Şeyhmus Diken*
Hikâyeye sahiden ben de vakıf değildim. Ta ki, birkaç yıl evvel “Gittiler İşte” kitabımın Bulgarcaya çevrilip basılması üzerine Bulgaristan’a imza ve söyleşi için davet edilinceye kadar. “Gittiler İşte”yi Ararat News Publishing Bulgarcaya çevirtip yayımladı. Ardından da Sofya ve Plovdiv (Filibe) şehirlerinde iki de söyleşi ve imza programı hazırlanmıştı. Bulgarca çevirmenim Emiliy Slavkova’nın çevirisi Roni Alasor ve Anahit Xaçikyan’ın editoryasında, Doçent Xaço Xaçikyan’ın redaksiyonuyla “Onlar, artık burada yoklar” Türkçe karşılığına denk gelecek şekilde, “Eto Che Gi Niama Veche” ismiyle 2012’de yayımlanmıştı.
Kitabın etkinlik programları bitmiş son gece veda yemeğindeyken, sohbetin koyulaştığı bir anda çevirmenim “Biliyor musun Şeyhmus, bizde Diyarbekir’le ilgili bir söz var. Derler ki; git, seni artık Diyarbekir’deki Ermeni papaz bile kurtaramaz!”
Hemen kulak kabartmıştım. Nedir bu sözün hikâyesi diye merak etmiş, sormuştum. Çevirmenim Emiliy anımsadığım kadarıyla şöyle demişti: “Bildiğim kadarıyla 1870’li yıllarda Bulgar devrimcilerini Osmanlı’nın en uzak noktası olan Diyarbekir zindanlarına sürgüne yollamışlar. O kadar uzakmış ki, yol aylar sürüyormuş ve gidenin geri dönmesi neredeyse imkânsızmış!”
Hemen oracıkta Emiliy ile sözleşmiştim. Bu konuda Bulgarca kaynakları benim için tarayabilir miydi? Acaba ne tür bir malzeme karşımıza çıkacaktı!
Dönüşümden bir ay kadar sonra Emiliy mail yollamış ve 200 sayfa civarında farklı kaynaklarda metinler, anılar olduğunu, eğer istersem belli bir ücret karşılığında çeviriyi yapabileceğini söylüyordu. Kaynak bulabileceğimi düşünüp bunun üzerine araştırma yapmasını istemiştim çevirmenimin! Ama olmamıştı, birkaç arkadaşa konuyu açmama rağmen sponsor bulamamıştım ve hevesim kursağımda kalmıştı.
Aradan tam beş yıl geçti. Bir gün internet ortamında bir kitap ararken tümüyle tesadüf eseri adının “Diyarbakır Sürgünleri” olduğunu fark ettiğim bir kitaba rastladım. Üstelik kitap yeniydi, Aralık 2016 tarihini taşıyordu. Hemen Diyarbakır'daki kitapçıya sipariş verdim, birkaç günde geldi. Gelir gelmez de okudum. Benim beş yıl evvel merak ettiğim, çevrilip basılmasını tasarladığım ama başaramadığım işi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Hüseyin Mevsim başarmış ve Kitap Yayınevi’nde bastırmıştı...
Diyarbekir kalesinin zindanlarında
1862 ile 1878 yılları arasında birkaçı münferit olmak üzere 1867, 1872, 1873 ve 1874 yıllarında vuku bulan çeşitli olaylar nedeniyle beş kafile halinde 130 Bulgar devrimcisi Dicle Nehri kıyısındaki kadim Diyarbekir kalesinin zindanlarına sürgün ediliyorlar. Ülkeleri Bulgaristan’da yakalanıp yargılandıktan sonra 3, 5, 8, 10, 15 hatta 101 yıla kadar kalebend ve prangabend olarak mahkûm edilip İstanbul üzerinden çok meşakkatli ve aylar süren bir yolculukla Diyarbekir'e ulaşıyorlar. Hatta bazıları bu zor yolculuğa dayanamayıp yolda ölüyor...
