Yasemin Çongar
(Taraf, 14 Temmuz 2012)
Tılsımı, nereden geldiğini keşfedemediğimiz bir tanışıklık hissiyle tez bozulan karşılaşmalar sarsar bizi. Yeni olana duyduğumuz merak nasıl iç kamaştırıcıdır oysa; henüz dinlemediğimiz hikâyelerin bizi bir girdab gibi sarmalayarak içine çektiği o gölgeli tünelde kaybolmaya nasıl da hazırızdır. Ama ben, kaldığım yerden devam ettiğim hissini veren başlangıçları da severim. Bilinmeyenin cazibesine kapılarak kıyısına vardığımız her adada, bildiğimiz lezzetlerle kabarmış bir iştahın tatminini arıyoruz nihayet. Durulmak için dalgalanmak gibi bir şey bu; kokusunu hatırladığımız sıcak bir kucak var sanki, bizi sarmalasın istediğimiz sıkı bir kundak, gözü kapalı atladığımız her uçurumda içine dönmek istediğimiz karanlık bir rahim var. Bütün o heyecan bir eski huzur için... Ve gün geliyor, senin de aynı yerden kanadığını hiç konuşmadan bilen birine rastlıyorsun.
Hüzne haksızlık etmek pahasına
Kendinden daha ünlü olan, daha çok okunan, daha çok dile çevrilen kocasından daha iyi romanlar yazdığını, dermanı içine katlanmış bir muska gibi göğsünde taşıyan kadının denemelerini okuyorum şimdi: Living, Thinking, Looking (Yaşamak, Düşünmek, Bakmak). 1955 doğumlu Amerikalı yazar Siri Hustvedt, denemelerinin üç ayrı başlığı çağırdığını hissettiği için bu adı vermiş yeni kitabına. Hustvedt’in “yaşamayı,” yani kendi hayatını, çocukluğunu, ailesini, esrarına kapıldığı bedeniyle beynini, evcil ve yabani hallerini anlattığı denemelerle başlıyor kitap; oradan “düşünmeye,” yani hayallere, hayalleri mümkün kılan hatıralara, ve her ikisinden ortak bir hakikat yoğurmaya çalışan duygulara geçiyor; sonra nihayet “bakmaya” başlıyor, bakarken görmeyi, gördüklerini adlandırmayı, asılla sûret arasındaki ilişkiyi deşerek ötekiyle bakışmayı deniyor.
Gazetedeki masamda, iki toplantı arasına sıkıştığını kendime unutturarak bir an için sonsuz kılmaya çalıştığım bu azade zamanda, Hustvedt’in denemelerini anlatan bir deneme yazmayı denemenin cazip olduğu kadar fuzuli bir yanı da var, biliyorum. Yazının kudreti, biraz da yazarın çıplaklığıyla ilişkili bir şey zira. Kalabalığın içinde kendine “saygın” bir yer, “makbul” bir şekil, “güçlü” bir benlik, “övünülecek” bir öznellik yaratma sevdasından vazgeçebildiği ölçüde iyi yazıyor insan. Hustvedt’in, “felsefi bir duruş” olarak sımsıkı sarıldığını kitabın başında ilan ettiği birinci şahıs anlatımında ise sürekli bir soyunma gayreti var sanki; hep eksik kalan ama hiç vazgeçmediği bir çabayla, tenini, etini, yaralarını göstermek istiyor bize. Bu yarı çıplaklık hali, okurla yazar arasındaki ilişkinin gerilimini olduğu kadar hüznünü de belirliyor. Hustvedt’in “Yazarken kendimi zan altında bırakmak istiyorum” diyerek sergilemeye çalıştığı öznelliğini, şimdi benim “eldivenli” kelimelerimden takip etmenizi istemek her şeyden çok bu hüzne haksızlık belki. Yine de deneyeceğim.
Cevapların heyelanına kapılmadan
Sadece kendime sorduğum, ve belki bu yüzden, belki de muhtemel cevabından daha çok sevdiğim için cevaplayamadığım bir soru yıllardır zihnimde dönüp durur: “Yaşadıkça soruları mı çoğalır insanın, cevapları mı yoksa?” Aslında cevabı pek merak etmiyorum. Genel olarak cevapları, sorulardan daha az merak ediyorum galiba. Bana sağlam cevaplar veren kitapları, geride ısrarlı sorular bırakan kitaplardan daha çabuk unutuyorum.
