Aram Ekin Duran, Cumhuriyet'in tutuklu Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu'ya yazdığı mektupta "Evlat uğradığı ihanetin kırgınlığını anlatırken, ağır hasta olan babası ölüme yakın insanların sakinliği ve huzuru ile dinliyor evladını. Ve sonra, belki de oğluna söylemek istediği her şeyi -en çok da onunla ne kadar gurur duyduğunuiki küçük cümlede anlatıveriyor. 'Boşver, oğlum' diyor. 'Sana da aldatılmak yakışırdı'." dedi.
Aram Ekin Duran'ın Cumhuriyet'te yayımlanan (3 Mart 2017) yazısı şöyle:
Merhaba güzel abim,
Ne yalan söyleyeyim, bir yanım bu satırları okuyacaksın diye seviniyor; diğer yanım doğru kelimeleri bulmak için sancılı bir uğraş içinde. Zira, mektubun doğası gereği mahrem olması esastır. İki kişi arasında, kimseyi ortak etmeden, üçüncü gözlerden sakınarak yazılmalı mektup. Ama bu mektup öyle olmayacak.
Şartlar belli...
İşkence türleri konusunda mahir olan devlet, “mektup yasağı” ile iki ucu da yakan bir eziyet daha bulup koydu önümüze. O yüzden, sana bir gazete sayfasından “merhaba” diyebilmek ne kadar yakışıklı olsa da - satırlarımı herkes okuyacağı için - bu da bir “görüldü” damgası en nihayetinde.
Çekeceğiz mecbur. Ama ne çektiğimizi unutmayacağız.
İçeride 100 günü devirdiniz. Sizden aylar önce hapse atılanlar olduğu gibi, sizden sonra da cezaevine konan gazeteciler oldu. Sizi çeviren kalın, soğuk ve yüksek duvarların ardındaki hayat ise kederli bir hercümerç içinde.
Görüşünüze gelen yakınlarınızdan sorup da öğrendiğin gibi her şey. Sizin gibi, biz dışarıdakiler de en kısa zamanda hakkınızdaki iddianamenin tamamlanmasını bekliyoruz. Hakkınızda iddia edecekleri tek bir suç bile bulamadıkları için 100 gündür tamamlayamadıkları o iddianameyi...
Sen içerideyken, 2011’de yazdığın “Gazze” kitabını tekrar elime alıp okudum. Mavi Marmara baskınından sonra gittiğin Gazze’de tanık olduğun zulmü anlattığın o kitap, şimdi her zamankinden daha güzel bir nişan göğsünde.
Ve elbette Seraj bebek...
Gazze’deki Al Nasir Hastanesi’nde gördüğün, kalp kapakçıklarındaki sorun nedeniyle bir an önce ameliyat edilmezse yaşayamayacak olan o birkaç günlük bebek. Gazze ile ilgili katıldığın TV yayınlarında, bölgeden yazdığın haberlerde inatla anlattığın ve en sonunda iş dünyasını ve hükümet yetkililerini seferber ederek ameliyat edilmesi için özel uçakla İstanbul’a getirtmeyi başardığın Seraj bebek...
Seraj bebek kurtuldu ve tedavisinin ardından anne-babası ile Gazze’ye geri döndü. Sen bu süreçte yaptığın kamu haberciliği ile 2010 Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü’nü aldın. Ama belki de en büyük ödül, Seraj bebeğin manevi babası olarak ikinci bir evlat daha kazanmış olman oldu. O günlerde daha bu kadar yaygınlaşmamıştı “yandaş basın”. Gazze’deki haberciliğin ve Seraj bebeğin
hikâyesi, hükümete yakın TV ve gazetelerde uzun süre işlendi, anlatıldı.
O gün haberciliğini ayakta alkışlayanlar, bugün hakkında ferman yazıyor.
Oysa tarih yazılmaya devam ediyor. Ve yazı, her zamanki gibi en kati gerçekleri geleceğe taşıyacak. Sen Refah Sınır Kapısı’nda, Sur’daki hendeklerin önünde ya da Meclis koridorlarında olduğu gibi kaleminle yaşadığın çağın dürüst bir tanığı olmaya devam edeceksin.
Büyük büyük laflar etmeyi sevmem, bilirsin. İnancını, umudunu ve neşeni koruduğunu biliyorum. Duvarın öte tarafında biz de koruyoruz, bunu bil sadece.
Sevgili dostum,
Hasan Ali Toptaş’ın “Kuşlar Yasına Gider” romanını aldım sana. Çekmecemde bekletiyorum, sen çıkınca vermek için. Beğeneceksin biliyorum. Hatta okumayı bitirdikten sonra bir süre yanında taşımaya devam edeceksin. Yeni baskılarını alıp alıp sevdiklerine hediye edeceksin. Biz bir kitabı sevince öyle yaparız çünkü, değil mi...
Romanın baş kahramanı, kitabın bir yerinde, babasına, güvendiği birinin ihanetine uğradığını anlatıyor öfke içinde. Baba-oğul öteden beri mesafeliler. Bir ömür birbirlerine söylemek isteyip de söylemedikleri sözlerle dolmuş yürekleri.
Evlat uğradığı ihanetin kırgınlığını anlatırken, ağır hasta olan babası ölüme yakın insanların sakinliği ve huzuru ile dinliyor evladını.
Ve sonra, belki de oğluna söylemek istediği her şeyi -en çok da onunla ne kadar gurur duyduğunuiki küçük cümlede anlatıveriyor.
“Boşver, oğlum” diyor. “Sana da aldatılmak yakışırdı.”
Ne güzel bir laf, ne rafine bir hayat dersi, değil mi?
“Aldatan olacağına aldatılan ol, yalancı olacağına doğruyu konuş ve bedelini öde” diyor yaşlı adam, evladına.
Babanın evladına ömründen süzüp hediye ettiği bu söz, bana seni hatırlattı. Seni ve memlekette kaleminin namusu için hapis yatan tüm meslektaşlarımızı...
Çünkü bu devirde sana da “mahpus” olmak yakışırdı. Doğruyu yazıp söylemek ve bunun bedelini ödemek...
Sayfada bana ayrılan yer dolmak üzere. Artık eksik kalan ne varsa, hapisten çıkışına saklayacağım.
Hani hep denir ya, “gün gelecek bunlara güleceğiz” diye. Bana hep ters gelmiştir bu söz. Yaşamı ıskalamaya ne gerek? Doğru olan hiçbir şeyi ertelememeli insan. Şimdi güleriz, şimdi ağlarız biz. Öyle değil mi...
Şimdilik, senin cümlelerinle veda ediyorum sana. “Gazze”nin son satırlarıyla...
---------------------------------------------------
Rahat yok ne sana ne bana
Biliyoruz ikimiz de...
Bekleyeceğiz ve umacağız bir gün barış gelecek diye...
Eminim bir ödülü olacak çekilen sıkıntıların...
Ve sonunda yüzleri gülecek çocukların...”