Ege Kanar ve Can Dinlenmiş'in hazırladığı 'Depo: Akıl Hastanesi’nde Hayat', yapım aşaması tamamlanmak üzere olan bir belgesel. Belgesel, Türkiye’de ruh sağlığı alanında hizmet veren hastanelerin işleyişlerine odaklanıyor.
5harfliler.com'dan Kiraz Akın'ın yaptığı röportajda, İlk belgesel çalışmalarını gerçekleştiren, Ege Kanar ve Can Dinlenmiş ile bir akıl hastanesinin mekanından, mekanda duyulan seslerden, tercih edilen tedavilerden, hasta haklarından ve rızadan konuştu.
Röportaj, çekimler sırasında yaptıkları gözlemlere, edindikleri deneyimlere dayanıyor. Devletin sanki buz gibi olması şart olan, elinin, dokunuşunun çok çarpıcı bir temsili olan bu devasa kurumların işleyişlerinin mutlaka tartışılması lazım. Bu anlamda, belgesel çok önemli bir yolun önünü açıyor.
Kiraz Akın: Nasıl yerler akıl hastaneleri, kaç hastaneye gittiniz çekimler için?
Ege Kanar: Sırasıyla Manisa, Adana, Elazığ, Ankara, Samsun ve İstanbul’da Bakırköy ve Erenköy’deki hastanelere gittik. Her hastanede ortalama dört gün geçirdik. Sadece hastaneleri değil bakımevlerini de ziyaret ettik ama filmde sadece hastaneler yer alıyor.
Gittiğiniz mekanlarda birbirine benzer resimler mi gördünüz?
Can Dinlenmiş: Çok benzer evet. Hatta bir noktadan sonra öyle bir hale geliyor ki insan, hangi hastane, hangi şehirdeydik diye soruyor. Araya zaman girdiğinde Elazığ’daki bir servisi Manisa’dakinden ayıramıyorsunuz.
Kurumsallaşma biçimleri aynı olan yerler bunlar değil mi?
C.D: Evet aynen öyle.
'Bir yatak çekildiğinde tüm mekan yankılanıyor'
Biraz tasvir eder misiniz, nasıl bir yer akıl hastanesi iç ve dış mekanlarıyla?
E.K: Bir süre sonra kafanızda bir şema çıkmaya başlıyor bir servisin nasıl bir yer olduğuyla ilgili. Upuzun bir koridor hayal edin, sağında solunda genellikle altılı ya da sekizerli odalar dizilmiş. Bazı durumlarda bu odaların kapıları yok, doğrudan koridora açılıyorlar, dolayısıyla mahremiyetten söz etmek mümkün değil.
C.D: Bazılarının duvarları da yok.
E.K: Evet bazılarının duvarları bile yok. İlgi alanlarınıza dair bir şeyler yapabileceğiniz, köşenize çekilip bir şeyler okuyabileceğiniz; ya da sessiz kalabileceğiniz bir ortamdan söz etmek zor. Etrafta yataklar dışında yumuşak hiç bir şey yok nerdeyse, mekanlar genellikle fayansla kaplı.
C.D: Mobilyaların yatakların çoğu metal dolayısıyla mekanda ses olarak da garip bir hissiyat var. Bir yatak çekildiğinde tüm servis yankılanıyor. Özellikle bundan çok rahatsızlık duyan bir kişiyle karşılaştık mesela. Bir köşeye çekilmiş, kulaklarını tıkamış sesin geçmesini bekliyordu. Diğer mesele dokunma. Etrafta insanların dokunarak iyi hissedebilecekleri hiç bir malzeme yok.
E.K: Onun dışında genel şemaları da konuşulmaya değer hastanelerin. Binaların organizasyonu mesela. Servislerin iç bahçeleri oluyor, genelde yüksek duvarlar ve tellerle çevrili. Buralar hastanenin dış bahçelerinden, dışarıdan gelenlerin bulunduğu bölümlerden bu şekilde ayrılıyorlar.
Duvarların, kapıların olmamasının nedeni nedir tam olarak?
E.K: Dışarıdan kolay gözlemlenebilir olmasıyla ilgisi olabilir. Ama genel bir uygulama değil bu, her yerde böyle değil. Ancak kapıları olan odalar da çoğu zaman kilitli tutuluyor, dolayısıyla kalanlar koridorlarda oturuyorlar, yatıyorlar ya da volta atıyorlar.
