Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar, Amsterdam’da Free Press Unlimited adlı kuruluşun Dünya Basın Özgürlüğü Günü vesilesiyle düzenlediği etkinlikte konuştu. Çongar, yaptığı konuşmada kızı Hannah'ın "Taraf neden eski haberleri yapıyor" sorusuna "Bunlar Türkiye’nin anlatılmamış hikâyeleri" karşılığını verdiğini söyledi.
Taraf gazetesi Yasemin Çongar'ın Dünya Basın Özgürlüğü'nde yaptığı konuşmayı yayımladı:
“On yaşında bir kızım var. Babası Amerikalı, hayatının ilk altı yılını ABD’de geçirdi. Bugünlerde İstanbul’da, onu iki dilde yetiştirmeye çalışıyorum ama okul müfredatının hepsi İngilizce, bütün arkadaşları İngilizce biliyor ve her ne kadar herhangi bir dilde hiç durmaksızın konuşabilse de, iş okumaya gelince, ne yazık ki tercih ettiği dil Türkçe değil. Fakat yine de sabahları benimle birlikte Türk gazetelerini okumayı seviyor, tam olarak kavrayamadığında da sorular soruyor.
“Bu manşette ne diyor, anne” diyor genellikle ve ben de “32 yıl önceki bir askerî darbeden bahsettiğini” söylüyorum. Bir başka gün gene soruyor, ben “Bugün birçok askerî yetkilinin bu yüzden mahkemede olduğu 2003’teki bir darbe planı iddiasıyla ilgili” diyorum. Ya da, “Bu, 1930’larda, Türkiye’nin kurucuları Atatürk ve İnönü döneminde, Dersim’in -Doğu Anadolu’da bir Alevi şehribombalanmasıyla ilgili bir haber.” Sonra yine bir başka gün: “Bu da 1997’deki postmodern darbe soruşturması hakkında”. Başka bir gün: “Bu manşette, Taraf olarak 1915’teki Ermeni Soykırımı nedeniyle özür dilediğimiz yazıyor.”
Tablo böyle. Geçenlerde yine bir gün birlikte gazetenin birinci sayfasına bakarken, kızım lafımı kesip “Taraf neden hep eski haberleri yapıyor” dedi. Güldüm, ama bir yandan da kızımın bugünlerde Türkiye’de gazeteciliğin durumuyla ilgili ne kadar isabetli bir gözlemde bulunduğunu düşündüm ve şöyle dedim: “Bunlar eski haberler değil Hannah, bunlar Türkiye’nin anlatılmamış hikâyeleri.”
Tahmin edeceğiniz üzere, Amsterdam’da Basın Özgürlüğü Günü’nü “Untold Stories” (anlatılmamış hikâyeler) başlığıyla kutlama kararınızdan etkilendim.
İsabetli bir başlık bu, yaptığımız işin özüne ilişkin bir başlık. Anlatılmamış hikâyeler üzerine düşünme çağrısı, kutunun dışına çıkarak düşünmeyi gerektiriyor.
Aslında bizlerin -yani muhabirler, köşe yazarları, yorumcular, editörler, yayıncılar, televizyoncular, blogcular, hepimizin- “iyi” haberin ne olduğu hakkında bir fikri var. İyi haber elbette “yeni” haberdir; “çekici”dir, “özel”dir, birçok insanın ilgisini çeker; ne kadar çok “Facebook arkadaşı” tarafından “beğen”ilirse o kadar iyidir, TT olacak kadar çok re-tweet’lenendir ve elbette günün sonunda, bir insanın hayatına dokunan, onu etkileyen, değiştiren ve belki hatta onun hayatını kurtarandır, önemli bir sorun hakkında farkındalık yaratandır, toplumumuza, ülkemize, kıtamıza ve hatta dünyamıza, çok ihtiyaç duyduğu değişimi getirecek olan haberdir. İşte iyi haber budur.
Birçoğumuz, bu işi yapmaya başladığımızdan beri gazetelerimizde, köşelerimizde ya da yazdığımız haberlerde böyle “iyi” haberleri manşete taşıyoruz. Ama yine de hiç dokunulmamış, bilinmeyen, anlatılmamış hikâyeler bırakıyoruz geride, değil mi?
Neden böyle? Neden bazı hikâyeler, yaşadığımız, düşündüğümüz ve haber yaptığımız o kutunun içine bir türlü giremiyor? Kutumuzun sınırlarını ne belirliyor? Sanırım bunun cevabı, korku. Hepimiz, korkudan yapılmış kutularımız içinde hareket ediyoruz. Ve o korku, nadiren kendi korkumuz.
