Erol Özkoray*
Seçim ortamında herkes siyaset konuşmalı da, ama bu işin bir de bilimsel yanı var. Örneğin eğer bir ülkede ifade özgürlüğünü katleden 301. madde türü bir kanun varsa, o ülkede demokrasiden bahsedilemez, bu tür kanunları destekleyenler (AKP, CHP, MHP) demokrasi kelimesini ağızlarına bile alamazlar. İkinci bir örnek: Eğer klasik sağ ve sol partileriniz yoksa rejiminiz totalitarizme kayar, demokrasi bir hayal olur. Üçüncü bir örnek: Yürütme/Yasama/Yargı'dan oluşan “kuvvetler ayrılığı prensibi”, yürütmenin elinde toplanan tek bir güce dönüşmüşse, orada diktatörlükten bahsedilir. Son bir örnek verelim... Eger ülkede basın tekeli kurulmuşsa -üstelik bu durum bir de islamcı basınla bir oligopole dönüşmüşse- o ülkede demokrasinin kurulması olanaksızlaşır. Bu koşullarda Türkiye'de niçin demokrasinin olmadığı ve neden kısa vadede kurulmasının imkânsızlığı anlaşılmış oluyor. Yani iş AKP'den kurtulmakla bitmiyor, yerine piyasadaki ulusal partileri koymakla da mutlu son gelmiyor, devasa bir demokrasi şantiyesini yeniden başlatmak gerekiyor. Sinsi totalitarizm, otoritarizm ya da yeşil faşizmden kurtulmanın yolu bu şantiyenin kurulmasından geçiyor. Yukarıda sıralanan tespitler, siyaset biliminin aynı bir matematik problemi gibi kesin olan bilimsel verilerinden oluşuyor. Kısaca bu sorunlar çözülüp olumluya dönüştürülmedikçe demokrasi de yok!
İçinde yaşadığımız devasa siyasi krizin ne anlama geldiği tespitini yapmamız ve yukarıdaki listeye eklememiz gerekiyor. Türkiye'yi uçurumun kenarına getiren büyük siyasi krizin nedeni şudur: İktidarın ülkeye sunduğu siyasi arz ile (islamcı yeşil faşizm), ağırlıklı olarak demokrasi, geniş özgürlükler ve çoğulculuktan oluşan toplumsal talep kesişmiyor (gerçek demokrasi). Siyasi arz ve toplumsal talebin kesişmesi, demokratik bir ortam kurulması için bir ön koşuldur. Partilerin siyasi ve toplum projelerinin toplumsal talepleri karşılaması gerekir. Siyasetle toplum arasındaki kopukluk eğer anormal bir biçimde seyrediyorsa, o ülkede büyük kriz çıkar ve ülke demokrasi hedefinden hızla uzaklaşır. AKP iktidarı ile Türkiye'nin bugün içinde yaşadığı mega siyasi kriz bu anormalliğin sonucudur. Burada söz konusu olan birbirlerinin can düşmanı olan iki rejimdir: Faşizm (siyasi islam soslu olanı) ve demokrasi.
Böylesine büyük bir siyasi kriz ortamında herkesin sorduğu soru şudur: Seçimlerden sonra ne olur? Herşey olabilir. Güçlü demokratik aktörlerin olmadığı (sağ/sol partiler, demokratik muhalefet, basın, sendikalar, sivil toplum kuruluşları) bizim gibi ülkelerde maalesef olasılıkların bir bölümü de felaketlerden (iç savaş, olağanüstü hal, darbe gibi) oluşuyor. şimdilik felaket senaryolarını bir kenara bırakıp bizim için asıl önemli olan demokratik çözümlere odaklanalım. Bu arada unutmayalım, eğer AKP seçim yolsuzluğu da yaparsa ülke çapında çok büyük bir ayaklanma da beklenebilir. Gezi'den sonra halkımız korkuyu yendiğinden haklarını almak için artık ayaklanmaya alıştı.
Seçmenlerin elinde, gerekli ama yeterli de olmayan (demokrasi kurulabilmesi açısından) çok önemli bir siyasi araç var: Seçimler ve oy pusulası. Bir kere seçimlerden yüzde yüz çıkacak olan şu sonuç kesindir: Ülkenin ezici bir bölümü AKP iktidarının karşısında olacak. Bütün kayıtlı seçmenlerin oylarının hesaplanması durumunda ülkenin % 65-70'ini muhalefet oluşturacak. Seçim sistemi sayesinde AKP'nin bazı yerlerde kazanıyor olması bu durumu değiştiremez, ama bunun “zafer” gibi kullanılması zaten had safhada olan toplumsal gerilimi kırılma noktasına kadar getirir.
