T24 - Oya Baydar, 47 yıl önce kaleme aldığı "Savaş Çağı Umut Çağı-Bir Yirmi Yaş Güncesi" romanının yeninden yayımlanmasının ardından Siber Oran'ın sorularını yanıtlarken, kitabın yayımlanmasının risk olduğunu, 50 yıldır aynı sorunlarla uğraşıldığını dile getirdi.
Taraf gazetesinden Siber Oran'ın, Oya Baydar ile "Biz ne güzel çocuklardık" başlığı ile (22 Temmuz 2010) yayımlanan söyleşisi şöyle:
Biz ne güzel çocuklardık
Oya Baydar'ın bir dönemin devrim heyecanıyla tutuşan kuşağını anlatan "Savaş Çağı Umut Çağı-Bir Yirmi Yaş Güncesi" romanı 47 yıl sonra yeniden yayımlandı.
"50 yıldır, özünde aynı sorunlarla boğuşuyoruz ve yarım yüzyıldır gençliğe çatışmadan ve hayal kırıklıklarından başka bir dünya hazırlayamamışız" diyor Oya Baydar. O da tam 47 yıl önce 20'li yaşlarındayken eşit ve adaletli bir dünyanın hayalini kurmuştu; kendi gibi binlerce gençle... O yıllarda sosyalizm ve devrimin peşinden nice nice Cem'ler, Mehmet'ler, Ramazan'larla birlikte yüreklerinde devrimin heyecanıyla koştular. Daha sonra Oya Baydar 20'li yaşlarında Savaş Çağı Umut Çağı- Bir Yirmi Yaş Güncesi adlı gençlik romanını yazdı ve romanı 47 yıl sonra yeniden yayımlandı. O dönemde yaşanan sorunların hâlâ güncel olmasının bir yenilgi gibi yüreklere oturduğunu söyleyen Baydar, romanı 47 yıl sonra yeniden okuyacak olanların "Nerede yanlış yaptık" sorusunu soracağını düşünüyor.
Öncelikle 47 yıl önce yazdığınız Savaş Çağı Umut Çağı romanını yazan Oya Baydar'dan bahsetmenizi istiyorum. 47 yıl önce bu romanı nasıl bir ruh haliyle yazmıştınız?
İlk romanımı 17 yaşındayken yazmıştım ve galiba 1958'de Hürriyet gazetesinde tefrika edilmişti. Adını bile unuttum. Sonra bir gençlik romanı daha yazdım: Allah Çocukları Unuttu. Daha sonra da 1963'te Savaş Çağı Umut Çağı geldi. Sonra da 27 yıldan fazla bir zaman tek bir edebî satır yazmadım. Hayat ve kendi tercihlerim bambaşka yerlere götürdü beni. Romanın yayımlanması söz konusu olduğunda Savaş Çağı Umut Çağı'nı yeniden okuyunca, o yıllarda, 20’li yaşlarımda kitaptaki anlatıcı genç kız kadar karamsar ve boşlukta olmadığımı düşündüm doğrusu. Özel hayatım epeyce fırtınalıydı ama büyük bir gençlik aşkıyla dopdoluydu, öte yandan Türkiye'yi kıpırdatan toplumsal uyanışı algılamaya ve bilinçlenmeye de başlamıştım.
Yeniden yayımlama fikri risk değil miydi?
Neredeyse 50 yıl önce yazdığınız bir gençlik metnini yayımlamak risk almaktır, doğru. Ama benim bazı duygusal bağlılıklarım vardır. Günümüzde edebiyatın metalaştığı ve yayımcılık alanında da piyasa yasalarının geçerli olduğu bir ortamda, bu profesyonel olmayan duygusal bağları korumaya önem veriyorum. Sevgili Erdal Öz'ün Can Yayınevi’ne de böyle bağlıyım işte. Onlar ısrar edince, önce olmazlandım ama hayır diyemedim. Sonra metni yeniden okuyunca, güncelliği beni de şaşırttı. Günümüz gençleri bu sürekliliği görsünler istedim.