C.D: Hastalar gündüz uyanık tutulmaya çalışılıyor. Gece, personel sayısı yetersizken uyusunlar ki problem çıkmasın isteniyor.
'Ziyaretler bir hafta sürüyor'
Günlük hayat nasıl akıyor?
C.D: Sabah çok erken saatte kaldırılıyorlar. Kahvaltı yapılıyor, ondan sonra ilaçlar dağıtılıyor. Sonra öğle yemeğini bekliyorlar. Üç saatte bir sigara verilen servisler de var, sigaranın hiç dağıtılmadığı servisler de. Ve aslında bütün günleri çay ve sigara içerek, televizyona bakarak geçiyor. Böyle bir rutin var. Bunlar dışında bir aktiviteden bahsetmek zor. Ziyaret saatleri de hastaneye göre değişiyor. Yakınları olanlar için haftada bir ya da iki defa ziyaret gerçekleşiyor ve bir saat kadar sürüyor.
'Kişisel eşya sokamıyorsunuz'
Kişisel eşya sahibi olabiliyor mu hizmet alanlar?
E.K: Hayır. Bu büyük bir sorun. Bir kitap, bir fotoğraf, kişisel hiç bir eşya sokamıyorsunuz içeriye. Kişisel eşya bulunduramamakla ilgili bize verilen cevaplar hep güvenlikle ilgili oldu. Mekanlar kişiselleştirilince kalanların arasında çatışmaların çıkabileceği öne sürülerek meşrulaştırılıyor bu uygulama.
Servislerden biraz bahseder misiniz?
C.D: Akut, kronik servisler, açık, kapalı servisler var. Bunlar hastane yapısına göre birbirleri ile yer değiştirerek kullanılabiliyor. Açık servisin kapısında kilit yok ve siz hastane bahçesine çıkıp dolaşabiliyor, kantine gidebiliyorsunuz. Kapalı servisler ise tamamen kilit altında. Haftanın belli günleri bir kaç saatliğine sadece iç bahçeye çıkma imkanı var. Ama bu iki tip serviste kalanlar arasında da çok keskin ayrımlar yok, açık serviste kalan bir kişi biraz sorun çıkardığında kapalıya alınabiliyor. Hatta bazı servislerde kronik hastalarla daha hafif nedenlerle orada bulunan hastaların yanyana kaldığını da gördük.
E.K: Hastanelerde adli servisler de bulunuyor. Bu mekanlar söz konusu olduğunda Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı arasında varolan bir yetki karmaşasından bahsediliyor. Aslında Adalet Bakanlığı’na bağlı yerler buralar, jandarma tarafından korunuyor. Ekipte daha önceden cezaevi izlemelerinde bulunan arkadaşların anlattığı, bu mekanların cezaevlerinden de kötü durumda oldukları. Hem suçlusunuz hem teşhisiniz var, yaklaşım da buna göre şekilleniyor.
Hastane personeli?
C.D: Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, temizlik ve güvenlik görevlileri var. Temizlik ve güvenlik işlerine bakan personel hep taşeron firmaların çalışanları. Hastaneye özel kadrolu, bu konuda özelleşmiş insanlar değil, hastanelerin ihale ile anlaştıkları firmaların çalışanları bunlar. Aynı şekilde hemşireler için de bir uzmanlık söz konusu değil, örneğin alan dışı bir hastaneden nakille gelebiliyor hemşireler. Hastalarla personelin ilişkisi kişisel düzeyde de değişiyor tabi.
E.K: Bazen hastabakıcı ve temizlik görevlilerinin aynı kişi olması da söz konusu. Bir kişi her iki işi de yapıyor. Doktorlar hiyerarşinin en üstünde yer alıyorlar tabi. Psikolog ve sosyal çalışmacı sayısı çok az. Var olanlar da genelde bürokratik işlerle uğraşmak zorunda kaldıklarını, dolayısıyla yapmaları gereken asıl işi yapamadıklarını anlatıyorlar. Ziyaret ettiğimiz hastanelerin çoğunlukla çok kalabalık yerler olduğunu gördük. Bazı servislerde yatakların odaya sığmadığını, altı kişilik odaya örneğin dokuz yatak atıldığını gözlemledik, hatta bir servisin koridorlarında bile yataklar vardı.
