Kültür-Sanat

Bir yıl önce vefat eden Çetin Altan bu akşam anılıyor

Gazeteci, yazar Çetin Altan, Caddebostan Kültür Merkezi'nde sevenleri tarafından anılacak

18 Ekim 2016 02:01

Türkiye basını ve edebiyatının duayen ismi Çetin Altan, dostları ve sevenleri tarafından vefatının birinci yılında bu akşam düzenlenecek bir tören ile anılacak.

Kadıköy Belediyesi tarafından Caddebostan Kültür Merkezi’nde düzenlenecek anma töreni, yönetmen Nebil Özgentürk ve gazeteci-yazar Aydın Engin'in katılımıyla gerçekleşecek. Tören, Çetin Altan’ın hayatına dair bir belgesel gösteriminin ardından yapılacak söyleşiyle sona erecek.

Çetin Altan’ı anma gecesi, bugün saat 20.00’de, Caddebostan Kültür Merkezi A Salonu’nda, ücretsiz olarak gerçekleşecek.

22 Ekim 2015'te 88 yaşında hayatını kaybeden Altan, vefatından dört ay önce, doğum gününde (24 Haziran 2015) Cumhuriyet için kaleme aldığı yazıda, "Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan" ifadesini kullanmıştı.

Çetin Altan, "darbeye teşebbüs ettiği" iddiası ve 'FETÖ üyeliği' suçlamasıyla tutuklu bulunan oğlu Ahmet Altan'ın 62. doğum günü için 2 Mart 2011'de kaleme aldığı yazıda da, yine aynı suç kapsamında tutuklu bulunan oğlu Mehmet Altan'ı da anarak, "Baba olmayı yeterince tam beceremediysem bile; onlara layık olmaya elimden geldiğince özendim. Babalarının yazdıklarından, hiçbir zaman utanmamalıydılar" diye yazmıştı.

Çetin Altan'ın kaleme aldığı iki yazıyı, tekrar paylaşıyoruz... 

 

Hayal ettiğim ülke bu değildi

 

Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.

Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.

Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır.

Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.

Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.

Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.

Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.

Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.

Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.

O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.

Enseyi karartmayın.

 

Bunu yazan bir rüzgâr...

 

Yıllar yıllar önceydi. Takvimler 1950 yılının 2 Mart’ını gösteriyordu.