Seçimlerden sonra “AKP'nin meşruiyeti” yine sorun olmaya devam edecek. Bu meşruiyet meselesi Gezi'de iktidarın sivil ve barışçı halka karşı savaş açıp saldırmasıyla başladı ve büyük yolsuzlukların (toplam 165 milyar dolar) kanıtlarıyla birlikte açığa çıkmasıyla kesinleşti. Bugün itibari ile iktidar meşru değildir ve meşruiyetini yitirmiştir: Gezi ile insanlık suçu, Suriye ile savaş suçu ve tüm ihalelerde yolsuzluk suçu işlemiştir. Demokratik ülkelerde bu tür suçları işleyenlerin yeri iktidar değil hapistir. Bu durumda seçimlerden sonra erken genel seçimlerin yapılması kaçınılmaz oluyor. Bunun gerçekleşmemesi toplumdaki kırılmayı sahaya taşır ve hükümetin sokakta devrilmesi gündeme gelir. Aynı Ukrayna'da olduğu gibi.
Hükümetin başı, hükümet ve AKP'nin özellikle Gezi'den beri dozunu gitgide arttırarak yaptığı en önemli eylem toplumu germek oldu. Bu germe çeşitli provokasyonlarla hâlâ sürüyor. İnsanlarımız patlama noktasında, bu iktidarı sevmemekten 12 yılda nefret etme noktasına gelmişler ve seçimlerle birlikte islamcılardan en kısa yoldan kurtulmak istiyorlar. Muhalif halkımızın durumu bu, peki bu germe faaliyetinin altında yatan asıl neden nedir? Bizce seçimler sonrası AKP olağanüstü hal rejimine geçme hesabında. Ergenekon'a rağmen, ordu ile yeniden uzlaşmaya gitmesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu: Seçim sonrası büyük bir siyasal/sosyal patlama durumunda orduyla birlikte ülkeyi yönetme. Ayrıca “düşmanımın düşmanı dostumdur” düsturundan hareketle, cemaatle olan kavgasında olası bir darbe ihtimaline karşı iki cephede savaşmak yerine, arkasını sağlama alma. Ancak bu noktada daha düşük rütbelerde yuvalanmış olan cemaatçi subayların hiyerarşiye de karşı gelerek, “çete suçlaması”na muhatap olacak patronlarını korumak için bir darbe girişiminde bulunma ihtimali de var. En azından eski ABD büyükelçileri tarafından Washington'a sunulan raporlarda bile bundan bahsediliyor. Seçim sonuçlarına göre (AKP'nin tedrici oy kaybı), islamcılardan seçim yoluyla kurtulmanın zorluğu darbe heveslilerinin iştahını da kabartabilir.
Bu noktada hükümetin islamcı başının akli melekelerini kaybetmiş olabileceği sorusunun bilimsel olarak cevaplandırılmasına da ihtiyaç var. Türk Tabipleri Birliği bu konuda islamcı Başbakan'ın “duygu durumundan endişe duyuyoruz” şeklinde resmi bir açıklama yaptı. Tanıdığım psikiyatrlar, psikologlar, doktorlar ve homeopatlar ciddi bir patolojik vaka karşısında olduğumuz konusunda beni bilgilendirdiler. Geçirmiş olduğu iki bağırsak operasyonunun Kron hastalığı olması durumunda demansa yol açtığını tıp otoriteleri belirtiyor. Üstelik islamcı başbakanın özellikle bu iki ameliyattan sonra agresif olması, sürekli halkımıza hakaret etmesi (çapulcular, alkolikler, teröristler, marjinaller, vandallar), akılcı politika yapma yeteneğini hızla yitirmesi ve toplumda kutuplaşma yaratmak için varını yoğunu harcaması bu şüpheleri ciddi kılıyor. Muhaliflerin akıl sağlığı elvermediği için, bilimsel raporlarla söz konusu kişiden kurtulmayı gündeme getirmeleri ve uygulamaları da beklenebilir.
Peki seçmen eğilimleri 30 Mart'ta nasıl gerçekleşecek? Halkların Demokratik Partisi üyesi olan Boğaziçi Üniversitesi'nde ögretim üyesi Doç. Nazan Üstündağ'ın yaptığı sosyolojik çalışma açıkçası beni hem çok şaşırttı, hem de ufkumu açtı. Buna göre toplumun en alt gelir grubunda yer alan kesimlerin (1.000 TL'nin altında) büyük yolsuzluklara rağmen, neden AKP'den vazgeçmedikleri anlaşılıyor: Üç-dört koldan yapılan sosyal destek, sosyal yardım ve sağlık yardımları (yeşil kart). Üstelik bu kesimlerin içinde çok dindar olan Kürtler de bulunuyor. Bu oylara örneğin BDP ve HDP ulaşamıyorlar. Bir de benim sahada tespit ettiğim AKP'li seçmenin söylediği “çalıyorlar ama çalışıyorlar!” sözü. Bu sözün ortaya çıkışı Bedrettin Dalan'la olmuştu. Başına neler geldiğini biliyoruz. Ama bu kez İstanbul'da ne olur? İstanbul'u kaybeden bir AKP, 2015 genel seçimlerini de kaybeder. Eger İstanbul'u kazanırsa “zafer çığlıkları” sosyal patlamayı tetikleyebilir. Muhalif seçmendeki en belirleyici tavır ise “bir an önce islamcılardan kurtulmak!” Kendilerine sorduğum “Peki, demokrasi arzun var mı?” sorusuna da “Evet!” diyerek düzgün cevap veriyorlar, “Ama bunu daha sonraki seçimlerde hallederiz!” diye de eklemeyi unutmuyorlar. Kısaca slogan “denize düşen yılana sarılır!” Burada onlara göre yılan olan tabii ki Mustafa Sarıgül. Yani seçmen bir şey inşa etmekten bahsetmiyor, bir şeyden kurtulmak onun için acil olan. Halbuki gerçek demokrat tavır, islam faşizminden kurtulurken, demokrasiyi de inşa edecek olan aktörleri sahneye çıkartmak olmalı.
