Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, "AKP’nin içinde küçük bir oligarşik yapı var ve şu andaki bütün operasyonları o yürütüyor. bu küçük oligarşik zümre AKP’yi ele geçirmiş, partinin karar mekanizmalarını ele geçirmiş durumda. Bunlar devletin aslî ideolojisini savunan insanlar. Bunlar dindar/ muhafazakâr Ergenekoncular" dedi.
"Tek parti döneminde Risalelere karşı uygulanan metot onu baskı altında tutup yok etmekti" diyen Bulaç, Risalelerin devletleştirilmesi tek parti döneminde kimsenin aklına gelmeyen bir tedbirdi. Eğer risaleler devletleştirilirse bu Nur hareketinin ve Türkiye’deki sosyal Müslümanlığın da devletleştirilmesi anlamına gelir" ifadesini kullandı.
Yeni Asya'ya konuşan Bulaç'ın açıklamalarından satırbaşları şöyle:
Risale-i Nurların devletleştirilmeye çalışılması devletçi seçkinlerin, AKP nezdinde tekrar canlanmasının bir sonucu mu?
Benim tanımlamama göre Türkiye’deki en büyük sosyal İslâmî hareket Nur Hareketidir. Nur Hareketini sadece tek bir gruba veya bir cemaate tahsis etmiyorum. Birden fazla grup ve cemaat var, fakat bütün bu grupların ortak noktası bir referansa sahip olmalarıdır. Bu referans da Risale-i Nur. Eğer Türkiye’deki İslâmî hareketi üç ana gruba ayırmak icap ederse fikri ve kültürel İslâmî gruplar, sosyal gruplar bir de siyasî gruplar şeklinde görebiliriz.
Fikrî ve kültürel grupları şahıslar temsil ediyor. Genellikle dernekler, dergiler, yayın evleri internet siteleri, vakıflar, yazarlar ve gazeteciler tarafından benimsenir. Bunlar münferit ve birbirinden kopuktur. Fakat daha çok Müslüman dünyanın zihni dönüşümünü esas alıp fikir ve kültür hareketleri ile uğraşıp kitap yayınlayıp dergi çıkarırlar. Ama asıl Türkiye’de ana gövdeyi meydana getiren şey, sosyal Müslümanlıktır. Sosyal Müslümanlık toplumun ahlâkî bakımdan takviyesini, ıslâhını esas alır. Bu sosyal Müslümanlığın içerisinde de iki ana akım var. Birisi Nur Hareketi diğeri de tarikatlardır.
Bediüzzaman Hazretleri tarikatlara karşı değildi, fakat tarikat zamanı değildir diyor. Ancak tarikatlar da Türkiye’nin bir gerçeğidir. Kent hayatı ile beraber ortaya çıkan Nur hareketinin en önemli özelliklerinden bir tanesi Cumhuriyet döneminde İttihat ve Terakki zamanından beri başlayan, fakat cumhuriyet döneminde neşvünema bulan ve bugüne kadar da varlığını genişleterek devam ettiren bir hareket olmasıdır. Gücünü; her hangi bir partiden, şahıstan değil kitaptan alıyor. Dolayısıyla Risale-i Nur kitap merkezli bir harekettir. Bediüzzaman Hazretleri vefat etti, ama hareket onunla beraber yok olmadı. Tam aksine devam etti. Devam etmesini sağlayan en önemli faktör de kitap merkezli olması, tabi bu durum hareketin motivasyonunu sürekli kılıyor. Çünkü kitap var, yayınlanıyor ve insanlar bu kitapları okuyarak İslâmî hayatlarına tatbik etmeye çalışıyor.