Üzerimize kilit vuran, çoğunlukla, başkalarının korktuğu şeyler. Bu genellikle, ya çalıştığımız şirketin, ya da çalıştığımız şirkete sahip olan daha büyük şirketin hissettiği bir korku. Ya da belki, mahallemize ait bir korku. Aşiretimizin, toplumumuzun, ülkemizin hatta ırkımızın korktuğu bir şey her birimizi bir kutunun içine sokuyor.
Bazen bu, bir dinin ya da ideolojinin mensuplarının paylaştığı bir korku, hatta çoğu zaman o inancın liderleri tarafından vaaz edilen bir korku. Bazen de, kutumuzun sınırlarını belirleyen bir siyasi parti, bir hükümet, askerî bir elit ya da bürokratik bir makine oluyor.
Aslında korkuyu kimin ürettiği ya da bu korkunun ilk sahibinin kim olduğu çok da önemli değil. Çünkü eninde sonunda, esas olan şey bu korkunun “hakikat korkusu” olduğudur, ve biz gazeteciler, -her birimiz- bu korkuya teslim olduğumuz sürece, hakikatin bir parçasının hep anlatılmamış kalacağını biliyoruz.
Benim geldiğim yerde, “bizim kutumuzun sınırlarını” belirleyen ve onlarca yıldır birçok hikâyenin anlatılmamış kalmasına izin veren, Devlet’in taşıdığı korkudur. Türk medyasından, Türk Devleti’nin, kurucu ideolojisinin ve o ideolojiyi muhafaza edenlerin korktuğu şeylere uzun yıllar dokunmaması beklendi ve dokunmadı da. Bu korku, bazen gerçek bir korkuydu, bazen de yaratılmış bir korku.
Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık seksen dokuz yıl önce temel bir ikilem üzerine kuruldu. İyi vatandaşlar ve kötü vatandaşlar vardı; birinci sınıf olanlar ve tam olarak makbul sayılmayanlar.
Sünni mezhebine mensup bir Türk, kadınların başörtüsü takması gibi, dininin bazı gereklerinden feragat edecek kadar seküler olduğu müddetçe sınavı geçiyordu.
Diğerlerinin hepsi, farklılıklarını, etnisitelerini, inançlarını, anadillerini, yaşam biçimlerini reddetmek suretiyle birinci sınıf vatandaş olmaya, talip olabilirlerdi ancak. Başka bir deyişle, bizatihi kimliklerini, özlerini, benliklerini inkâr edip, asimile olmaları, bir tür medeni din gibi işleyen Kemalizm’in, hepsi Atatürk sevdalısı, hepsi Türk, hepsi seküler, hepsi görünürde Batılı, hepsi itaatkâr askerlerine dönüşmeleri gerekiyordu.
Kürtlere sorun, gayrımüslümlere - Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Levantenleresorun, Alevilere sorun, dindar Sünnilere sorun, hepsi kendi yaşadığı ikinci sınıf vatandaşlık hikâyesini size anlatacaktır; kendi inkâr ve zorla asimilasyon hikâyelerini, cefalarını, tecritlerini, gördükleri baskıyı, bazen de düpedüz nefreti, istismarı, işkenceyi ve pek de nadir olmayan cinayeti anlatacaklardır.
Türkiye’de bugünlerde, şimdiye dek hiç olmadığı kadar çok anlatılan bir hikâye bu, yine de onlarca yıl anlatılmamış bir hikâye, kalıntıları bugün hâlâ hissedilen, kökleri hâlâ ülkenin temel yasalarında yazılı olan bir hikâye.
“Kürt” kelimesi 1980’lerin ortalarına kadar Türk medyasında kullanılmıyordu, “Kürdistan” ise çok daha yeni. Irak’taki federal bölgenin adı olmasına rağmen daha yenice, tek tük kullanıldığını görüyorsunuz. Birkaç yıl öncesine kadar metinlerde Q ve W harflerini kullanmak, bölücülük suçu teşkil edebiliyordu. Ve bugün ülkenin en büyük ana akım gazetesi, alenen ayrımcılık mesajı vermesine rağmen hâlâ her gün “Türkiye Türklerindir” sloganıyla basılıyor. Bugün hâlâ, dini sebeplerden ötürü başını örten bir kadın gazeteciyi ya da televizyoncuyu işe almayacağını gururla söyleyen medya yöneticileri var; Ermeni Soykırımı bugün hâlâ tabu ve bu kelimeyi kullanmak hâlâ riskli bir iş. Atatürk’ü eleştirmek ve mecburi askerî hizmete karşı durarak halkı askerlikten soğutmak bugün hâlâ yasalarda suç teşkil edebiliyor. Bugün Taraf, günlük gazeteler arasında, her milli bayramda Atatürk ve Türk bayrağının dev afişlerini basmayan ve logolarının üzerinde Kemalizm sloganlarını tekrar tekrar kullanmayan tek gazete.