Hustvedt’in denemeleri cevaplarla yüklü. Ama aynı zamanda, talepkâr ve tatminsiz soruların kadrini bilerek yazıyor. Sorarak, sorular etrafındaki terennümünü kesin cevaplarla kıvama getirmekten bir adım geri durarak yazıyor. Sorular malûm; Hustvedt “insan olmanın ne anlama geldiğine ilişkin sonsuz bir merak” diye tarif ediyor onların kaynağını ve birkaçını sıralıyor: “Nasıl görür, hatırlar, hisseder ve diğer insanlarla nasıl ilişki kurarız? Uyumanın, rüya görmenin, konuşmanın mânâsı nedir? Benlik kelimesini kullandığımızda neden bahsediyoruz?” Bütün çağların, kendine özgü klişelerle, kabullerle, halk inanışı ve dogmalarla bu soruları cevaplama iddiasında olduğunu hatırlatıyor sonra; “Yaşadığımız çağ da farklı değil” diye ekliyor, “esasen, cevapların içinde boğuluyoruz.”
Cevapların ortasından yüzerek geçme çabası olarak da okunabilir Living, Thinking, Looking. “Çözümlerin çokluğuna rağmen, kim olduğumuz ve bu hale nasıl geldiğimiz meselesinin sadece beşeriyet açısından değil bilimler açısından da hâlâ ucu açık sorular olduğunu hatırlamamız önemli” diyor Hustvedt; cevaplar denizine atlarken daha iyi bir cansimidi düşünemiyorum.
Buber ve arzu üzerine çeşitlemeler
“Arzu bir duygu gibi çıkar ortaya, bir kıvılcım ya da bedenin içindeki bir bomba gibi; ama her zaman bir şeyin açlığıdır o ve her zaman bizi başka bir yere, (gerçekte) eksik olan şeye doğru fırlatır.” Hustvedt, “yaşayan” denemelerinden birine böyle giriyor. Başlığı: “Arzu Üzerine Çeşitlemeler: Bir Fare, bir Köpek, Buber ve Bovary.” Az sonra söz, içinde ne bulmayı istediğimizi bilmeksizin bir şeyler aradığımız loş kuytularımızda gezinmeye başlayacak: “Arzu, hedeften yoksun da olabiliyor. Benim bazen, ne istediğimi merak ettiğim olmuştur. Nesnesini henüz adlandıramadığım müphem bir arzu kendini hissettirir – vücudumda bir huzursuzluk, muhtemelen açlık, muhtemelen belli belirsiz bir erotik iştah kımıltısı, muhtemelen yeniden yazma ihtiyacı ya da yeniden okuma ya da başka bir şey okuma ihtiyacıdır ama işte oradadır; içimdeki bir güç adını koyamadığım bir tatmine doğru iter beni.”
Orada olan nedir? Arzularımızın kaynağı nedir? Bu soruların, Amerikalı sinirbilimci Jaak Panksepp’in aklına “merak-mânâ” ilişkisini getirdiğini Hustvedt’ten öğrendim. Bütün memelilerde, Panksepp’in “arayış sistemi” adını verdiği nörolojik bir mekanizma var; farelerle insanlar aynı “içsel hevese” sahip ve bu hevesi kadim nörokimyasal etkileşimler belirliyor. “Bu kimyasal süreçler, yeryüzünde refakatçimiz olan yaratıkları, kendi dünyalarını gayet enerjik biçimde araştırıp keşfe çıkmaya, mevcut kaynakların peşine düşmeye ve çevrelerinin içinde barındırdığı ihtimalleri kavrama gayretine sevkeder. Bizi de dünyayla aktif bir ilişkiye sokan ve muhtelif şartlardan bir mânâ süzmeye yönelten dürtü aynı sistemdir.”