Bu ise devletin toplumu bütünüyle yeniden inşa etme projesine aykırı bir şey. Çünkü devletin hedefi bir toplum inşa etmek. Modern, Batılılaşmış bir toplum inşa etmektir. Bu devletin hem ulus, hem toplum inşa etme projesine karşı bütün cumhuriyet dönemi boyunca en güçlü direniş Risale merkezli hareketlerden ve gruplardan geldi. Dolayısıyla devlet daima Risaleleri ve Nur hareketini tarassut altında tutarak onu kontrol altında tutmaya uğraşmakta. Eğer imkân bulursa yasaklamak istemektedir. Yani tümden yok etmek istiyor. Tek parti döneminde Risalelere karşı uygulanan metot onu baskı altında tutup yok etmekti. Fakat çok partili hayatla beraber devlet bu metodu kullanmaya o kadar imkân bulamadı. Çünkü neticede çok kalabalık bir grup var ve bu grup aynı zamanda seçmen, yani iradesini bir şekilde siyasete yansıtıyor.
Fakat bu devletin bu asli reflekslerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Devlet fırsatını bulduğu an tekrar bu Nur Hareketini bastırmak veya kontrol altına almak istiyor. Türkiye’de son bir yıldır başlayan süreç yani 17 ve 25 Aralık’ta devlet tekrar aslî reflekslerine döndü. Devlet kendini yeniden restore ediyor. Devletin kendini restore etmesi demek, dindar grupları devletin içindeki varlığına son vermek, onları kamusal alanlardan çıkarmak ve tekrar onları kenarda marjinal hayat yaşayan gruplar haline getirmektir. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde din yoktur. Buna karşılık Risale-i Nurlar en güçlü biçimde dini bir söylem, dini bir retorik ve dini bir fikriyatı temsil ettikleri için daima devlet için ‘tehdit’ olmuştur.
Hizmet hareketi de gücünü büyük ölçüde Risalelerden almakta. O zaman nasıl Hizmet Hareketinin beşeri ve maddî kaynaklarını kurutmak üzere dershaneler, kolejler finans ve medya kuruluşları üzerinde operasyon yapılıyorsa; Hizmet hareketini ve diğer Nur Hareketlerini zaafa uğratmak için de bu sefer Risaleler üzerinde operasyon yapılmaya başlandı. Risaleleri yasaklamaları mümkün değil. Peki bunu nasıl yapacaklar? O zaman bunu devletin tekeline alalım diye düşündüler. Bu iş üzerinde çalışan uzmanlar var. Biz bu Nur hareketini nasıl zaafa uğratırız diye. Bu konu üzerinde düşünen araştırma yapan uzmanlar var. Bunlar zaman zaman bir araya gelir ve stratejiler yaparlar. Bunların buldukları formüllerden bir tanesi “mirasçılarında problem var bu problem aşılıncaya kadar bandrol verilmeyecek” ve dolayısıyla bundan sonra bakanlar kurulunun kararıyla basılacaktır. Bu Risalelerin devletleştirilmesi anlamına gelir. Bu cumhuriyet tarihinde tek parti döneminde kimsenin aklına gelmeyen bir tedbirdi. İlk defa bugünkü iktidar tarafından böyle bir yola başvuruluyor. Eğer risaleler devletleştirilirse bu Nur hareketinin ve Türkiye’deki sosyal Müslümanlığın da devletleştirilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla eğer biz Türkiye’de hukuk, ifade özgürlüğü, muhalefet hakkı gibi genel şeyleri talep ediyorsak Nurcu olalım olmayalım, Risalelerin yanında yer alalım almayalım, ama Risalelerin devletleştirilmesine karşı çıkmamız lâzım. Eğer Risaleler devletleştirilirse İslâmiyet’in kendisi de devletleştirilecek. O zaman devlet Risaleler üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunacaktır.
'Partinin, karar mekanizmaları ele geçirilmiş durumda'
Bu devletleştirme işini AKP kendi inisiyatifini kullanarak mı yapıyor, yoksa arka planda başka birileri mi var. Bunu kim istiyor?