Belgeselin adı “Depo” buradan mı geliyor?
C.D: Literatürde böyle bir şey var, depo hastane deniyor böyle yerlere. Tedaviye yönelik olmaktan çok bu tip rahatsızlıkları olan insanları izole edip, toplumdan ayırmak gibi. Hastanelere birkaç kez girip çıktıktan sonra anlıyorsunuz bunu zaten. O insanları oraya kapatıp, dışarıyla bağlantılarını kesmek ve toplumsal düzenin bozulmasını önlemek amaç. İyileşmesi, yeniden topluma kazandırılması gibi bir durum yok. Zaten hastanedeki süreçler de buna yönelik işlemiyor. Tekrar yatış oranları yüksek, bu da onun kanıtı gibi aslında.
İstemsiz yatış sürecinden bahseder misiniz biraz?
E.K: Eğer yakınınız yoksa, iki doktorun imzasıyla yatış gerçekleşebiliyor. Çoğu zaman söz söyleme hakkına sahip değilsiniz. Şöyle bir sorun olduğundan bahsedilebilir: size bir teşhis konuyor ve o teşhis kendi adınıza karar veremeyeceğinize dair bir sonuç doğuruyor. Bu durumda sizin yerinize başka karar vericiler ortaya çıkıyor ve o hiyerarşide doktorlar en üstte yer alıyorlar.
C.D: Bir de vesayet sistemi var. Eğer kişinin kendi iradesiyle karar veremeyeceği yönünde bir teşhis konmuşsa, bu hastalara bir vasi atanıyor. Bu kişi akrabalardan, yakınlarından biri olabiliyor. Böyle biri yoksa doktora, hemşireye ya da kurum dışı kişilere, yani hizmet alanla bir kan bağı olmayan insanlara varana kadar vasilik verilebiliyor. Bu noktada vasinin kişiyle ilgili her türlü hukuksal kararı verme yetkisi var. Hasta kendi başına maaşını çekemiyor ya da imza atamıyor. Bu durumun kötüye kullanıldığı örneklerle sıkça karşılaştık.
E.K: Türkiye’nin 2009 yılında imzaladığı Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi istemsiz yatış ve istemsiz tedavinin ortadan kalkması gerektiğini söylüyor. İstemsiz yatış bir kez gerçekleştiğinde, rızanız dışında gelişebilecek, hakkında bilgi sahibi olmadığınız her türlü tedaviyi de kabul etmiş sayılıyorsunuz.
C.D: EKT (elektrokonvülsif terapi ya da bilinen adıyla elektroşok) de dahil buna. İki hekimin imza atması yeterli hastanın EKT’ye sokulması için. Doktorlar, bu tedaviyi gerekli görüyorsa hastanın zaten onay verecek durumda olmadığını varsayıyorlar.
E.K: Bu konuda RUSİHAK’ın Bakırköy’e önerdiği “kriz kartı” isminde bir model var. Buna göre önceden kriz anında size uygulanmasını isteyip, istemediğiniz tedavileri, götürülmek istediğiniz hastaneyi, görmek istediğiniz hekimi bu karta not alıyor ve sürekli üstünüzde taşıyorsunuz. Bu çok basit bir çözüm aslında.
'40 yıldır orada yatan hastalar var'
Yatış süreleriyle ilgili neler gözlemlediniz?
E.K: 21 gün gibi belirli bir yatış süresi var, bu süreyi geçirmemek aslında hastaneler için ideal olan; çünkü yatak sayısı az.
C.D: Ama kırk yıldır orada olan hastalar da var.
E.K: 1960′ların ortasında hastaneye yatmış olan hastalarla karşılaştık evet. Kronik servislerin barınak işlevi de var yani.
C.D: Kısacası yatış süreleri oldukça değişkenlik gösteriyor.
Doktorlar size neler anlattılar?
C.D: Ciddi bir kapasite sorunundan ve yetersiz fiziksel koşullardan yakınıyorlar, bir günde görmeleri gereken hasta sayısı idealin çok üstünde olduğu için hastalarla gerektiği kadar ilgilenemediklerinden bahsediyorlar. Karşılaştığımız kişilerin de çoğundan doktorların kendileriyle haftada bir ya da iki kere ortalama 5′er dakikalık sürelerle görüştüğünü duyduk.