Tabii bütün bu büyük kriz çok ciddi bir dezenformasyon ortamında gerçekleşiyor. Bu dezenformasyon Dolmabahçe Camii’nde içki içildiğinin uydurulmasıyla başladı, Kabataş'taki sözde tacize uzandı ve polis tarafından öldürülen Berkin Elvan'ın terörist ilan edilmesiyle devam etti. Bu yalan haberler aslında zaman zaman uydurularak icat edilen eklektik olaylardan oluşmuyor. Dezenformasyon artık iktidarlar tarafından kullanılan ciddi siyasi iletişim araçlarından biri oldu ve stratejik olarak kullanılıyor. Bunun sistematik hale gelmesini ilk kez 11 Eylül 2001'den sonra ABD gerçekleştirdi ve Irak Savaşı'na kendi kamuoyunu ikna etmek için “kimyasal silahları var!” yalanını yaygınlaştırarak kullandı. Bir süre sonra yalan ortaya çıktığında bu kez “Irak'ta demokrasiyi kuruyoruz!” sözü ön plana çıkartıldı. Yani dezenformasyonun hem sistematik, hem de stratejik olarak önemli bir siyasi iletişim aracı olmasının geçmişi sadece 12 yıl. AKP de bunu uyguluyor ve dini temalarla kitleleri kandırabiliyor. Diğer taraftan acaba AKP tekelli seçim anketleri bu dezenformasyon stratejisinin bir devamı olabilir mi? Göreceğiz.
Din deyince burada iki noktaya değinmek lazım: Muhalifleri münafık olarak görmek ve dine küfür. İslamcı başbakanın Gezi Ayaklanması sırasında kendi verdiği emirle polis tarafından öldürülen 8 gencimizle ilgili olarak başsağlığı dilememesi nasıl açıklanabilir? Kendi bakış açısına göre bu çocukların münafık olmasıyla. Yani dini açıdan, din dışı olarak gördüğü bu kişilerin ona göre katli vacip! Kendi dini bakış açısından bu gençleri öldürterek “sevap” işlemiş oluyor. Onun için Mısır'da öldürülen islamcı gençlerin ardından ağlıyor, ama buradaki bizim çocuklarımız için pişmanlık duymuyor (bu durumu anlamamı sağladığı için sosyolog eşim Nurten Özkoray'a teşekkürler).
Seçimlerin gidişini bana göre değiştirebilecek çok önemli bir noktaya dikkat çekerek yazıyı sonlandıralım: Müstafi Bakan Egemen Bağış'ın İslam dinine küfretmesi ve böylelikle dini siyasi amaçlar için kullandıklarını kanıtlaması. Din konusunda çok hassas olan AKP'nin tabanını bu durum doğrudan etkiledi ve muhalif partiler (başta MHP, ardından Saadet ve CHP) Türkiye genelinde sahada bu konuyu işleyerek ciddi bir oy erozyonuna yol açabilecek hareketi başlatılar. Bunun getirisini 30 Mart akşamı hep birlikte göreceğiz. Normal koşullarda kendi halkına savaş açmış, devasa yolsuzluklara batmış bir siyasi iktidar ilk seçimlerde seçim barajının altına düşerek yok olurdu. Ama unutmayalım, bu seçmen iki yıl sonraki genel seçimlerde %22 oyla birinci yaptığı partiyi (DSP) %2'ye düşürdü. Ayrıca, 2002 seçimlerinde parlamentoda yer almış olan bütün partileri parlamento dışında bıraktı. Dünya parlamenter tarihinde görülmemiş olan bu iki olay bu ülkede oldu. Bir üçüncü mucize ile, seçimler sonrası oluşabilecek felaket senaryolarına bu halkın son verebileceğini ümit etmek, büyük bir iyimserlik olur mu? Akıl şöyle buyuruyor: Siyasette umudu hiçbir zaman yitirmemek lazım!
* Gazeteci-yazar, siyasi iletişim danışmanı