AKP’nin ana gövdesi, seçmeni, milletvekilleri hatta bakanlar kurulu bu düşüncede değil. Burada AKP’yi kontrol eden küçük bir zümre ve klik var. Bundan önceki İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in ifade ettiği gibi AKP’nin içinde küçük bir oligarşik yapı var ve şu andaki bütün operasyonları o yürütüyor. Ben AKP’lilerin ana gövdesinin aslında bundan rahatsız olduğunu düşünüyorum. Çünkü AKP’lilerin içinde Nur hareketine karşı olan insan yok. Risaleleri ve Bediüzzaman’ı seven insanlar var. Risale-i Nurların ne kadar faydalı olduğunu biliyor. Fakat bu küçük oligarşik zümre AKP’yi ele geçirmiş, partinin karar mekanizmalarını ele geçirmiş durumda. Bunlar devletin aslî ideolojisini savunan insanlar. Bunlar dindar/ muhafazakâr Ergenekoncular. Yoksa bunu yapmayan AKP’li kesimi tenzih etmek lâzım.
İslâm âleminin uhuvvetine engel teşkil eden nedenler neler? İttihat neden sağlanamıyor?
En başta bu millî devletlerin çıkar çatışması. Milliyetçilik ideolojisi, ırkçılık, cehalet ve ekonomi de ki adaletsizlik. Bediüzzaman Hazretleri bunu üç noktada topluyor; Cehalet, sefalet ve tefrika. Bunları ortadan kaldırdığınız zaman bu sorun çözülür. Şimdi meselâ tefrikayı ortadan kaldıralım. Türklere sorun tabiî ki diyecekler, ayrılık gayrılık olmaz. İslâm birliği olsun mu, tabiî tabi olsun derler; ama bizim liderliğimizde. Aynı şekilde İran’a sorun, Mısır’a sorun aynı şeyleri söyleyecekler. Bu yanlış, ümmetin gücü kendisidir. Zaten ‘‘Üm’’ anadır, toplayandır. Bir defa bizi birbirimize düşüren budur. Neden Suriye’de anlaşılmadı? İran kendi stratejik çıkarlarını orda koruyor, Türkiye çıkarını koruyor ve olan Suriye halkına oluyor. Bütün bunların arkasında millî devlet, millî çıkar var. Bu saydığımız engeller ise İslâmî açıdan haramdır.
'AKP oligarşik yapıyla ittifak kurdu'
Risale-i Nur ve Devlet’in aslî programı arasında nasıl bir ilişki ve karşıtlık var?
Devletin doğal yapısı cumhuriyetin kuruluşunda ortaya çıktı. Bediüzzaman hayatta olduğu sürece muhalif bir şahsiyetti. Risaleleri okuyup özümseyen bir insan, başka Müslüman bir şahsiyet sahibi oluyor. Bu ise, Cumhuriyetin insan ve toplum projesine aykırı. Demokrat Partinin iktidara gelişinden sonra biraz gevşedi. Fakat 27 Mayıs’ta tekrar ağırlaştı. Adalet Partisi zamanında tekrar gevşedi. Şimdi bu son on senede bütün Müslüman gruplar AKP’yi iktidara getirdiler ve üç dönem iktidar oldu. Dindarlar devletin içine girmeye başladılar. Kamusal görevler almaya başladılar müdürler oldu, genel müdürler oldu, memurlar oldu bu gayet doğal bir şey. Tabi bu dindarların durumu devletin asli düşüncesine sahip olan küçük grubu rahatsız etti. Bunun sonucunda operasyonlarla tasfiye ettiriliyor. Buna da Hizmet Hareketinden başladılar. Ben ilk günden bunun “sarı inek, beyaz inek” meselesi olduğunu söyledim. Çünkü en güçlü hareket buydu. Eğer ona karşı operasyonu başarılırsa diğerlerine de sıra gelecek. Nitekim sıranın gelmekte olduğunu artık yavaş yavaş görmeye başladık. Diğer İslâmî ve Nur hareketleri, Yeni Asya hariç, bunun tam farkına varamadılar. Onlar zannettiler ki tek bir gruba karşı bir hareket yapılıyor. Hâlbuki bu öyle değil, bu dindarların ve dinin kendisine karşı büyük bir operasyondu. Devletin aslî refleksi demek; dinin devlete hiçbir şekilde etki etmediği, dindarların tekrar kenarda tutulduğu bir konsept demek. AKP yolsuzlukların ve rüşvetin üstünü örtbas etmek için o oligarşik yapıyla ittifak etti. AKP kendini kurtarmak için bu grupla mecburen ittifak kurdu.
