Kültür-Sanat

Elif Şafak: Kendimi beğenmediğim için yazıyorum

Elif Şafak, daha basılmadan 165 bin sipariş alan yeni kitabı "İskender"i anlattı. Şafak, medyadan

28 Temmuz 2011 03:00
T24 - Elif Şafak, daha basılmadan 165 bin sipariş alan yeni kitabı "İskender"i anlattı. Şafak, medyadan gündeme, edebiyattan aşka geniş bir yelpazede sorulara yanıt verdi.



Şafak'ın, Medyatava'dan Batur İlhan'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Sizlere biraz içimi dökmek isterim. Bu Temmuz sıcağında zaten herkesin dileği de böyle bir hâldir zannederim (!). Yaklaşık 15 yıldır medya sektöründeyim. Ve aşağı yukarı bu kadar zamandır da röportajlar yapıyorum. Eksik olmayınız ki çok da okunuyor, yazdıklarımız çizdiklerimiz. Lâkin maharet bizde midir yoksa söyleştiğimiz öznelerin sorularımıza verdiği cevaplarda mı? Dilerseniz deli deyin ama bu soru çıkmaz hiç aklımdan. Sözü nereye taşıyacağım, sabredin hele...

Karşımda şimdi, -bize göre- Türk edebiyatının en mahir perisi Elif Şafak var. Kalbim hızla atıyor. Güm! Güm! Güm! Neden dersiniz? Şafak, çok güzel bir kadın olduğundan mı? Elinde -hatalı soru sorarsam- bana doğrultulmuş dolu bir silah olduğundan mı? Veyahut da onunla bu röportajı yaptığım için bana iPad hediye edeceğinden mi?

Hayır, hayır ve hayır! Elbette hiçbiri için değil. Karşımda hem kelimenin hem de mananın gerçek karşılığıyla, bir yazar-bir kurgucu olduğundan.Kendisini, Kuzey Kutbu’ndan, Güney Kutbu’na bütün dünya tanıyor olmasına karşın (ve de rağmen) bana, ilk roman-denemesi kıytırık bir yayınevince basılmış taptaze bir yazar yürek-çarpıntısı, heyecanı ve öz-saygısıyla geldiği için! Yazma nedenini: “Kendimi beğenmediğim; yazıya müptela, harflere de körkütük âşık olduğum için” diye açıkladığı için!

Kusura bakmayınız, Elif Şafak'ı biyografisel olarak anma beyhude çabam olmayacak. Yerine, bu tevazu sahibi kalemin, medyayla başlayan, şahsi tercihlerine sapan, son romanı İSKENDER'i (Doğan Kitap) soruşturan ve en nihayet de kulaçladığı edebiyat denizine yönlenen röportajla sizleri baş başa bırakacağım. Kolay gele hepimize...

***


'Birbirimizi dinlemezsek, hasar topluca olur'

Bugün oldukça belirgin bir kamplaşma içinde bulunan Türk medyası, sizce kamuoyu bilgilendirme işlevini ne kadar layığıyla yerine getiriyor?

Medyadaki kamplaşma, kutuplaşma beni kaygılandırıyor. Kavgacı, hırçın üsluplardan kendimce uzak duruyor, polemikten ve husumetten beslenen habercilik anlayışını tasvip etmiyorum. Biz uzlaşmayı, diyalogu unutursak, birbirimizi dinlemez olursak bundan hepimiz zarar görürüz. Hasar topluca olur...

Bir gazete köşe yazarı olarak ZAMAN'dan HABERTURK'e geçişiniz sizce ne kadar hayırlı oldu? Sözgelimi hitap ettiğiniz okur kitlesi değişti mi?

ZAMAN'ın ve HABERTURK’ün okurları farklı. Dolayısıyla hitap ettiğim okur kesiminde bir nebze değişiklik oldu, elbette. Ama şu da var, benim okurlarım zaten o kadar farklı kesimlerden ve görüşlerden geliyor ki. Bir imza günüme bakmak bile yeter bunu anlamak için: Türbanlısı da başı açığı da, solcusu da muhafazakârı da var, Kemalist’i de, liberali de, tasavvufa gönül vereni, feministi de var; keza Alevi'si, Kürt'ü, Türk'ü, Sünni'si…. Ben bu çoğulluğu önemsiyorum. Buna kıymet veriyorum. Yazı dünyamın kapıları herkese açık. İnsan ayrımı yapmıyorum...

HABERTURK'teki yazılarınıza geridönüşler nasıl?

Okurlardan sürekli e-mailler, mektuplar alıyorum. İmza günlerimde, festival ve etkinliklerde gelip uzun uzun anlatıyorlar. Benimle sağ olsunlar sadece fikirlerini değil, bir de hayat hikâyelerini, hatta aile sırlarını paylaşıyorlar. O fikir, enerji ve duygu alışverişi benim için çok kıymetli.
 