O denli eziyet ve cefalı bir yolculuk ki! Yolu Diyarbekir’e düşen İstanbullu bir beyzade tesadüfen Diyarbekir’de bir handa karşılaştığı Bulgar sürgünleriyle muhabbet ederken “Eğer size hüküm verenlerin yerinde olsaydım, sizi İstanbul’dan Diyarbekir’e kadar yolculuk etmekle ve hemen geri dönmekle cezalandırırdım. Bundan daha ağır başka cezaya hiç lüzum yok, çünkü birkaç hizmetçiyle ve binlerce lira harcayarak yolculuk eden bendeniz, bu yolda dağıldım, çünkü milyonlar da versem, yolda, kolaylık sağlayacak hizmet almam mümkün değildi. Sizler ise, bağlı, kelepçeli, aç ve hasta olduğunuzdan ötürü benim çektiğimden binlerce kere ağır olan eziyeti unutmuşsunuz” der...
Ölmeyip de Diyarbekir'e ulaşan; papazdan muallime, esnafa, tüccardan ressama ve hancıya varıncaya kadar çok geniş sosyal ve mesleki yelpazeye sahip Bulgar sürgünlerin anıları, mektupları, düşünceleri, heyecanları hikâyelerinin yok olup gitmesine engel oluyor.
İlk kafilenin gelişiyle, son kafilenin 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonucu imzalanan Ayastefanos Anlaşması sonucu çıkarılan afla ülkelerine dönüşü arasında 15 yıl geçiyor.
Kent halkının tanışmadığı işler
Onbeş yıllık zaman dilimi içinde Bulgar (devrimci) sürgünleri sahiden kentin yaşamında yer ediniyorlar. Olanakları zorlayıp kimi resmi kapıları aralayıp aldıkları izinlerle kentin “iş” hayatında yer alıyorlar. Şehrin yerel sakinlerine de bir şekilde kendilerini kabul ettiriyorlar. Şimdilerde harap ve bitap vaziyette olan bir zamanlar kentin sicilinde “Eski Borsa (Bursa diyenler de var) Hanı” olarak bilinen “Çifte Han”ı işletiyorlar. Hatta han Bulgarlar tarafından işletilince adı o yıllarda “Bulgar Hanı” olarak da kent halkınca telaffuz ediliyor...
Kimi sürgünler kahvehane, lokanta açıyorlar. Sürgünlerden ikisi daha da ileri giderek o yıllarda belediyenin yeni açtığı yolların mühendisliğini yapıyorlar. Yabancı dillerden kitap tercüme edenler, valinin açtığı ıslah evinde dikiş makinesiyle terzilik yapanlar, yerli ahaliye modern tarımın nasıl yapılması gerektiğini göstermek düşüncesiyle çiftlik almaya kalkışanlar bile oluyor.
En önemlisi Diyarbekir’de o güne kadar kent halkının tanışmadığı bir iş olan ilk fotoğraf atölyesini bir Bulgar sürgünü Georgi Dançov 1875’te açıyor. Aynı zamanda ünlü bir ressam da olan şahıs kentte çokça olan kiliselerde ikona boyuyor, camilere ve hali vakti yerinde olan Müslüman tebaanın evlerindeki levhalara Kuran-ı Kerim ayetleri bile yazıyor...
Yine bir ilkle Bulgar sürgünleri aracılığıyla kent halkının tanıştığını dile getiriyorlar. İki sürgün ikişer atın çekeceği bir araba yapıyor, arabanın içine bir hasır seriyorlar ve yaptıkları bu arabayla memurları taşıyorlar. İfadelerine göre şehir halkı atların arabaya koşulduğunu ilk kez görüyor ve kalabalık halinde bu yeniliği temaşaya geliyor...