Neden böyle bir kutu oluştu? Bu kutuyu belirleyen korkular nelerdi? Türkiye Cumhuriyeti neden korkuyordu?
Her ne kadar farklı zamanlarda farklı korkular ön plana çıktıysa da ve yıllar içinde bu korkuyu güçlendirmek için muhtelif umacılar ve düşmanlar seçildiyse de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kâbuslarının gizli nesnesinin o kadar da gizli olmadığına inanıyorum; Türkiye’de Devlet, vatandaşından korkuyordu ve aslında hâlâ korkuyor. Çünkü Türkiye’deki her vatandaş, aynı anda farklı ve eşit olma hakkına sahip olduğunda, biliyoruz ki Cumhuriyet artık halihazırdaki Cumhuriyet olmayacak.
Dolayısıyla yıllar yılı Devlet, Türkiye’de farklılığın, eşitliğin, değişimin temsilcisi ve savunucusu olanları susturmaya çalıştı: Onlarca yıl Solcular, Ceza Kanunu’nun Mussolini İtalya’sından ödünç maddelerine dayanılarak komünizm propagandası yapmakla yargılandılar. Sözde Şeriatçılık saydıkları görüşleri cezalandırmak için ayrı bir yasa maddesi kullandılar -din üzerinde devletin tam bir denetim kurmasına dayanan Kemalist doktrine karşı çıkan herkesin başının üzerinde bir Demokles’in Kılıcı misali asılı durdu bu madde.
Sonra sıra Kürtçülüğe geldi -yıllarca Kürtlerin haklarını savunmayı bölücülük olarak cezalandırmış olan ve hâlâ bazı durumlarda cezalandıran Terörle Mücadele Yasası var. Ardından, son dönemde yapılan değişikliğe rağmen, Kemalizm’in ilkelerine, Cumhuriyet’e ve Türk milliyetçiliğine karşı çıkanlara dava açmayı mümkün kılan “meşhur” 301. madde geldi.
Türkiye’de Devlet için, korkusunun nesnesi her zaman aynıydı -vatandaş-, fakat bu korkuya karşı kullanılan kalkan zaman içinde değişti - sadece sembolik bir değişim. Bu arada kutu hemen hemen kapalı kaldı ve birçok önemli hikâye de anlatılmadı.
Devlet’in korku mesajının medya güçlendirilerek iletilmesine karşı çıkan cesur gazeteciler -muhabirler, köşe yazarları, televizyoncular- her zaman oldu. Katledilen Ermenilerin ya da işkence gören Solcuların ya da kamu sektöründe görev verilmeyen veya ordudan atılan Dindarların veya kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kötü yöntemlerle taciz edilen, bombalanan, öldürülen Kürt köylülerinin hikâyelerini anlatmaya çabalayan dürüst meslektaşlarımız hep vardı.
Ama kısa bir zaman öncesine kadar bu hikâyelerin hepsini birden sansürsüz bir biçimde anlatan hiçbir medya kuruluşu, yayıncı, iletişim ağı, internet sitesi yoktu. Ve ben bugün bunu yapabilen bir gazetede çalıştığım için gurur duyuyorum.
Zaman değişiyor. Bugünlerde ne zaman bunun gibi bir Batı Avrupa ülkesine gelsem, Türkiye’deki mevcut değişim sürecinden ve ortaya çıkan dinamizmden daha çok memnuniyet duyuyorum.
Fakat henüz kutudan çıkabilmiş değiliz. Askerî darbelerin ve karalama kampanyalarının ardındaki hikâyelerin nihayet anlatılabiliyor olduğu doğru. Nihayet tarihimizin pisliğine çomak soktuğumuz da doğru. Kürtlerin, Alevilerin, gayrımüslümlerin ve dindar Sünnilerin bugün medyada seslerini daha güçlü çıkarabildikleri de doğru.
Fakat kimi süregelen, kimi yeni yeni ortaya çıkan ciddi zorluklarımız var.
Ben bugün burada konuşurken, Türkiye, hapisteki gazeteci sayısının en yüksek olduğu ülke olabilir. Ve açıkçası, hükümetin, bu gazetecilerden bazılarının gazetecilik faaliyetlerinden ötürü değil de suç teşkil eden başka eylemleri nedeniyle hapiste olduklarını söylemesi beni pek de ilgilendirmiyor.
Çünkü hükümetin söylediğinin bir değeri olsa bile, bu durum, fikrini ifade ettiği için tek bir insanın dahi hapiste olmasının zaten haddinden fazla olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Eğer yazdıklarımızdan ötürü birimizi hapse atabilecek durumdaysanız, bu onlarcamızı da hapse atabilirsiniz demektir. Bugün Türkiye’de hâlâ ciddi bir ifade özgürlüğü sorunumuz var; çünkü hâlâ ifadeden korkanlar ve hâlâ önemli hikâyelerin gizli kalmasını isteyenler var.
