Aslı Tunç*
1980 yılında Allan Bridge’ın başlattığı bir kavramsal sanat projesini (Özür Hattı-Apology Line) daha fazla düşünür oldum son günlerde. Bir telefon hattı ve kimliğini saklı tutan kişiler tarafından telesekretere bırakılan suçluluk itirafları. Bu yarım milyondan fazla kayıt on beş yıl boyunca birikip daha sonraları bir antoloji olarak toplanmıştı. Dinlerken insanı rahatsız edecek kadar samimi, kimi zaman komik, ama çoğu zaman insan ruhunun karmaşıklığını ele veren minik detayları gizleyen binlerce anonim mesaj.
Bu projeyi başlatan sanatçı Bridge’in kıvrandığı kişisel suçluluk duyguları yüzünden bu işe giriştiğini daha sonraları öğrenecektik. Sanat malzemeleri satan dükkânlardan yaptığı ufak hırsızlıklar, ruhunda ağırlık yaratınca yalnız olmadığını hissetmek istemişti anlaşılan. İtiraf kültürünün medyaya sızmasının ilk ayak sesleriydi bu aslında. Bu hat büyükannesinin cenazesinde fazla ağlamadığından ötürü pişmanlıktan, ensest hattâ cinayete kadar giden itirafların kapısını aralamıştı.
Orijinal “Özür Hattı” projesi 1990’ların ortalarında ekrana taşındı, poplaştı, sulandırıldı. Artık itiraf kültürü medya yoluyla bir içini dökme ve ekranlarda kolektif bir terapi halini almıştı. Artık özellikle ABD’de modern kent yaşamının ruhsal gerilimlerini azaltmayı hedefleyen programlar türemişti.
Tabloid talk şovlar birbiri ardına ekranlarda boy gösteriyordu. Ricki Lane, Phil Donahue, Geraldo Rivera, Oprah Winfrey 1990’larda bu televizyon türünün başını çektiler. Günlük yaşamda görmediğimiz ya da ısrarla görmezden geldiğimiz kışkırtıcı temalar, tuhaf ilişkiler, sıra dışı karakterler ekranda arz-ı endam etmeye başladı. Konuklar içlerini dökmeye ve kameraya bakarak itiraf etmeye teşvik ediliyordu. Bu programlarda konular ne kadar şoke edici ve rahatsızlık verici olursa reytingler de o kadar artıyor, sunucu ise zenginliğini ve şöhretini katlıyordu.
Örneğin Geraldo’nun programında neo-Naziler, Ku Klux Klan üyeleri ve Yahudi insan hakları eylemcileri yüz yüze getiriliyordu. Jerry Springer “çöplük televizyonu” (Trash TV) tanımının hakkını verecek şekilde sansasyonel konulara yöneliyordu. Sıradan insanları stüdyoda aslında onu aldatan eşleriyle, fahişelik yapan ya da travesti olan çocuklarıyla yüzleştiriyordu. Bu yüzleşmeler özellikle reyting arttırıcı ve daha önceden planlanmış bir şiddet gösterisi ile süsleniyordu. Sandalyeler havada uçuşuyor, tekmeler savruluyor, stüdyoda fenalaşanlar, biplenen küfürler bu medya sirkinin ayrılmaz parçaları oluyordu. Örneğin 2002 yılında Springer’in programına çıktıktan sonra kocası tarafından öldürülen Nancy Campbell-Panitz’in oğulları Springer’i “cinayete teşvik edici ortam yaratmaktan” dava etmişti.
Amerikan televizyon geleneğini pek çok Avrupa ülkesi de izledi. Buna son yıllarda Türkiye de katıldı. Müge Anlı da bizim yerli Geraldo Rivera’mız olarak yerini almış görünüyor. Gerek Van depreminin ardından yaptığı ayrımcı yorumlarla gerek insan kaçakçına canlı yayın bağlantısında yaptığı iltifatlarla Anlı da başlı başına bir televizyon ikonu. “Müge Anlı ile Tatlı Sert” programı da itiraf kültürünü ekrana taşıyarak literatürde “medya ritüeli” olarak geçen kavrama katkıda bulunuyor.
Anlı, bir maestro edasıyla izleyicileri alkışlatıyor, konukları yargılıyor, hazır bulunan psikolog yardımıyla cinayetleri çözüp toplumsal normları ve ahlaki yapıyı yeniden vurguluyor. Televizyon stüdyosu iç dökmenin ve itirafın yeni platformu oluveriyor. Bu kez katılanlar suçlarını gizli bir şekilde telefona fısıldamıyorlar; tam aksine görünür olma, lanetli bir şöhreti yakalama peşinde itiraf ediyorlar korkunç eylemlerini. Müge Anlı kameralara bakıp “ay fena oldum, ya siz?” diyor, stüdyoda bir alkış kopuyor.