E.K: Doktorlar, tedavi yöntemleriyle ilgili değişik görüşlere sahipler. EKT uygulamasına daha sıcak bakan hekimler de var uzak durmayı tercih ettiklerini söyleyenler de. Tedavi süresince terapi neredeyse hiç yok diyebiliriz. Tedavi genellikle ilaç üstünden ilerliyor.
C.D: Bir de performans sisteminden bahsetmek gerekir. Buna göre aldığınız maaşın büyük bir kısmı uyguladığınız tedaviler karşılığında topladığınız performans puanından geliyor. EKT uygulaması da bunlardan biri. Görüştüğümüz bir doktor sadece “performans yapmak” için EKT’ye başvurabilen hekimler olduğundan bahsetti.
E.K: Yani hekimlerin mümkün olduğunca az EKT uygulamaya teşvik edilmesi gerekirken bunun tam tersi oluyor.
Bu sisteme alternatif model olarak ne öneriyor RUSİHAK ve Depo belgeseli?
C.D: Aramızda konuştukça hepimizin hemfikir olduğu bir şey var. Bu şartlar altında iyileşmenin mümkün olmadığı. Bu kurumların “tedavi” eden yerler olduğunu söyleyemeyiz. Sadece bir kapatılma halinden bahsedilebilir.
E.K: RUSİHAK’ın önerisi, büyük bölgesel hastanelerin kapanması ve toplum temelli hizmet sağlayan bir modele geçilmesi. Hollanda, İtalya ve ABD’de örnekleri olan bir model bu. Büyük bölgesel hastanelere kapatılmadan, toplumsal hayattan koparılmadan, kişilerin bütün günlük rutinlerini belirleyen bir yapı olmaksızın, hastaların hayatları üzerine söz sahibi olabilecekleri, birtakım işleri kendilerinin görebileceği bir yapı.
C.D: Bu yönde uygulamalar da var aslında, TRSM (Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri) ya da Korumalı Evler gibi. Ancak hem hastane yönetimi, hem de doktorlar bu birimleri hastanelere bir alternatif olarak değil de taburculuk sonrası için destekleyici kurumlar gibi görüyorlar. Mevcut algı hastan’n bu sistemin merkezinde yer alması gereken ve alternatifi olmayan bir kurum olduğu yönünde.
Kadın ve erkek hastalarla ilgili ne diyorsunuz? Kadın hastaların daha incinir olabileceklerine dair bir resim canlanıyor gözümde anlattıklarınızdan.
C.D: Evet bu oldukça açık görünüyor. Bir erkek servisine girdiğimiz zaman ciddi bir ilgiyle karşılaştık hep. İnsanlar yanımıza geldiler, diyalog kurmaya çalıştılar. Sorular sordular, sigara istediler, “bizi burdan çıkarın” dediler. Bu nedenle erkek servislerindeki çekim yapmak pratik olarak daha zordu aslında.
E.K: Ama kadın servislerinde çok daha dramatik bir hava hissediliyor. Kadınlar daha içlerine kapalılar. Çoğu zaman sizi fark etmiyorlar bile. Daha yalnız ve savunmasızlar. Bu durum orada bulunmayı ve çekim yapmayı da duygusal olarak zorlaştırdı. Eldeki malzemeyi derlerken kadınlarla yapılan görüşme sayısının çok az olduğunu farkettik.
C.D: Kadınlar genellikle ya görüşme yapmayı tercih etmiyorlar, ya da görüşmenin kayda alınmasını istemiyorlar. Elimizdeki kayıtlara baktığımızda ortaya epey travmatik şeyler, örneğin bir tecavüz vakası çıkıyor. Anlatması da, dinlemesi de zor hikayeler.
E.K: Kurguya başladığımızda kadınları yeterince temsil edemeyeceğimize dair bir endişe oluştu. Durumu filme nasıl taşımak gerektiğine dair bir yöntem düşünmeye başladık. Elimizdeki görüşmelerin çoğunlukla erkeklerle yapılmış olmasının bizim tercihimiz olmadığını vurgulamak istiyoruz.