Kültür-Sanat

Ece Temelkuran: Kendimizi bırakmanın âlemi yok, bir ayağa kalkın bakalım

Temelkuran, son romanı 'Devir'i Makbule Cengiz'e anlattı

31 Mart 2015 03:00

Gazeteci Makbule Cengiz, T24 için gazeteci ve yazar Ece Temelkuran ile son romanı "Devir"i konuştu.

Cengiz'le, video kaydı eşliğinde konuşan Temelkuran, Kuğulu Park'tan Gezi'ye uzanan düşüncelerle, "fiil" olarak da altını çizdiği Devir'i anlatıyor.

Makbule Cengiz: Ece Temelkuran... ‘Kelimelerin efendisi’ diye biliyoruz ama son romanıyla karşımızda; Devir. Yaklaşık bir – bir buçuk aydır herkes Devir’i konuşuyor. Kendisi çok az yere konuştu. Neden Devir? Devir’de 12 Eylül anlatılıyor. Peki, neden 12 Eylül’ü mercek altına aldı?

Ece Temelkuran: Kitabın adı çıktı 12 Eylül kitabı diye ama aslında bu bir 12 Eylül kitabı değil! Kitap, Türkiye’nin ruhunu anlatmak için küçük bir gayret, diyebiliriz. Neden 12 Eylül’de geçiyor hikaye? Çünkü bugüne çok benziyor; herkesin birbirini -üç aşağı beş yukarı- öldürmek istediği ve ülkenin yine delilik tarafından yönetildiği bir zaman. Tıpkı bugün olduğu gibi! Bugün de bu işler kötüye gidiyor, daha da kötüye gidecek, zaten hiçbir şey olmayacak, mahvolduk! Ve hiç kimse inisiyatifi alamıyor bir şekilde alamıyor... Aynı şeyler o dönemde de var.

Benim anlatmak istediğim şey şuydu aslında: Umut var! Yeni gelenlerle birlikte tazelenecek her şey. Kendimizi bırakmanın âlemi yok, bir ayağa kalkın bakalım. Çünkü hâlâ ayağa kalkmaya ve bir şeyler yapmaya değer. Ama tabii sadece bunu değil, başka bir sürü şeyi söylemek için yazdım.

Adının Devir olmasının nedenine gelince; belli bir devri anlatıyor ama umut ve direnç devrediyor. Sadece kötü şeyler olmuyor bu ülkede. Biraz da sanki insanlar sorumluluk almamak için, “Zaten kötü, zaten kötü...” diyorlar. Hayır, zaten kötü değil, zaten kötü de olmayacak. Biz çocuklara bu haksızlığı yapamayız! Yeni gelecek olanlara bu haksızlığı yapamayız; umutsuzluğumuzla onları lanetleyemeyiz! Benim meselem buydu...

Makbule Cengiz: Kitapta çocuklar var, çocukların gözünden anlatılıyor bir şeyler... Ve bir parkta, Kuğulu Park’ta geçiyor. En dikkat çekici şeylerden biri de romanda “Susmak istemedim” diyorsunuz. Ece Temelkuran bu romanla artık susmayıp, avazı çıktığı kadar bir şeyleri anlatmak mı istedi?

Ece Temelkuran: Yok ya! Ben çok avazım çıktığı kadar bağırdım, artık yeter. Bir de zaten artık yaş kemale erdi. Bağırma işini biraz da yeni gelenler yapsa iyi olur. Ben artık daha sakin cümle kurmak istiyorum. Ama bu sakin cümlenin daha az sert olduğunu söyleyemeyiz. Kitabın adı Devir sonuçta; fiil olarak da kullanılabilir!

