T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Ebediyen elli yaşında, ihtiyar ve taze" başlığıyla yayımlanan (11 Haziran 2011) yazısı şöyle...
Ebediyen elli yaşında, ihtiyar ve taze
Gizli yüklemi "ihtiyarlıyorum" olan cümleler kurmayı bıraktığında, hakikaten ihtiyarlamaya başlıyor insan; müstakbel zaferlerimizi müzmin bir illet gibi boynumuzda taşımaktan vazgeçtiğimizde yani: "Henüz o binayı yapamadım; romanımı hâlâ bitiremedim; o ülkeye bir türlü gidemedim; daha çocuğumu doğuramadım; henüz olmak istediğimi olamadım..." demediğimizde artık. Bugünümüz hep biraz eksik malûm ve "gençlik" denen o bedbaht halden kurtulmak, biraz da eksikliğimizi sevmekle mümkün. Huzursuz bir hissi tarif ediyor "henüz" kelimesi; henüzde iflah olmaz bir ümit gizli, ihtiyarlıkta ise huzur var.
Bu mânâda büsbütün "ihtiyar" bir deniz, tarihteki yerinden emin, sükûnet içinde ağarıyordu bu sabah ve ben, bu mânâda asla ihtiyarlamayan hayalî bir adamın, denize karşı nafile çırpınışlarını seyrettim. Yapacak işi çoktu, kalan zamanı azdı. Denizin fısıltısını duydum: "Hayat," diyordu, "hatalarımızın birbirlerine eklenmiş halidir." İhtiyarlamayan adamın bunu işittiğinden emin değilim.
Hatalarını sevmeye vakit bulamamış bir başka adamın makalelerindeki huzursuzluk şaşırtmıyor beni. Romanları böyle değildir oysa; onlarda, benim "genç" bulmadığım bir tazelik vardır. Roberto Bolaño, elli yaşında karaciğer yetmezliğinden öleli sekiz yıl oldu. Onun, hepsini kırk yaşından sonra yazdığı Putas Asesinas (Katil Orospular), Los Detectives Salvajes (Vahşi Hafiyeler), Estrella Distante (Uzak Yıldız) –bu üçü Metis'ten yayımlandı– ile Türkçeye henüz çevrilmeyen Nocturno de Chile (Şili'de Gece) ve 2666 gibi kitaplarını okuyanların, ne demek istediğimi bileceklerini sanıyorum. Ömrü ihtiyarlamaya yetmedi Bolaño'nun. Buna rağmen, kitaplarını, doğuştan ihtiyar bir ruhla ebediyen dikbaşlı bir duruşu birleştirerek yazdığını düşünüyorum ben; sakin bir delikanlı gibi.
Şimdi elimdeki kitap biraz farklı: Bolaño'nun ömrünün son beş yılında kaleme aldığı denemelerle, röportaj ve köşeyazıları var bu kitapta; yarım kalmış bir hayatın yarım hikâyesi, hiç yazılmayacak bir otobiyografinin dağınık sayfaları var. Biraz bu dağınıklıktan, biraz da yazıların bir kısmı bir gazete sütununun kestirmeci, tekrarcı, kesin üslubuna teslim olduğundan belki, Between the Parentheses (Parantez İçinde), ilk bakışta, Bolaño'dan beklenmeyecek ölçüde "genç." Kısa hayatının büyük bölümünü Meksika ve İspanya'da sürgünde yaşayan Şilili yazar, kıtasının ve ülkesinin edebiyatını olduğu kadar, siyasi ortamını da keskin bakışlarla süzüyor bu derlemede. Ama bu "gençliğin," bu keskinliğin arkaplanında, siyasetin ve edebiyatın kucağında bir birey ve bir yazar olarak tek başına dikilen bu adamın, bütün gördüklerine, bütün yaşadıklarına, bütün o gecikmişlik hissine ve "henüz" dürtüsüne rağmen âsude bir duruşu da var. Ben bu duruşu çok seviyorum.
