışını ve bütün mevsimlerini yitirmiş... o puslu gününde Yavuz Sabuncu'nun cenazesinde buluşuyorsunuz. Onun ve onunla birlikte yaşanmış onca yılın anıları sessiz sedasız sokuluyor aranıza. Başar Sabuncu, durup durup, "benim kardeşim ölecek kadar büyüdü mü" diye soruyor. Belki de oradaki herkes birbirinin yakasındaki onun gülümseyen yüzüne bakıp ölüme hiç yakışmadığını düşünüyor olmalı. Ölüme hiç yakışmayan başka arkadaşlarınız gibi.
"Ve sen / boynunu öperken / beni sarhoş bir okyanusla titreten hayat / sevgilim olur musun..."
Ondandır ölümlere alışamamışlığınız...
Ana karnına sığınırcasına sanki anılara sığınıyorsunuz. Kimi zaman hep birlikte yaşadığınız o evde gitgide bir tören haline dönüşen uyku öncelerini düşünüyorsun... Işıklar sönerdi. Sessizliğin içinde sigaralar yakılırdı. Ateş böcekleri gibi korlar yanıp sönerdi karanlığın içinde. Derken içinizden biri şiir okurdu. Sonra yine sessizlik. Ve uykunun solukları kaplardı ortalığı.
"ben savaşarak / bulanık saçlarından tutup / kibirli güzelliğini çıkartıyorum ortaya / dünya anlatılmaz bir inatla dönüyor / ve yüzüm / suya davranıyor koşaraktan."
Ölüm kötü bir şaka, bir aksilik... Ama kimileri ölüme rağmen silinemez bir şeyler bırakıyor hayata. (Enis RIZA - Birgün gazetesi 21/02/2007)