Hürriyet - Cumartesi muhabiri Yasemin Candemir'e verdiğiniz röportajda, kaleminizin çift cinsiyetliliğini anlatmışsınız. Bu herma afrodite halin tarifi nedir?

Kalemin çift cinsiyetli olması demek, roman yazarken kendini hem erkek karakterin hem kadın karakterin yerine koyabilmek, onunla hemhal olabilmek demek. Bu zor bir şey aslında. “Öteki” olmak, onun gibi hissetmek, düşünmek, dünyaya bir de onun penceresinden bakabilmek...

Size göre bugün, Türkiye'nin en büyük sorunu nedir?

Türkiye’nin pek çok sorunu var. Önemli, ertelenemez meseleler. Bu kadar çabuk kutuplaşabilmemizden üzüntü duyuyorum. Birbirimizi tam anlamadan, dinlemeden o kadar kolay yaftalıyoruz ki! Demokrasi ve barış içinde ve uzlaşmayla tüm sorunlarımızı çözebiliriz ancak, kaba kuvvetle ya da hırçınlıkla değil.

Kadına yönelik şiddetin vahametini görmemiz lâzım. Bu son derece önemli, temel ve ivedilikle ele alınması gereken bir mesele. Artık bu konunun çözümünü ertelemek gibi bir lüksümüz kalmadı. Yasaların değişmesi, yasalardaki boşlukların giderilmesi, polisin tutumunun çok daha duyarlı olması... Hep beraber bu konuda daha bilinçli ve kararlı olmamız gerekiyor. Kadına yönelik şiddet uzakta bir yerde, az gelişmiş köşelerde az sayıda insana ait bir mesele değil. Bu hepimizin ortak meselesi, ancak ortak vicdan ve ortak duyarlılıkla çözülebilir...

Kadına yönelik şiddet bugün Türkiye'de, kadına yönelik cinayet halini aldı. Kadın, 21. yüzyılda ne kadar hak ettiği rolde sizce?

Gerek kadına yönelik şiddet gerekse ataerkil kültür, gayet evrensel meseleler. Tabii ki bize özgü değiller. Ama şu da bir gerçek ki, bu sorunla samimiyetle, kararlılıkla uğraşan, duyarlı davranan memleketler ile bunu yapmayanlar arasında bir seviye farkı var ve bu fark giderek açılıyor. Yani kadınlarına insanca muamele edemeyen toplumlar her düzeyde bunun acısını çekiyorlar.

Siz çokuluslu bir kadın-yazarsınız. Türkiye'de yazar olmakla, dışarıda yazar olmak arasında ne gibi farklar var?

Bir Türk yazar olmanın Batı’da ciddi zorlukları var. Bir anlamda çok yalnızsınız aslında. Senelerce didinmek, emek vermek gerekiyor edebiyat dünyasında bir arpa boyu yol gidebilmek için. Hiçbir başarı emeksiz gelmiyor. Orada yazarlar biraz daha rahat çünkü çok fazla didiklenmiyorlar, bizde olduğu gibi. Öte yandan bizde öyle güzel bir edebiyat okuru var ki, o da apayrı. Türkiye’deki kadın okurların bende çok özel bir yeri var. Ben hep onlardan ilham, enerji ve feyiz alıyorum.

Bugün sahip olduğunuz şöhret, size ne düşündürüyor? En baştan böyle bir konum hedeflemiş miydiniz?

Ben bir kitabın ortasındayken “şöhret, başarı, kariyer” filan bunları düşünmüyorum ki! Roman yazarken zaten burada değilim, bir hayal ülkesindeyim. Mümkün olduğunca da orada kalıyorum ki zihnim başka tartışmalarla, kaygılarla, hırslarla kirlenmesin. Kendimi beğendiğim için değil, kalıplarımı aşmak istediğim için, yani kendimi beğenmediğim için yazıyorum. Ve en önemlisi de sevdiğim için yazıyorum, yazıya müptela, harflere körkütük âşık olduğum için...


'Aşkı birbirimize yasak edişimiz neden?'

İskender'i yazmaya nasıl karar verdiniz ve kitabı yazarken sizi ne motive etti?

Uzun zamandır bir aile romanı yazmayı düşünüyor, düşlüyordum. Anne-oğul, kız kardeş-ağabey, baba-oğul ya da iki erkek kardeş arasındaki hem sevgi ve şefkat, hem zorluklar ve yanlış anlamalarla dolu bağlara yakından bakmalıydım. En yakınımızdaki insanlar ile aramızdaki o camdan duvarları anlatmak istedim. En sevdiklerimizi nasıl bu kadar kırabildiğimizi anlamak da. Belki biraz geçmişimin de etkisi var, ben, çocukluğumdan beri aile kurumunu hem merak, hem gıptayla izlerim, uzaktan, anlamaya çalışarak. İskender'i geçen sene yazmaya başladım. 1,5 sene sürdü bitirmesi...

