Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, mevcut eğitim sistemine ilişkin “Türkiye, giderek eğitim işkencesinin ağırlaşmakta olduğu ülkelerin başında geliyor. Muhafazakâr iktidarla eğitimin ıslah olacağı beklentisi vardı, aksine daha da kötüleşti… Belki de Cumhuriyet tarihinin en aydın iki zatın Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı bir dönemde yaşıyoruz ama eğitim hiç bu kadar kötü olmamıştı” ifadelerini kullandı.
Eğitimde Kürtçe, Çerkesçe gibi bir dilin yanı sıra ve iki küresel dilin (Arapça-İngilizce gibi) öğretilmesi gerektiğini ifade eden Bulaç, bu öğrenim için “haftada üç gün ve üç saatin yeterli olduğunu” savundu.
Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinde “Eğitim işkencesine çare” başlığıyla yayımlanan (15 Eylül 2014) yazısı şöyle:
Eğitimle ilgili söylenecek yegâne şey, modern devletin giderek bu işlemi bir işkenceye dönüştürmekte olmasıdır. Dünyanın her ülkesinde eğitim derece farkıyla işkenceye dönmüş durumda; bazı ülkelerde insanı canından bezdirecek boyutlarda, bazı ülkelerde yaşama sevincini söndürmekte.
Türkiye, giderek eğitim işkencesinin ağırlaşmakta olduğu ülkelerin başında geliyor. Muhafazakâr iktidarla eğitimin ıslah olacağı beklentisi vardı, aksine daha da kötüleşti. Belirtmek gerekir ki bu, şu veya bu iktidarın altından kalkabileceği bir sorun değildir, partiler eğitim denen işlemin felsefi temel varsayımlarını ve yapısal özelliklerini değiştirmeyi düşünmeden kurumsal işleyişi üzerinden birbirlerini eleştirmektedirler. Zaten özünde iktidar temerküzü ve insan-toplum mühendisliği fikri yattığından hiçbir iktidar eğitimin özündeki felsefi ve yapısal sorunlarıyla ilgilenmek istemez. Böyle olunca partilerin, kişilerin ve bürokratların şahsi entelektüel performansları, mesleki beceri ve formasyonları bu sorunu çözmeye yetmez. Belki de Cumhuriyet tarihinin en aydın iki zatın Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı bir dönemde yaşıyoruz ama eğitim hiç bu kadar kötü olmamıştı.
Eğitim, en kestirme ifadesiyle devletin insanı ve toplumu zihinsel ve ruhsal bir işlemden geçirme işlemidir. İşlem, insanın ulusal, mesleki ve seküler süreçlere tabi tutulup temel bir kişilik değişimine uğramasını hedefler. Söz konusu işlem kısa sürede gerçekleşmeyeceğinden 6 yaşından –hatta okul öncesi 4 yaşından- başlamak üzere çocuğu 8, 12 veya 16 sene etkili işlemden geçirmektir. Kesinlikle bu işleme ne çocuğun kendisi karar veriyor, ne ebeveyni. Ailelerin bundan pek hoşnutsuz olduğu söylenemez, çünkü özellikle bizim gibi toplumlarda eğitim sürecinden devletin beklentisi, çocuğu eğip bükerek yeni işleme tabi tutmak iken, alt ve orta sınıflar açısından eğitim sınıf atlama alanıdır. Üst sınıflar ise ekonomik ve sosyo-politik iktidarlarının devamı için zaten eğitimi ihmale getirmezler. Zenginler çocuklarına iyi eğitim veriyor; belli toplumsal kesimlerin önü açılıyor; dolayısıyla en iyi işlere ve statülere belli üniversitelerden mezun olanlar sahip olabiliyor. Yüzlerce üniversitenin açılmış olması –ilk 20 üniversite hariç- aslında düz veya mesleki liselerden milyonlarca öğrencinin “yüksek liseler”e transferi demektir. Hindistan bizim gibi ikiyüzlü davranmayıp nüfusun ancak yüzde 10'unu “iyi” eğitebileceğini söyleyip kast sistemine göre diğerlerini kendi haline bırakıyor.
Devletler kesinlikle yalan söylüyor. Eğitim çok pahalı bir sektördür, hiçbir devlet tek başına bunun altından kalkamaz. Bizim gibi ülkelerde eğitim harcamalarının önemli bir bölümü boş resmi ideolojinin, Mussolini ve Naziler döneminden kalma derslerin (beden eğitimi, müzik, resim, inkılap tarihi vs.) finansmanına gider. Batılı ülkeler yükün önemli bir bölümünü kiliselere ve özel kuruluşlara kaydırmaya çalışır; bizde ise özel okullar, dershaneler devletin denetimi altına alınır. Süreçte devlet düzenleyici, denetleyici ve yoksul-güçsüz kesimleri koruyucu rol oynamakla yetinmeli.
Bu eğitim çocuklarımızı ruhen sakatlıyor, çocukluklarını ve gençliklerini çalıyor. Eğitim işkencesine karşı çocukların temel haklarını koruyucu felsefi ve hukuki vizyonlar geliştirmeli. Bana göre 7 yaşından başlamak üzere devlet sadece üç yıllığına çocuklara dil, matematik ve edeb öğretimi vermekle yetinmelidir. Öğretim şu veya bu ideolojiden bağımsız olmalı, ev ödevini yasaklamalı –çünkü ödevler öğrenciye değil, anne-babaya veriliyor olup aileden çalınmış zamandır-; masraflar devletçe karşılanmalıdır. Dilden kastım konuşulan resmi dil Türkçe yanında bölgesel olarak tercihe bağlı dillerin –mesela Kürtçe, Çerkesçe gibi- ve iki küresel dilin (Arapça-İngilizce) öğretilmesidir. Haftada üç gün ve üç saat bu iş için yeterlidir. Üç yıllık dil, matematik ve edeb öğretiminden sonraki -mesleki eğitimden düz liselere ve üniversite aşamalarına kadar- eğitimin tamamı sivil topluma ve cemaatlere bırakılmalı; devlet sadece düzenleyici ve denetleyici olmakla yetinmelidir.
Bizi yeni bir milliyetçiliğe çağırmıyorsa, “Yeni Türkiye”ye eğitimde köklü reform yaparak başlayalım.