Bendeniz Ankara’da Dr. Zekai Tahir Doğumevi’nin özel bir odasındaydım.
Kerime’cik yorgun bir yüzle yatakta yatıyor bana gülümsüyordu, yanında yeni doğmuş bir bebek vardı.
* * *
İlk kez yeni doğmuş bir bebek görüyordum.
Bebeğin yüzü yarım kurabiye kadar ve hafif buruşuk gibiydi, gözleri kapalıydı.
O, benim oğlum Ahmet Altan’dı.
* * *
23 yaşındaydım ve baba olmuştum.
Babalık bol bir elbise gibi duruyordu üstümde.
* * *
Kerime’ciği yanaklarından öpmüş, bebeği kucağıma bile alamamış:
-Oğlum, benim oğlum diye bir sevinç sarhoşluğunun dalgalarını kulaçlamayı becerememiştim.
* * *
Tam 3 yıl sonra yine aynı doğumevinde Kerime’cik lohusa yatağında yatıyor ve bana yeni doğmuş bir bebeği uzatıyordu. Mehmet Altan’ı; onu da kucağıma almayı beceremiyordum.
* * *
Hem Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuduğum, hem de Ulus gazetesinde çalıştığım yıllardı.
Ahmet’in doğduğu yıl mezun olmuştum Hukuk Fakültesi’nden.
* * *
Çok partili döneme geçilmesinden sonra, CHP’nin yanında DP’nin de seçimlere katılışının üstünden 4 yıl geçmişti.
14 Mayıs’ta gerçekleşecek seçimler için, kampanya sürüp gidiyordu.
* * *
Dağlar taşlar “Bayar-Menderes” diye inliyor, yüz binlerin toplandığı mitinglerde yeşil bayraklar açılıyordu.
* * *
Menderes, İsmet İnönü’ye yüklendikçe yükleniyor, Atatürk döneminden kalma bir gelenekle; Cumhurbaşkanı İnönü’nün, Çankaya Köşkü’nden motosikletli polisler refakatinde Cadillac arabalarda inmesini de; İstanbul’a özel beyaz bir trenle gidip gelmesini de yerin dibine batırıp çıkararak:
-Yok artık öyle pata pata motosiklet Paşa, yok artık beyaz tren Paşa diye bağırıyor ve halk yığınlarına dönerek de:
-Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz, diye yeri göğü inleten alkışlar alıyordu.
* * *
İsmet Paşa da, yanıt olarak:
-Ben onları öyle buldum, kendim yapmadım ki, diyordu.
* * *
Bendeniz ise, onca hayhuy arasında, Cebeci’deki bodrum katında Kerime’ciğin emzirdiği bebeğin ellerine dokunup, bazen de hafifçe öpüvermekten, sessiz çıngıraklı perisel bir mutluluk duymaya başlamıştım içimde.
* * *
İstanbul basını, hemen hemen silme Demokrat Parti’yi tutuyordu.
Özellikle de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman verip veriştiriyordu CHP’ye; gazetenin tirajı da hiç rastlanmadık bir patlayış göstermiş ve 20 binlerden 90 binlere çıkmıştı.
* * *
Falih Rıfkı, Ahmet Emin’e:
-5 damgalı adam, diye yazı hayatında “Milli mücadele”ye nasıl ihanet ettiğinin listesini sıralıyordu.
* * *
Ahmet Emin de, Falih Rıfkı’ya:
-6 damgalı adam, diye; daha da aşağılayıcı yanıtlarla, polemiği sürdürüyordu.
* * *
1953’te Menderes:
-Milletin malını millete iade ediyoruz gerekçesiyle, Ulus gazetesine el koymuştu.
* * *
Nihat Erim, “Yeni Ulus” adıyla, Denizciler caddesinde; CHP adına değilse de, kendi adına; Ulus’u devam ettirmeye çalışıyordu.
* * *
Ahmet Altan, hem yürümeye, hem konuşmaya, hem de kapının önündeki çayırlıkta oynamaya başlamıştı.
Bazen dayanamaz, öğleleri bile giderdim onu görmeye.
* * *
Ahmet, beni görünce koşarak gelip, oralarda dolaşan birkaç kuzuyu göstererek; korka korka:
-Kuzu beni yiyecek baba, diye bana sarılırdı.
* * *
Ahmet’le Mehmet, sonra da kızım Zeynep...
Sanırım yan bilincimde -kendi uğraş alanımda- onlara “layık olabilme” özeni de vardı.
Babalarının yazdıklarından, hiçbir zaman utanmamalıydılar.
* * *
1950 yılının 2 Mart’ında aklıma mı gelirdi, 2011’in 2 Mart’ında; biçimi değişmiş olsa da, doğduğum mekânın en üst katındaki kapı komşum Ahmet Altan için, doğum gününü kutlayan bir yazı yazacağım?
* * *
3-5 gün önce, Ahmet’in torunu Leyla’cık; annesi Sanem Altan’la, yine komşumuz olan halaları Zeynep Bakan’ın evine gelmişler.
4 yaşına yeni basan Leyla’cık, eline verilmiş telefonla bendenize:
-Büyük dedeciğim seni çok seviyorum, diyordu.
* * *
Bendenizin de yüreğim, su kesilip o minik sese doğru akıyordu.
* * *
Bir kalem kâğıtla, bizim pancar motorunu; 60 yılın dalgalı, fırtınalı, tayfunlu denizlerinden geçirerek, ömür takviminin son yapraklarına doğru geldik.
* * *
Baba olmayı yeterince tam beceremediysem bile; onlara layık olmaya elimden geldiğince özendim.
* * *
Ahmet Altan, yaş günün kutlu olsun.
Garip bir rastlantı, Solmaz Kamuran’ın da bugün yaş günü; hiç kutlamadan olur mu?
* * *
Tekerlememsi bir deyim vardır:
-Bunu yazan bir rüzgâr, kendi gitti ismi kaldı yadigâr, diye.
* * *
O kadarcık bir yadigâr dahi kalmıyor bazen; bilinemez ki...

 

2008'de Erdoğan'dan ödül almıştı

 

Çetin Altan, “2008 Yılı Kültür Sanat Büyük Ödülü”nü dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'dan 2 Şubat 2009'da almıştı.

Erdoğan, burada yaptığı konuşmada “Türkiye artık Çetin Altan’ı 300 kez yargılayan bir ülke değil’’ demişti Erdoğan, “Eğer eleştiriye tahammül edemezseniz ileriye gidemezsiniz” demişti.