Yeni romanınızda okuru; bir ailenin, Toprak Ailesi'nin yaşamlarına yakından tanık ediyorsunuz. Bir Kürt köyünde yaşanan hayal kırıklıklarına ve umutlarına konuk oluyor takipçileriniz. Dünyevi olduğu kadar ilahi de olan "AŞK"tan (Doğan Kitap) sonra, sosyolojik sayılabilecek "İSKENDER"i doğurmanızın öyküsü nedir?

Yola çıkarken aklımda genellikle ufacık bir fikir ya da bir resim olur. Ben bu fikri ya da resmi avucuma alır; sabırla, sebatla, usul usul, minik bir yüzük üzerinde çalışan kuyumcu gibi işlemeye gayret ederim. İskender'de o fikir şuydu: “En derin yaralarımız ailede açılıyor, ailemizde”. Nasıl oluyor da bize en yakın insanlara uzak düşebiliyoruz, nasıl oluyor da en sevdiklerimizi bu kadar incitebiliyoruz? Neden birbirimizin özgürlüklerini kısıtlıyoruz ha bire? Birbirimize aşkı yasak edişimiz neden?

"İSKENDER"de su yüzüne en koyu şekilde çıkan kavram nedir?

Sevginin ve aşkın karmaşık halleri... Bu bence önde duran tema. Bir de sevdiğin halde sevmeyi becerememek... Kitapta muhtar soruyor ya Adem’e: “Âşık olmadan evvel kendine sorman lâzım, benden nasıl bir âşık olur?” diye. Biz bu soruyu hiç sormuyoruz. Kendimize eleştirel gözle bakmıyoruz. Halbuki aşkı yaşama biçimimiz ile karakterlerimiz arasında birebir paralellik var. Mesela kişi hırçın ise, kavgacı ise, hep hakaret ve küfür ediyorsa, onun ilişkileri de öyle olacaktır. Yok eğer kişi yufka kalpli ve kalender meşrep ise onun aşkı daha yumuşak, daha merhametli olacaktır. Kişiliklerimizi yansıtıyoruz yaptığımız her işe.

İnsan, neden en çok sevdiklerini incitir?

En yakınımızdaki insanlar bizim arızalarımızdan, zaaflarımızdan, hamlıklarımızdan daha çok zarar görüyor, hep öyle olmuyor mu?

İncinmek, sizce zayıflık alameti midir?

Yo, hayır. İncinmek zayıflık alameti değildir. Tam tersine, göğüs kafesinde bir kalp taşındığının alametidir.

Peki ya incitmek?

O kadar karmaşık ki. İncine incine incitmeyi öğreniyor 'İskender'... Romanda bu süreci anlattım, çocukluktan gençliğe, gençlikten bugüne değin takip ediyoruz İskender'in serüvenini. Bir yanıyla kırıcı, kaba, hoyrat bir insan ama bir yanıyla onun da camdan bir yüreği var, o da o kadar incinmiş ki, o kadar yalnız ki aslında. Erkeklik, bir kalıp gibi üzerine giydirilmiş. O da baskı altında aslında. O iki yönlü ilişkiyi çözmek zaten bence bu işin anahtarı.

Siz de incinenlerden misiniz?

Ooo, benim yüreğimin her tarafı yara bere... (Gülümsüyor) Roman yazarken de acayip hırpalarım kendimi. Sonra da toparlanmam zaman alır.


'Ayrı telden çalan en az 6 kişiliğim var'

Edebiyat; olmadığın kişiyi, yakından anlama ve de anlatma gücü ya size göre, Elif Şafak'ın içinde uzaktan tanıdığı kaç kişi var?

Benim için edebiyat, otobiyografik bir anlatım değil, yani yazarken kendimden yola çıkmıyorum. Tam tersine, ben esas “Ben” olmamayı seviyorum. O adeta mistik bir aşkınlık arayışı. Ben'den öteye uzanma gayreti. Gündelik hayatta böyle bir lüksümüz yok ya hani, hep kendimiz olmak zorundayız. O yüzden edebiyat bana, özgürlük gibi geliyor. Mekânda ve zamanda hudutsuz yolculuklara çıkabilmek, bir başkası olabilmek. İç dünyama gelince... Orada kaç kişi olduğunun ipuçları “Siyah Süt”'te (Doğan Kitap) saklı. Orada anlatılan 6 kadın var. En az 6 ayrı kişilik var bende. Her biri de ayrı telden çalıyor...