Bunu romanda sekiz yaşındaki Ali söylüyor... Aslında hiç konuşmayan bir çocuk ve konuşmayınca başına neler gelebileceğini gördüğü için konuşmaya karar veriyor. Ben daha sakin bir cümle kurmak istiyorum. Sanırım bu sakin cümle de rahatsız ediyor insanları ki romanla bile başıma işler gelmeye başladı... Bağırmaya gerek yok ama park meselesi önemli tabii! Park meselesi olunca bağırılabilir. Tabii ki Gezi’den dolayı Kuğulu Park’ta geçiyor kitap. Sadece ondan dolayı değil ama Gezi Parkı’nda bir şey  olduğunu, Gezi Parkı’na devretttiğini söylemeye çalıştım tabii ki. Ve devretmeye devam edeceğini, çocukların bağırmaya devam edeceğini, yeniden yeniden gelen çocukların konuşmaya karar vereceğini söylemiş olduk.

 

Makbule Cengiz: Zamanında Kuğulu Park’a öylesine inanarak gidiyorlar ki Küçük Ali ve Ayşe... Burada da aslında çocukların parka gitmesi söz konusu. ‘Geçmişte de vardı bu çocuklar, bugün de var olacaklar’ demek mi bu?

Ece Temelkuran: Sekiz yaşında kuğuları kurtarmaya karar vermek, böyle bir yola çıkmak ve buna inanmak... Çocukların mantığıyla anlatılıyor kitap ve tuhaf bir karar veriyorlar: “Bunları yapacağız ve sonunda herşey kurtulacak!”

Yüz binlerce insan, üç tane ağacı kurtarınca her şeyi kurtaracağına inanmıştı. Aslında aynı masala inanıyoruz ama biz inanınca masallar gerçek oluyor. Bunu iki yıl önce gördük. Bir kere daha inanınca bir kere daha gerçek olacak. Mesele neye inanacağına karar vermekte... İnandıktan sonra her şey olur!

Makbule Cengiz: Kitapta, geçmiş bir dönemi anlatırken, o dönemin sözcükleri ve konuşmalarıyla yazmaya çalıştınız. Bunları nasıl toparladınız? O yasaklanan sözcükler hayata nasıl geri dönüyor?

Ece Temelkuran: Ben de onun büyüsüne kapıldım zaten! 12 Eylül döneminde yasaklanan ilk sözcüklerden biri direnmek. TRT’den, radyolardan, televizyondan çekiliyor, 150’ye yakın sözcük yasaklanıyor ve onları biz yeniden kullanmaya başladık. Yasaklandıktan sonra bir sözcük neden geri gelir? İnsanlar o sözcüğü içinde taşıdığı için. O sözcüğün yasaklanmasından sonra doğan çocuklar, o sözcüğü hiç öğrenmemiş ve duymamış olmalarına rağmen onu geri çağırdılar... Direnmek sözcüğünü! Şimdi direnmek demezsen dayağı yiyorsun ama 35 yıl önce onu söyleyenler dayak yemiş. Demek ki inanmak lazım; insana inanmak lazım...

Makbule Cengiz: Evet, belki de siz yıllardır direndiğiniz için... Ece Temelkuran’ın evindeyiz ve aslında o da direniyor. Evi çok merkezi olmasına rağmen bir bahçede ağırlıyor bizi, erik ağaçlarının altında. İsterseniz biraz da içeri geçip sizin direnmeniz üzerine konuşalım?

Ece Temelkuran: Tamam, direniş albümlerimi göstereyim sana!

 

Makbule Cengiz: Ece’nin evine geldik. ‘Direniş albümlerine bakacağız’ derken aslında sözünü ettiğimiz, bir yazarın kelimeleri... Yıllardır yazıyorsunuz, aslında gazetecilik kökenlisiniz. Ama sizin romanlarınızla çok daha geniş bir kitleye ulaştığınızı gördük. Kelimeler ve cümleler mi sizin direnişiniz? Bu, umuda yönelik bir direniş mi?

Ece Temelkuran: Şunu çok net gördüm artık: Gazetecilik, Türkiye’deki kutuplaşmanın merkezi haline geldiği için orada bir takım tutma mantığıyla yürüyor işler. İmzalara gittiğim zaman o takımların hepsinden insanlar geliyor. Bu kitabı da o takımların hepsinden insanlar okuyor. Ben hâlâ böyle bir şey olabileceğini düşünüyorum; bu kadar nefrete ve öfkeye rağmen hâlâ iyi bir şeylerin olabileceğine, bu insanların konuşabileceğine inanıyorum. İnanır mısın?!