Parantezler arasında kişisel bir parantez
On dokuz yaşındaydım. Havana'da "yirminci yüzyıl biterken Rönesans adamı olmak" konulu bir konuşma yapıyordum. Kürsüdeki mikrofon bir önceki konuşmacıya göre ayarlanmıştı; düzeltemedim, kimse de yardıma gelmedi. Mikrofona yetişebilmek için, parmakuçlarımda yükseldim ve konuşma boyunca öyle durdum. Ayaklarımın acısını hâlâ hatırlıyorum, boyumun kısalığından utandığımı da... Koyu pembe bir duygudur bu; çiğ et rengidir. Konuşmanın kendisinden tek hatırladığım ise, beni salondaki kalabalık arasında değil, kürsünün hemen yanında sahneye kurulmuş uzun masanın başında izleyenler arasındaki Fidel Castro ile Gabriel García Marquez'in, "Che Guevara" adı geçince alkışlamaya başladıkları... Sözü, Che Guevara’ya nasıl getirdiğimden emin değilim; milliyetçiliğin kötü bir şey olduğundan söz ediyordum galiba. "Enternasyonalizm" diyordum; "globalizm" kelimesini o zamanlar bilmiyordum sanırım. Konuşmam, daha doğrusu bütün konuşmalar bitip, Fidel'in saatler sürecek kapanış hitabını yapmasından önce, konferansa ara verildi. Diğer konuşmacılarla birlikte ben de fuayede, Küba Devrimi'nin lideriyle tanıştırılmaya götürüldüm. Castro rejiminin günahlarından bugün olduğu kadar haberdar değildim o sırada, ve Küba Devrimi, nihayetinde Küba Devrimi'ydi. Yine de Fidel'den ziyade, García Marquez'in elini sıkacak olmak heyecanlandırmıştı beni; Fidel'den ziyade, García Marquez'in konuşmamı dinlemesi sevindirmişti. Yıl 1985'ti; García Marquez Nobel alalı üç yıl olmuştu ve ben Yüzyıllık Yalnızlık'ı sadece birkaç ay önce bitirmiştim. García Marquez bir ilahtı benim için, o günkü tanrımdı; Fidel de kimdi? Yanlarına kabul edildiğimizde ise, "tanrı"nın Fidel'in yanında küçüldüğünü gördüm; arkadaşlardı, biliyordum; ama García Marquez, sanki Fidel kendisinden çok daha önemli biriymiş gibi davranıyor, Fidel de buna itiraz etmiyordu. İçim soğumuştu birden; çok şaşırmış ve çok utanmıştım. Tarifi güç, camkırığı bir duygudur bu; buz gibi bir yeşildir.
Saraylılığa karşı seküler bir salavat
Between the Parentheses, adını Bolaño'nun 1999- 2003 yılları arasında Las Ultimas Noticias (Son Haberler) adlı Şili gazetesinde yazdığı sütundan alıyor. Kitaptaki yazılar, konu ve türlerine göre, altı ayrı bölümde toplanmış; köşeyazılarının ağırlıklı olduğu bölüme de, sütun ve kitapla aynı başlık verilmiş. İşte beni çeyrek asır öncesindeki kendi küçük parantezime döndüren de, Bolaño'nun burada, "parantez içinde" yaptığı yazar ve edebiyat analizleri oldu. Bolaño’nun, sevdiklerini ve sevmediklerini gayet net ortaya koyduğu yazılar bunlar.
Dünyada ve Türkiye'de çok okunan kitapların yazarı Isabel Allende'yi mesela, "Kızartma tavası ile ateş arasında bir seçim yapmam gerekirse, Isabel Allende'yi seçerim" diye anlatıyor Bolaño. "Allende'nin Kaliforniya'da yaşayan bir Güney Amerikalı olarak taşıdığı cazibe, García Marquez'i taklit edişi, tartışmasız cüreti, zevksiz (kitsch) ile acınası (pathetic) olmak arasında gidip gelen edebiyatı" diyor sonra hiç yutkunmaksızın, "bana Bebekler Vadisi'nin yazarının daha melez ve daha siyaseten doğrucu bir versiyonunu hatırlatıyor." Haliyle, bunun nasıl asitli bir eleştiri cümlesi olduğunu kavramak için, Jacqueline Susann imzalı Bebekler Vadisi'nin (Valley of the Dolls), son elli yılın ucuz Amerikan romanları arasında bir "başyapıt" olarak tanındığını bilmeniz gerekmiyor.
Aynı Bolaño, kitabın "The Brave Librarian" (Cesur Kütüphaneci) başlıklı bölümünde yer alan daha derinlikli edebiyat eleştirilerinde ise, Mark Twain'in başyapıtı ve Amerikan edebiyatının "kurucu" romanlarından sayılabilecek Huckleberry Finn'in Maceraları'nın önünde reverans yapabiliyor örneğin; Herman Melville'e ve Ivan Turgenyev'e hayranlığını yazabiliyor; Turgenyev'in Rudin romanının başkarakteri için "sadece cesaret bulmamıştı kendinde, aynı zamanda kelimelerle eylemleri birbirine bağlayan alevler içindeki o köprüyü de keşfetmişti" diyebiliyor; bu arada, Amerikan 'noir'ının kuvvetli yazarı James Ellroy'u yücelterek beni özellikle sevindiriyor.
Ama Bolaño'nun bir yazar olarak kimliğini, kişiliğini, onu hem "taze" hem de "âsude" kılan şeyi, asıl, García Marquez için sarfettiği bir cümlede buldum ben: "Bunca çok sayıda devlet başkanı ve başpiskopos tanımış olmaktan büyük memnuniyet duyan bir adam." Kolombiyalı dev yazarın, on dokuz yaşımın "tanrı"sının, Yüz Yıllık Yalnızlık'la bize belki de "bin yıllık" bir eser veren bir adamın, böylesine zehirli bir cümleye indirgenmesini kabul etmiyorum; hayır. Ama Bolaño'nun bunu yapabilmesi, ayrıca bununla yetinmeyip, Peru doğumlu yazar ve geçen yılın Nobel'ini alan Mario Vargas Llosa'yı da kervana katarak, "O da benzer bir dalkavuktur, sadece (García Marquez'den) daha rafinedir" diyebilmesi üzerine düşünmemizin, edebiyat ve edebiyatçılık üzerine, bütün pâyelerden daha sahici bir ölçü geliştirmeye başlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorum yine de.