Edebi dilinize hâkim ana unsurun hüzün oluşu tam olarak neyle ilgili? Kişiyi tamamlayan hüzün müdür yaşamda?

Hüzün, oturup da kendi kendimize düşünerek "yaratabileceğimiz" bir şey değil. Herkesin bir mayası var, özellikleri, renkleri var. Ama bence roman sanatının bir mevsimi olsa, bu sonbahar olurdu. Ne öyle yakıcı, parlak yaz güneşi, ne her şeyi beyaza boyayan kış, ne de cıvıl cıvıl ilkbahar. Hikâye anlatma sanatına sonbahar hakim genellikle. Hemingway; Joyce, Proust, V. Woolf, Tanpınar, Doris Lessing, Paul Auster, Milan Kundera, H. E. Adıvar, Sevgi Soysal, Oğuz Atay... Bence hep sonbahar insanlarıdır. Benim edebiyatımda hüzün ve mizah iç içe geçer. Ben o dansı seviyorum. Hüznü mizah ile, mizahı da hüzünle anlatmayı, görünenin içindeki görünmeyen boyutları açmayı seviyorum ben.

Evrende daha çok gözyaşı mı var sizce, neşe mi?

Evrende ne yazık ki çok fazla haksızlık, yalnızlık ve kalp kırıklığı var, ama neşe de güzellik de muhabbet de gani gani. Öyle olmasa yaşayamazdık zaten...

"AŞK" yayımlandığı tarihten bugüne tartışmasız bir fenomen. "İSKENDER" için nasıl bir performans öngörünüz var?

Bu sorunun cevabını bilemem. Böyle bakmıyorum ki kitaplarıma! Ben hikâye anlatmayı seviyorum. Sevdiğim için yazıyorum; aşkla, muhabbetle, tutkuyla... O sevgi okura da geçsin istiyorum. Daha ilk sayfadan, ilk satırdan. Ondan sonra bir romanın esas sahibi, muhatabı, ruhdaşı okurdur zaten, biz yazarlar değil!

2011 Temmuz'un da Türk edebiyatı sizce nasıl bir yolda?

Son 10 sene içinde Türkiye’den çıkan edebiyat ve sanatın çeşitlendiğine tanık olduk. Yeni yayınevleri, yeni yazarlar, yeni şairler ve yeni eleştirmenler çıktı. Bazı yazarların bundan rahatsızlık duyduğunu görüyorum. Ancak daha çok sayıda insanın kitap yazması, daha çok kitap okunması, daha çok kitap basılması, bunlar güzel şeyler. Ben destekliyorum. Çıkan her kitabı beğenmek zorunda değiliz. Ama her yazar kendi okurunu bulur, bırakalım insanlar dilediklerince yazsınlar, hikâyelerini anlatsınlar; böyle elitist bir edayla tepeden bakmak, yargılamak bana doğru gelmiyor.

Türk romancılığı için nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Bizde Osmanlı'nın son dönemlerine uzanan çok zengin ve köklü bir roman geleneği var. Kuşaklar boyunca çok kudretli kalemler çıkmış, içerikte ve üslupta, bu diyarlardan. Ben hep bir vefa duygusu taşıyorum. Bugün görece daha kolay şartlarda yazabiliyorsak bunu bizden önceki romancıların, şairlerin, eleştirmenlerin emeklerine ve varlıklarına da borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Eserlerinizi ilkin İngilizce kaleme alıyor oluşunuzun nedeni nedir?

Ben diller arası yolculuk yapmayı seviyorum. Bu uzun zamandır böyle. İngilizce ve Türkçe yazıyorum. Her iki dilde de didinerek inşa ediyorum romanlarımı. Bu iki kat emek veriyorum, iki kat fazla mesai harcıyorum demek. Düpedüz delilik! Ama ben çocukluğumdan beri böyleyim, bunu dil ile uğraşmayı, alfabeyi, harfleri tutkuyla sevdiğim için yapıyorum...


'Hayat, bir seyrüsefer'

Bugün bulunduğunuz yerden memnun musunuz?

Bence hayat bir seyrüsefer. Biz bu seferde hem yolcuyuz, hem kaptan, hem de miço. Bir şey bildiğini ya da bir şey olduğunu zannetmek yerine, her gün yeni şeyler öğrenmek daha güzel… İnsana, insanlığa, bireye kıymet vererek, en büyük hikâye anlatıcısının “O” olduğunu unutmayarak…

Bitirirken, sizden son bir mesaj istesem bu röportajı okuyanlar için?

Hepsine ayrı ayrı sevgi ve selamlar...