“Merak” velhasıl, “gelişmiş” hayvanların beyin devrelerinin ürünü; Panksepp bunu “hedefsiz bir dürtü” olarak tanımlıyor. Ama Hustvedt’in araya girmesiyle hatırlıyoruz ki, hedefsiz bir dürtüyle parçası olduğumuz işlerden ve ilişkilerden “mânâ süzme” çabamız insan beynine özgü daha karmaşık devreleri gerektiriyor. Arzunun merkezinde hep merak var; beyinsel faaliyetimiz meraktan mânâya doğru evrildiğinde ise arzumuzun nesnesinden uzaklaşmaya başlıyoruz. Panksepp de Hustvedt de böyle demiyor ama, “bir şeyi adlandırıp anlamlandırdığımız ölçüde daha az arzuluyoruz” bence.
Hustvedt’in Viyana doğumlu İsrailli filozof Martin Buber’e (1878-1965) reverans yaparak şöyle bir dokunduğu birbirine karşıt iki ilişki biçimi olarak “Ich-Du” (Ben-Sen) ve “Ich-Es” (Ben-O) üzerine biraz düşününce, Buber’in çocukluğunda bir atın başını okşarken hissettiği hazzın, bu hazzın farkına vardığı anda azalmaya başlamasını anlıyorsunuz. “Ben,” karşıdakini “Sen” olarak görmekten uzaklaşıp, “Sen”le ilişkisi üzerinde düşünmeye ve kendini, yani “Ben”i, “Sen”le ilişkisinin parçası olarak, üçüncü tekil şahıs gibi, yani “O” gibi görmeye başladığında, arzuların bereketli arazisinden de çıkmaya başlıyoruz sanırım.
Hustvedt’in deyişiyle, “öteki ile diyaloga dayanan bir hayattan, monologa ya da teemmüle (reflexion) dayanan bir hayata” çekilmek bu. Teemmülünüzün nesnesi, yani sadece bakmak, görmek, işitmek yerine üzerinde etraflıca düşünüp, benliğinizin aynasından yansıyan sûretinde içselleştirmeye başladığınız varlık, arzunuzun o bâkir nesnesi değil artık. Bunu ben söylüyorum. Ama arzudan ziyade ilişki üzerine kafa yoran Buber de, üzerinde etraflıca düşündüğümüz bir “öteki”nin, zihnimizde artık sadece “bizim bir parçamız olarak” varolmaya başladığını ve bu monologun, “öteki”nin gerçek bilgisine erişmeyi giderek imkânsızlaştırdığını yazıyor.
Buradan, arzunun ve aşkın geçiciliğini beynimizin kimyasına bağlayıp, dibinde ergeç vurgun yiyeceğimiz bir cevaplar denizinde kaybolmak ne kolay olurdu. Neyse ki, soruların saltanatı ve o saltanatın ebedi payitahtı olan edebiyat var.
Hakikatli bir iş olarak yazmak
Philip Kaufman’ın nedense iki yazarı da, klişelere uygun birer karikatüre dönüştürerek eksiltmeyi hem onlara hem okurlarına reva gördüğü Hemingway and Gellhorn filminde, Ernest Hemingway o meşhur sözünün yarım halini Martha Gellhorn’a söylediğinde, sözün hakikati de istihzası da eskimiş geliyor kulağa: “En iyi yazarlar yalancıdır.” Hustvedt’in “The Real Story” (Gerçek Hikâye) adlı denemesi, Hemingway’i hiç anmasa da bu söz etrafında dönüyor. Hatıratla kurgu, otobiyografiyle roman arasındaki ilişkiyi düşünürken, hafızanın kırılganlığı üzerinde duran Hustvedt, hatırlamanın “yaratıcı” bir faaliyet olduğunu anlatıyor: “Algı gibi hatıra da pasif bir geri çağırma eylemi değil, hayalgücünü devreye sokan aktif ve yaratıcı bir süreçtir. Hepimiz daima kendi geçmişlerimizi yeniden icat ediyoruz ama bunu kasten yapmıyoruz. Yanılgı, ne denli büyük olursa olsun, yalancılıkla aynı şey değildir. Yalan söylediğimizde bunu biliriz. Yalan söylemek bir tür çifte idrak halidir. İki ayrı ifade söz konusudur: Biri söylenen ya da yazılan, diğeri söylenmeyen, kayda geçmeyen ifade.”