Hep söylendiği gibi Cumhurbaşkanlığı siyaset üstü bir mizaca sahip olmalı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan’ın söylemleri, Cumhurbaşkanı olduktan sonra icra kurumunu nasıl bir duruma sokacak? Bu durumda yeni başbakanın vasfı ne derece fonksiyonunu koruyacak?
Bundan birkaç ay önce bugünkü cumhurbaşkanlığı yetkilerle yetinmesi kaydıyla Tayip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül’ü Başbakan, Numan Kurtulmuş’un da Dışişleri Bakanı olmasıydı. Kabinenin bugün varlığını devam ettirerek Türkiye’yi bir beş sene daha yönetmeleriydi. Fakat Sayın Tayip Erdoğan bugünkü yetkilerle bir cumhurbaşkanı olmak istemediğini söylüyor. Kendisinin gönlünde yatan şey başkanlık sistemi. Yani Türkiye’yi bir başkanlık sistemi içerisinde yönetmek istiyor. Ben Türkiye’deki başkanlık sisteminin şu aşamada mahzurlar getireceğini düşünüyorum. Güneydoğu’yu koparabilir. Çünkü başkanlık sistemi geldiği takdirde parlamenter sistem devam edemez. Yerel parlamentolar ortaya çıkar. Zaten büyük şehir yasasıyla aşağı yukarı Güneydoğu’da birçok şehir fiilen “demokratik özerkliğe” geçiyor. İdarî mahkemelerin ihdas edilmesi ve başkanlık sisteminin gelmesiyle Güneydoğu’da bir kopma meydana gelir. Kürt sorununda çözümünde mutlaka ana dilde eğitim hakkı olmalı, Kürtler kendi etnik kimliklerini ifade etmeli, sosyal refah seviyeleri yükseltilmeli; fakat Türkiye ile beraber bunun yapılmasından yanayım. Sayın Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olarak seçilirse toplumun diğer yüzde ellisiyle kavgalı halinde olacaktır. Bunu da açık açık söylüyor “ben taraflı bir cumhurbaşkanı olacağım” diyor. Yani bu durumda ondan nefret eden bir yüzde elli var. Onlarla sürekli kavga Türkiye’nin iç barışını, toplumsal huzurunu çok ciddî manada etkiler.
Tabiî bunun yanında biz başkanlık sistemini daha tecrübe etmiş değiliz. Ne türden sıkıntılar ortaya çıkacak, yürütmenin fonksiyonu ne olacak, yasama görevini nasıl yerine getirecek, kuvvetler ayrılığı sistemi devam edecek mi, yoksa bütün kuvvetler tek bir başkanda mı toplanacak bunu bilmiyoruz. Bu açıdan ben başkanlık sistemini mahzurlu buluyorum. Fakat bugünkü yetkilerle yetinirse Erdoğan’ın olmasında bir sakınca yok.
“Suriye’de iç savaşın ortaya çıkmasında Türkiye birinci derecede rol oynadı”
İsrail’in son günlerde hiçbir insanî kuralı tanımadan Filistin’i vurması ortada. Tablo vahim. Bu vahamete karşı Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini rafa kaldırmaması, bunun için somut bir tavır takınmaması yadırgandı ve eleştirildi. Türkiye’nin bu ilişkilerini devam ettirmesindeki politik gerekçeler neler?