Direnmek gerçekten böyle de bir şey olabilir. Gülerek de olabilir, umutla da olabilir; daha iyi olabilir, daha iyi hissedebiliriz diyerek de olabilir. Zaten bence bugünlerdeki en büyük direniş, insan kalmaya çalışmak. Arada bir iyi bir resme bakmak, iyi bir müzik dinlemek, doğru dürüst bir kitap okumak gibi. Çünkü o kadar çok iğdiş ediyor ve bizi katılaştırıyor ki bu hayat, bir gün tüm işler düzelse bile biz kalacak mıyız, orada biz de olacak mıyız, emin değilim. Bu yüzden Ali ve Ayşe’yi bu kadar çok konuşturdum ve çocukların gözünden hayatın diğer taraflarını görmelerini istedim insanların. Artık görmekten vazgeçtiğimiz şeyleri yani. Çünkü ancak onları görürsek yeniden yaşamaya ve değiştirmeye değenecek bir hayat olduğunu düşünüyorum.

Makbule Cengiz: Aslında umuda yönelik bir inanış bu belki de... Direnerek ve umudunuz oldukça yazıyorsunuz ve bir yazarı en çok ayakta tutan şey umut, değil mi?

Ece Temelkuran: Yok, ben sinirden yazıyorum. Gerçekten çok öfkelendiğim için yazıyorum. Bu kitap çok öfkeli bir kitap değil,  çünkü çocukların bakış açısıyla anlatıyoruz, çocukların anlattığı bir hikâye bu. Ve o çocukların o tuhaf “zannetme” olayları, başka türlü açıklama hâli var ya! Onun çok olduğu bir şey. Mesela Ali, “Ben anladım. Yürürken, hep birlikte yürüyünce, hep birlikte şarkı söyleyince insanın göğüs kafesi genişliyor gibi oluyor, dev gibi hissediyorsun kendini, kocaman hissediyorsun. Dev-Genç, o yüzden Dev-Genç...” diyor. “O ağabey tam Dev-Genç değil, çünkü konuştuğunda kollarını şöyle böyle yapmıyor...” falan. Böyle bir sürü zannetme hali var ve o yüzden hayattaki bütün o zenginliği görmek için herşeyi çocuk gözünden anlattım. İnsanlar yeniden öyle görebilsinler diye hayatı; o zenginliğiyle, rengiyle görebilsinler diye. Kendilerinin nasıl gördüğünü ve ne kadar eksildiklerini de hatırlayacaklar.

Birçok okurdan şöyle bir şey alıyorum: “Aa, ben de bunu böyle düşünürdüm” diyerek kendi çocukluğunu hatırlıyor, hayatın o zaman kendisi için ne kadar, ne kadar zengin olduğunu da fark ediyor. Kendi zenginliğimizi hatırlamak için de, unutmamak için de yazdım aslında. Okuyanlar bazen, “İçimiz acıdı” diyorlar, ama içlerinin acımasına hiç gerek yok, ben bazı yerlerini kahkahalar atarak yazdım. Gerçekten Hababam Sınıfı müziği gibi, Ümit Alan söylemişti bunu: Yavaş çalınca hüzünlü, hızlı çalınca çok neşeli. O duygunun Türkiye’yi çok anlattığını düşünüyorum. Kitabın temel meselelerinden biri o duyguyu anlatmak. Türkiye’de  hissettiğimiz o tatlı, ılık duyguyu anlatmak. Münir Özkul güldüğünde biz neden gözlerimiz dolarak gülüyoruz? Karışık, garip bir duygudur. Ama bence hepimizin ortaklaştığı bir yer.

Makbule Cengiz: Kitap aslında umutlu bir kitap gibi geldi bana,  çünkü çocukların o saf umutlarıyla yazılmış bir şey. Kuğulu Park’tan aşka uzanan bir kitap, içinde hepsi var. Orada da bir cümle var: “Kanadını başkasına vermektir sevmek...”