Bizatihi kendisi Kemalist medyanın kurbanı olan AK Parti hükümeti, şimdi partiye yakın kişilerin sahibi olduğu ve yönettiği yayın kuruluşlarını sıkı bir denetim altında tutuyor. Başbakan eleştiriden hoşlanmıyor; ister Kürt sorunu, ister şehir tiyatrolarında hangi oyunun sahneleneceği konusu olsun, fikirleri ve politikaları sorgulandığı zaman, giderek daha despotça bir tavır sergiliyor. Başbakan ile ihtilafa düşen bazı köşe yazarları, televizyoncular, sunucular bir süre önce anaakım medyadaki işlerinden oldular. Ve tabii, hapisteki bir gazetecinin kitabı için o izansız bomba benzetmesini yapan da yine Başbakan’dı. Türkiye’de evrensel hak ve özgürlüklerin benimsenmesi için bir umut ortamı oluşturan AK Parti hükümeti, ne yazık ki bu vaadine uygun hareket etmiyor. Tam da, Kemalistlerin korkularıyla tanımlanan kutuyu yırtarak açmaya başlamışken, şimdi de sözüm ona anti-Kemalist hükümetin o yırtık kısımları koli bandıyla kapatmaya çalıştığını görüyoruz.
Tabii kutunun dışta bıraktığı hikâyeler de her zaman, bir milyon Ermeni’nin trajedisi ya da ordu içindeki cunta tarzı yasadışı siyasi oluşumlar ya da “derin-devletin” ajanlarının gerçekleştirdiği yargısız infazlar gibi büyük hikâyeler değil.
Başkalarının korkuları, sınırlarını belirlemeye devam ettikçe, medyanın faaliyet gösterdiği kutu, sıradan insanların sıradan hikâyelerini de dışarıda bırakıyor. Mesela, bir medya kuruluşunun sahibi olan şirketin mali korkuları yüzünden, kredi kartı sahiplerinin katlanmak zorunda kaldığı korkunç bankacılık ücretleri gizli kalabiliyor; bankalar büyük ilan verenlerdir, tüketiciler ise pek ilan vermezler. Ya da bir medya patronunun Boğaz yakınlarındaki değerli bir araziyi ucuza kapatabilme arzusu yüzünden, İstanbul büyükşehir bölgesindeki korkunç bir yerleşim planının detaylarıyla ilgili hikâye gizli bırakılabiliyor. Ya da Doğu Anadolu’nun ücra bir köyünde, İran’dan Türkiye’ye akaryakıt kaçakçılığı yapan çocuğun her gün göze aldığı ölüm riskinin hikâyesi de, bir yandan o çocuğa el uzatmayı beceremeyen ve bunun için gerekli iradeyi ortaya koymayan hükümetin yüzüne billur gibi bir ayna tutarken, şehirli okurlara ve ilan verenlere hitap etmeyecek kadar fakir ve uzak bir hayatın hikâyesi olduğu için anlatılmayabiliyor.
Aslında her hikâye bir aynadır. İster hükümet, bürokrasi, ordu, iş dünyası, ister dinî mezhep, futbol kulübü, Mason locası, kilise ya da isterse bir medya grubu söz konusu olsun, ne zaman bir kurum aynadaki suretinden korkarsa -ne olduğuyla ve ne yaptığıyla ilgili gerçek onu korkutursao kurum biz gazetecilerden hikâyenin peşini bırakmasını, bakışlarını aynadan öteye çevirmesini, kutunun içinde kalmasını ister. Ve biz gazeteciler, iyi maaşlarımızdan, şık ofislerimizden, baş sayfadaki köşe yazılarımızdan vazgeçemediğimiz ya da, belki daha makulü, yargılanıp hapse atılmak, dahası vurulup öldürülmek istemediğimiz için bu korkuyu paylaşmaya başladığımızda, hakikate karşı işlenen bir suçun işbirlikçisi oluruz.
Zor bir tercih mi? Öyle görünebilir ama aslında değil. Bence bu basit bir karar vermeyi gerektiriyor. Ya gazeteci olursunuz ya da olmazsınız.
Tıpkı doktor olup da bazı hastalıkları tedavi etmeyi reddedemeyeceğiniz gibi, kutunun ötesine bakmaya ve onu kelime kelime, satır satır, hikâye hikâye parçalamaya hazır olmadıkça gazeteci olmayı seçebileceğimize de inanmıyorum.
Teşekkür ederim.”