Ben her devlet kendi milli çıkarını gözetir önermesini İslâmî bulmuyorum. Çünkü bizim millî çıkarımız Suriye’nin millî çıkarıyla çatışır ve o zaman Suriye’ye haksızlık yapabiliriz. Nitekim Suriye’de iç savaşın ortaya çıkmasında Türkiye birinci derecede rol oynadı. Neden? Çünkü Esed rejimini devirirse Suriye üzerinde Ortadoğu’da bir hâkimiyet elde edecekti. Plan buydu. Türkiye kendi millî çıkarını koruyayım derken Suriye’yi ateşin içine attı. Halbuki biz Müslümanların çıkarını düşünmek zorundayız. Ama başka din mensuplarına da haksızlık yapmadan, onlara zulmetmeden bunu yapmalıyız. Filistinli bir Müslümanın çıkarı bizim de çıkarımızdır. Şimdi Türkiye ve İsrail ilişkilerine gelecek olursak bir kere Türkiye İsrail’e karşı tavır alamaz. Türkiye’nin İsrail politikası son on üç senede şöyle şekillenmiştir: Gazze için ağla, İsrail’le iş tut. Bu “Hüseyin için ağla, Yezit ile iş birliği yap” politikası. Bu çok yanlış.
Bir kere gerçekçi olmak lâzım. Birincisi Türkiye bir NATO ülkesi. Avrupa Birliği üyelik sürecini takip ediyor ve ABD ile de müttefik. Bu üç sebepten dolayı İsrail’e karşı açıktan tavır alamaz. Ancak söylem üzerinde tavır alabilir. Fakat suyun altında ilişkiler gayet iyi gidiyor. Türkiye İsrail ilişkilerinin en iyi olduğu dönem bu on üç yıllık dönemi kapsıyor. Türk-İsrail ticaret ilişkileri en üst seviyede artarak devam ediyor, askeri ilişkiler devam ediyor, uçaklarımızın bakımını İsrail yapıyor, Kürt petrolünü ya Bakü Ceyhan ve yahut da Kürdistan Ceyhan üzerinden getiriyoruz İsrail’e satıyoruz. İsrail o petrolü kullanıyor ve başka üçüncü bir ülkeye satıyor. İsrail jetleri Türkiye’den giden petrolü kullanıyor. İsrail’in güvenliğini korumak amacıyla Malatya Kürecik’de bir radar sistemi kuruldu. Şu anda Gazze’den Filistin’e bir roket atıldığında bu roketin atıldığını Malatya’daki radar tesbit ediyor ve anında İsrail’e bildiriliyor. Şimdi dikkat ederseniz İsrail’e olan ilişkilerimiz tıkırında işliyor. Her türlü ilişkimiz yolunda, ama diplomasi alanında kavgalı görünüyoruz. Bu yanlış bir politika. Bu şekilde İsrail’e karşı çıkılmaz. İsrail’e en büyük yardımı Türkiye yaptı. Nasıl yaptı? Türkiye, Suriye’de iç savaşı çıkarmak suretiyle. Çünkü Hizbullah ve Suriye Hamas’a yardım ediyorlardı. Hamas en büyük askerî gücünü Hizbullah ve Suriye’den alıyordu. Suriye iç savaşa girip eli kolu kırılınca Hamas’ın da kolu kanadı kırıldı.
Aslında Filistin meselesi beş noktada toplanıyor. Bunlar;
1- İsrail’in 1967 öncesi topraklarına dönmesi,
2- Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönmesi lâzım.
3- Yerleşimcilerin İsrail’e gelmesine son verilmesi. Dünyanın her tarafındaki Yahudilerin İsrail’e gelişlerinin durdurulması,
4- Kudüs’ün statüsü,
5- Mescid-i Aksanın korunması.