Bolaño, basit bir hırçınlıkla söylemiyor bunları çünkü. O, bütün tazeliği ve âsudeliği içinde, yazının ve yazarlığın yeri konusunda adı konmamış bir manifesto sunuyor bize. Bolaño'nun "saraylılık" dediği şeye karşı başkaldırısı bu; edebiyatçının tekbaşınalığı önünde bir selâm, seküler bir salavat adeta. "Edebiyat, hangi tür ve meşrepten olursa olsun saraylıları kullandığı ve saraylılar tarafından üretildiği sürece namussuzluğa yakın bir şeydir" diye yazıyor, Şili'de diktatörlük yıllarında, içten içe diktaya karşı olsalar bile, sesleri cılız çıkan ve devletle ilişkiyi kesmeyen yazarları hatırlarken; "Buradaki sorun saraylılık ruhunda, ve tabii, korkuda yatmaktadır."
"Kuşağıma bir aşk ve veda mektubu..."
Yazarlık, sadece bir yazma eylemcisi, bir kelime büyücüsü, bir anlatım ustası olmaktan ibaret değil son tahlilde; yazarlık, aynı zamanda bir duruş. Ve bu duruş, Bolaño'nun temsil ettiği onurlu haliyle, sarayı terketmeyi gerektiriyor.
Kitabın, "Fragments of a Return to the Native Land" (Memlekete Bir Dönüşün Fragmanları) başlıklı bölümünde, Bolaño'nun, Şili'deki diktatörlük yıllarını sürgünde geçirdikten sonra, 1998'de ülkesine yaptığı ilk gezinin notlarını okurken, sadece iktidara ve iktidar sahiplerine değil, "vatan" kavramı dahil her türlü kurumsal aidiyete de uzak durduğunu anlıyorsunuz. "Sürgün" kelimesini sevmiyor mesela; "Benim tek ülkem vardır" diyor, "kütüphanem ve çocuklarım."
Buna karşın, Şili'de 1973 darbesinden sonraki ilk yıllarda, Marksist bir militan olarak mücadeleye katıldığı bir dönem var Bolaño'nun. Pinochet, onu yakalattığında, işkence gören 28 bin veya kaybolan 3200 Şililiden biri olmamasını, gözaltında, çocukluğundan tanıdığı bir muhafıza rastlamasına borçlu belki de. Şili'ye ait hissetmiyor kendini ama Şili'de yaşananların, ruhunda ebedî bir iz bıraktığının da farkında: "Bazen ölümcül bir sanıya kapılıyor ve 11 Eylül'ün (1973 darbesinin gerçekleştiği gün) bizi geri döndürülmesi imkânsız bir biçimde terbiye ettiğini düşünüyorum."
Bu ölümcül sanıda, bu damgalanmışlık, şekillendirilmişlik, bu ıslah ve hatta iğdiş edilmişlik hissinde, "darbeyle mücadele yılları"ndan Bolaño'da kalanların da bir yeri var kuşkusuz: "Bir bakıma, benim bugüne kadar yazdığım her şey" diye ilan ediyor hapse atıldığı günlerden çeyrek asır sonra, "kendi kuşağıma; 1950'lerde doğan ve bir anlık bir kararla, askerî hizmeti, yani bu durumda belki 'militan hizmet' diye tarif etmem daha doğru olacak olan şeyi seçiveren ve sahip olduğumuz azıcık şeyi ve sahip olduğumuz her şeyi, yani gençliğimizi, dünyanın en cömert davası olduğuna inandığımız ve birçok açıdan öyle de olsa, gerçekte öyle olmayan bir davaya harcayanlarımıza hitaben yazılmış bir aşk ve veda mektubudur."
Bu satırları tekrar tekrar okuyorum. Bolaño, Marksist militanlığı 1970'lerden sonra terk ediyor ve bunun nedenini de, "Marksist liderlerin de bir yazarı aynı kolaylıkla hapse atabileceğini gördüm" diye açıklıyor. Ama o cömert görünen ve aslında öyle olmayan davanın tükettiği hayatlara saygısı eksilmiyor hiç. İspanyolcanın en büyük edebiyat ödüllerinden Romulo Gallegos'u alırken yaptığı konuşmada, "Bütün Latin Amerika'nın toprakları, o unutulmuş gençlerin kemiklerini tutuyor bağrında" diyor, "Gençtiler, bütün gençler gibi cömert ve aptaldılar. Her şeyi verdiler ve karşılığında hiçbir şey istemediler." Sonunda anlıyorum: Her türlü aidiyetten olduğu gibi kuşağından da ayrı durabildiği, yazarak kuşağına veda edebildiği için "ihtiyar" bir adam Bolaño; o kuşağın mücadele gücüne, saraylılığı aşağılarkenki hiddetine denk bir cömertlikle sevgi sunabildiği içinse ebediyen "taze."