İnanç ve inançsızlık... Kitabın bütününe baktığımızda kahramanların sürekli inanç ve inançsızlığı sorguladığını görüyoruz. O dönemi baz alarak bu durumu anlatabilir misiniz?
İnanç sorunu ve inanma ihtiyacının insanın temel ihtiyaçlarından biri olduğunu düşünürüm öteden beri. İster dinsel inanç, ister bir davaya, bir ideolojiye, bir düşünceye, bir insana, hatta aşk gibi bir duyguya inanmak olsun, insan hayatını böyle anlamlandırıyor galiba. Daha da önemlisi, öznesi ne olursa olsun, inanç umudu doğuruyor. O dönemde de bugün de inanç ve umut özellikle gençliğin yaşamsal ihtiyacıdır.
Savaş Çağı Umut Çağı'nı okurken bugün olan bitene baktığımızda aslında pek bir şeyin değişmediğini görüyoruz...
Romanı yeniden okuyunca ben de hayret ettim buna. Bu kadar olamaz dedim. Demek ki 50 yıldır, özünde aynı sorunlarla boğuşuyoruz ve yarım yüzyıldır gençliğe çatışmadan ve hayal kırıklıklarından başka bir dünya hazırlayamamışız. Çatışma kültürü, savaşçılık, aşkı, dostluğu, umutları bile metalaştıran, gençliği kemiren bir düzen...
Kitap 47 yıl önce yayımlandığında 20'li yaşlarında olanlar şimdi kitabı okuduklarında sizce ne hissedecekler?
O dönemi birlikte yaşadığımız birkaç arkadaşım okudu. Benim kuşağım neredeyse 50 yıl boyunca daha iyi bir dünya için, bütün insanların ve tabii ki gençlerin daha mutlu ve umutlu yaşayacakları bir ülke için günahı sevabıyla kendince mücadele etti. Adını sosyalizm ve devrim koyduğumuz ütopyamızın peşinde; savaşın, zulmün, sömürünün sona ereceği bir eşitlik ve adalet dünyası kurmayı hayal ediyorduk. Savaş Çağı Umut Çağı'nda anlatılanların güncelliği, bir yenilgi gibi oturuyor yüreğimize. Sanırım kitabı yıllar sonra okuyanlar o günlere, yani gençliklerine özlem duyacaklar, ama "nerede yanlış yaptık" sorusunu da soracaklardır.
Kitabın anlatıcısı, ülkenin tüm yükünü omuzlamış sanki ve yine de "Bir umut belki..." diyor. Ülkede o yıllardan bu döneme onca şey oldu ve yazık ki hepsi kayıptı, acıydı... Sizce hâlâ umutlu mudur kitabın anlatıcısı ?
Umudun tükendiği yerde yaşama isteği, yaşama azmi de tükenir, en azından zayıflar. İnsanlık var oldukça umut da hep olacak. Haklısınız, 1960'lardan bu yana ülkemiz pek çok badireden geçti, hâlâ da geçiyor. Acılar çekildi, hâlâ da çekiliyor, ama ben yine de "Her şey kayıptı, anlamsızdı" diyemiyorum. Bunu söylemek kendimi inkâr olur, kendimi yok etmek olur. İncecik, zayıf da olsa bir dala tutunmak istiyorum. Güzel şeyler de oluyor, iyi şeyler de var. Mesela bugün Türkiye'de bırakın 1960'ları, 1990'larda bile konuşamayacağımız, aklımızdan geçiremeyeceğimiz konuları konuşup tartışıyoruz. Bağnazlaştırılmış küçük gruplar dışında, özellikle gençler tabuları bizim kuşaktan daha rahat aşabiliyor. Evet, çok büyük kayıplar pahasına, çok ağır ilerleniyor. İki adım ileri, bir adım geri ritminde yürüyoruz. Yine de yaşamak için umuda ve o umuda doğru yürümeye ihtiyacımız var.