Kendi aralarında 7, 8 nüsha basıp tek yapraklık bir de gazete çıkarıyorlar. Öyle ki o tek yapraklık gazetede birbirlerine laf bile yetiştiriyorlar. O yılların Diyarbekir'in kültürel iklimi konusunda okudukları kitaplar üzerinden bilgi de edinmek mümkün.
Diyarbekir eşittir Bulgar arafı
Mesela sürgünlerden biri Donkişot’un Fransızcasını okuduğunu arkadaşına yazıyor. Şehrin kadim tarihi ve geçmişi hakkında araştırmalar yapıp ülkelerine yazıp yollayanlar oluyor. Daha da ileri gidip dil üzerine çalışma yaparak Kürtçenin Zazaca lehçesinin Bulgarcaya benzeyen taraflarını dile getiriyorlar. 1875 yılında memlekete mektup yollayan sürgünlerden biri şöyle diyor: “Burada bir çocuk büyüyünceye kadar dört lisan öğreniyor: Türkçe, Arapça, Ermenice ve Kürtçe; iş ve alışverişin yapıldığı bu dilleri her mahalli sakinin bilmesi lazım... Diyarbekir çarşılarında Kürtçe, Ermenice ve Arapça konuşuluyor; çarşı, kahvehane ve hanlarda Türkçe çok az konuşuluyor. Türkçe sadece bazen ta İstanbul’dan gönderilen memurların görev aldığı kamçılaryalarda konuşuluyor...”
“Diyarbakır Sürgünleri” kitabından öğrenebildiğimiz kadarıyla, Bulgar sürgünleri için Diyarbekir, 1870’li yılların zor koşullarında kalesi ve zindanıyla bir nevi Bulgar Golgothası (Golgotha: İsa’nın çarmıha gerildiği yer) olarak genel kabul görüyor. Sürgünler için son derece olumsuz, hatta ürpertici çağrışımları olan kolektif belleklerinde tarif edilemez acıların yaşandığı, Bulgar milli kurtuluşcu benliğinin ve kimliğinin kazanılmasında olmazsa olmaz bir aşama oluşturan ve Bulgar siyasi bağımsızlığına giden bir çile yolu olarak ifade ediliyor. Diyarbekir eşittir bir nevi Bulgar Arafı... Bütün bu eziyetleri nedeniyle; ırak, çorak, ıssız, iptidai, dönüşü olmayan, dünyanın öbür ucu gibi anlamlar içeriyor Diyarbekir...
Öyle ki, yattıkları zindan için şu dizeleri yazıyor biri: “Buraya ışık, küçük bir pencereden sızıyor, / karanlığın ve dehşetin daha net görünmesi için...”
Tabii hep zorluk, eziyet, sıkıntı değil gözlemlenenler. Şehrin hayat ritminden, ürettiklerinden, kendi coğrafyalarında olmayan hatta hiç tanışık olmadıkları ürünlerin zenginliğinden de sıkça söz ediyorlar. Hatta sürgünlüklerinin bitiminde o ürünlerden alıp beraberlerinde götüreceklerinden de...
Hüseyin Mevsim’in titiz bir çalışmayla kaynakları tarayarak "Bulgarların Kaleminden Kent Manzaraları 1862-1878 Diyarbakır Sürgünleri" adıyla yayımlanan çalışması kentin 150 yıl önceki hikâyesinde kimi ayrıntıları ve yitik sayfaları çok canlı bir şekilde yeniden önümüze bir ayna tutarak sunuyor.
Belki bu vesileyle, Sofya’ya tersten bir yolculukla 150 yıl sonrasında bir yeni kültürel köprüye vesile olmasının altyapı oluşturabilecek bir kitap “Diyarbakır Sürgünleri”.
* Hüseyin Mevsim, Diyarbakır Sürgünleri, Kitap Yayınevi, Aralık 2016 İstanbul...
27 Şubat 2017 Diyarbekir
Bu yazı ilk olarak kulturservisi.com'da yayımlanmıştır