Ece Temelkuran: Hikâyemiz bitmek üzere olan bir evlilikle de başlıyor. “Yeniden birlikte olmaya neden karar verir iki insan” meselesi de var kitapta. Uzun evlilikleri ya da uzun ilişkileri olan insanlar, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır.

Evet, kanadını birine isteyerek vermektir. Kanat kırılması mevzularıyla ilgili tecrübe sahibi bir insan olarak söyleyeyim: Taklacı güvercinler eğitilirken, kanatlarından bir telek çekilir ki geri dönebilsinler. Kanat kırılması bende öyle bir şeydir; sadece kanadının kırılıp uçamaz hale gelmek değil, daha güzel uçmanı da sağlar. Sevmek de öyledir; daha da güzel uçmanı sağlayan kanat kırılması...

Makbule Cengiz: Sizin kanadınız nerede kırıldı?

Ece Temelkuran: Birkaç yerde... Ama ilk kez Ankara’da kırıldı. Bu hikayeyi de bana anlatan, Ankara Cumhuriyet gazetesindeki haber müdürümdü. Çok ağlıyordum ben, her sabah ağlayarak işe gidiyordum. Gazeteciliğimin başı çok melodramlıydı. “Biz senin şimdi kanadını kırıyoruz ki uçabilesin, geri dönebilesin, güzel uçabilesin” dedi. Şimdi, bu kitapla birlikte ben kanadımı geri taktım gibi hissediyorum. Okuyanların da her anlamda; siyasi, ahlaki anlamda ve kişisel hayatlarında kanatlarını geri takabileceğini düşünüyorum. Çünkü Ayşe ile Ali’nin insana böyle bir güç verebileceği kanaatindeyim. Yazarken bana verdi ve beni iyileştirdiler. Hem ülkeyle hem de kendimle ilgili...

Makbule Cengiz: İnsanlar Devir’i neden okusunlar?

Ece Temelkuran: Birincisi, niye okumasınlar? İkincisi, bakıyorum da herkes çok tuhaf kitaplar okumaya başladı. Çok satanlar listesinde öyle kitaplar var. İnsanlar bu kitapların işlerine yaradığını düşünüyorlar ama o bir günlük bir şey; unutmak ve iyi hissetmek için bir şey. Ama bizim meselelerimiz iyi hissederek geçmiyor maalesef. Bizim meselelerimiz iyi düşünerek, karar vererek ve inisiyatif alarak geçiyor. Yetişkin insanlar olabilmek için bunu yapmamız gerekiyor ve yetişkinlk, sanıldığı kadar korkutucu bir şey değil. Sonuçta “Ne kadar mutlu oldum, oh!” denecek bir kitap değil bu. Ama neden bu ülkede yaşamak istediğimizi ve tıpkı bir evliliği yeniden sürdürmek hiksayesindeki gibi, neden yeniden ve yeniden bunları yaşadığımızı bazen sorguluyoruz. Emin olamıyoruz. “Neden yeniden bu ülke ve neden yeniden bu insanlar?” sorusunun cevabı için okunması gerektiğini düşünüyorum.

Makbule Cengiz: Son olarak, romanlar ilgili “şurası” dediğiniz bir bölüm var mı? Okuyacaklara ve okumuş olanlara ne söylemek istersiniz?

Ece Temelkuran: “Ankara’nın dibinde ne var Ali?” Benim çok önemsediğim bir bölüm o. Çünkü ‘bu ülkenin dibinde ne var’ı çok iyi anlatıyor. Acı ve güzel şeyleri anlatıyor. ‘Biz neyin üzerinde duruyoruz, bu toprak neyin üzerinde duruyor’ meselesini anlatıyor. O bölümü çok önemsiyorum, “Ankara’nın dibinde ne var, biliyor musun Ali” diye başlayan o uzun pasaj. Umarım herkese aynı şekilde iyi gelir o pasaj bu ülkeyle ilgili.

Makbule Cengiz: Umarız kitap size, bize, hepimize iyi gelir. Umutla ve kırılan kanatlarımızla da olsa direnelim o zaman!

Ece Temelkuran: Öyle yapalım o zaman!