Bu beş sorun çözülmeden Filistin problemi çözülemez. Filistin meselesi sorunun anasıdır. Aslında bütün orta doğudaki sorunların temelinde Filistin var. Mevcut halde Türkiye tek başına Filistin’e yardım edemez. İsrail’e de hiçbir müeyyide uygulayamaz. Filistin meselesinin çözümü için İslâm Birliğinin kurulması lâzım. Öncelikle Türkiye, İran ve Mısır’ın işbirliği yapması lâzım. Eğer bu üç büyük devlet iş birliği yaparsa, birbirlerine karşı liderlik iddialarından vazgeçerlerse Allah’ın izniyle Filistin sorunu çözülür.
Bahsini ettiğiniz işbirliği için Türkiye ve İran’ın mezhep ve stratejik planları bir engel teşkil etmez mi? Sünnî Türkiye ile Şiî İran’ın bir uzlaşmaya varmaları nasıl mümkün? Sonuçta geçmişte olan şeyler ortada.
Tarih kader değildir. Eğer tarih belirleyici olsaydı hiçbir müşrik Müslüman olmazdı. Hatta müşrikler Peygamber Efendimize (asm) ‘‘Biz atalarımızdan böyle gördük’’ derlerdi. Yani tarihi refere ediyorlardı. Fakat ya sizin atalarınız akıl erdiremeyen kimseler idiyse diyor Kur’ân. Bence birbiriyle savaşan İran ve Osmanlılar akılsız kimselerdi. Büyük günaha girmişlerdi. Yavuz da günahkârdı, Şah İsmail de. Onların kavgası bir din kavgası değil, iktidar kavgasıydı. Yavuz diyor ki ‘‘Dünya iki padişaha dar gelir. Ya ben ya sen.” Neden? Allah’ın arzı geniş neyi paylaşmıyorsunuz? Burada Şah İsmail Şiîliği manipüle ediyor, Yavuz Sultan Selim de Sünniliği manipüle ediyor. Hâlbuki Sünnîlik ve Şiîlik İslâm’ın mezhepleridir. Şiîler ve Sünnîler kardeş ve kardeşçe yaşamak zorundalar. İki yüz elli milyon Şiî var İslâm âleminde, biz bunları imha edemeyiz. Onlarla bir arada ve kardeşçe yaşamak zorundayız. Eğer biz devlet rekabeti açısından olaylara bakarsak kıyamete kadar Sünnîlerle Şiîler birbiriyle çatışacak ve kıyamete bu günah yüküyle gideceğiz. Türkiye ve İran’daki mezhepçilerin dışına çıkıp ümmetin birliğini korumak zorundayız. Şunun farkına varmamız gerekir ki hiçbir devlet tek başına bu bölgeye hâkim olamaz. Ne Türkiye ne İran ne de Suudi Arabistan. Hiçbir mezhep tek başına var olamaz ve diğer mezhepleri yok edemez. Tek başına bir etnik grup var olamaz. Bütün bunların İslâm dairesi içinde tekrar bir araya gelmesi gerekli. O zaman biz İran da Fars milliyetçileri ile değil, ümmetçileri ile bir araya gelip bu birliği kurmamız gerek. Ben şuna inanıyorum ki Türkiye, İran ve Mısır bir araya gelmeden İslâm birliği kurulamayacak. Nasıl Avrupa birliğinin çekirdek üç ülkesi Almanya, Fransa ve İngiltere ise ve diğer bütün devletler bu üçünün bir araya gelmesinden sonra birliği kurdularsa, İslâm birliği de bu üç ülke tarafından kurulacaktır. Kaldı ki biz İran’la Kasr-ı Şirin’den beridir savaşmıyoruz. Sürekli bir sanal savaş var. 1639’dan beri biz İranla düzgün sınırlar içinde yaşıyoruz. Diyorlar ki İran sürekli Müslümanlarla savaştı. İyi de Osmanlılar da savaştı.