Hustvedt, bir dönem yayın dünyasını çok meşgul eden “hatırat yalanları” tartışması vesilesiyle girmiş konuya ama ben asıl, onun sözü edebiyata getirmesini sevdim. En iyi yazarların “yalancı” olduğu iddiasına isyan ederek yapıyor bunu; en iyi romanların, son tahlilde, “yalan” söylemediğini biliyor çünkü. Edebiyatın uydurulmuş gerçeğinin okuru inandırmakla kalmayıp, dönüştürmeye de başladığı bir yer var ve o yere varmak biraz da yazarın çıplaklığıyla ilgili bir şey. Yazarın zırhı ne kadar kalın ve sertse, yazının sahiciliği de o kadar tül, o kadar buhar... Hustvedt ise şöyle anlatmış: “Roman yazarken yaptığım iş, bir hatırayı kazıp çıkarmaya çok benzer, varlığımda bir yerlerde gömülü duran ‘gerçek’ hikâyeyi bulmaya gayret ederim ve onu bulduğum zaman, sahici olduğu hissini verir bana. Ama yanlış olan pasajlar da yazdım ben; insanayalanmış duygusu veren pasajlar; ve böyle zamanlarda, onlardan vazgeçip yeniden başlamam gerekir. Kurguladığım hikâyenin gerçeğini, içimde kendi hatıralarımla bağlantılı olan duygusal hakikatle kıyaslayarak ölçerim ben. Romancıların ‘profesyonel yalancılar’ olduğu fikrine isyanım bu yüzden.”
Cesaretli bir iş olarak okumak
“İkra”yla bitirmek istiyorum; ilk emre dönerek, okuyarak. Hustvedt’in kitabını, kelimelerini benim için peşinen “tanıdık” kılan, bana onun zihnindeki oyunlara herhangi bir yerinden dahil olabilecekmişim inancı veren tuhaf bir kardeşlik duygusuyla, sanki aynı tohumdan döllenip aynı rahimden çıkmışız, aynı yerlerden kanayarak büyümüşüz hissine kapılarak okudum. “On Reading” (Okumak Üzerine) adlı deneme ise, sanırım, bir yandan bu hissi pekiştirirken bir yandan da ona meydan okuduğu için etkiledi beni. Yazıda huzurun tehlikeli bir şey olduğunu hatırladım.
“Okumak,” diyor Hustvedt, “tercüme halindeki algıdır. Bir alfabenin hareketsiz işaretleri zihinde yaşayan anlamlara dönüşür.” Başka bir yerde devam ediyor: “Okurken, içimden konuşma kabiliyetimi kullanırım. O an, kafamdaki sese dönüşen yazarın kelimelerini kendimin kılarım. Bu yeni ses, okudukça kavradığım ve benimsediğim kendi ritimlerine, duraklarına sahiptir. Metin hem içimde hem dışımdadır benim.” Sonra başka bir yerde, yazarla okur arasında mesafeli bir “Ich-Du” (Sen-Ben) ilişkisinin zorluğunu düşündüren bir fikir ekliyor: “Öznelerarası bir iştir okumak—yazar orada yoktur ama kelimeleri benim iç diyalogumun parçası olmuştur.” Ve nihayet, sadece yazmanın değil, okumanın da illâki “yeni, huzursuz ve cesaret gerektiren” bir iş olduğunu benim gibi size de hatırlatmasını dilediğim şu cümleler kalıyor geriye: “Kitaba açık olmak hayatî önemdedir. Ve açık olmak, en basit haliyle, okuduğumuz şey vasıtasıyla değişmeye gönüllü olmaktır… Kitaplar, yazarın kelimeleri ve sayfada bıraktığı boşluklar ile onları, gerçekliğin kendinde cisimleşmiş haliyle iyi-kötü yeniden icat eden okurları arasında yapılır. Daha çok okudukça, daha çok değişirim… Çoğu yıllardır ölü olan ötekilerin sesleri yerleşir içime. Ölüler konuşur, bağırarak ve fısıldayarak, şiirlerinin ve nesirlerinin müziğiyle konuşurlar. Kitapları, resimler ve kelimelerle hatırlarız ama onlar aynı zamanda bilinçaltımızın tuhaf, değişken odalarında yaşar giderler.”
(Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.)