*Çağrı Mert Bakırcı
Tüm Dünya'da modern bilimin en önemli parçalarından biri olan evrimin kabul edilirliği giderek artıyor. İnsanlar evrimsel biyolojinin detaylarını öğrendikçe, yıllar yılı meydanları dolduran "yaratılışçı" ve evrim karşıtı akımların hiç de söyledikleri gibi bir kavram olmadığını, son derece basit ve anlaşılır bir doğa gerçeği olduğunu kavramaya başladılar. Bu da, akıllarda şu önemli sorunun doğmasına neden oluyor:
"Eğer evrim gerçekse, yaratılış yalan mı? Yani biz yaratılmadık da, evrimleştik mi?"
Bu sorunun altında yatan ana soru, bir yaratıcı süpergücün varlığı ile ilişkilendirilir. "Eğer yaratma olayı varsa, bir yaratıcı da olmalıdır." düşüncesi, teolojinin asırlardır kullandığı felsefi bir argümandır. Her ne kadar bu ikisi arasında yakın bir ilişki olsa da, yaratılma sözcüğünün özünde ifade ettiği eylem ile yaratma eyleminde bulunduğu iddia edilen süpergüç arasında aslında o kadar da sıkı sıkıya bir ilişki olmayabilir. İzah edelim:
Modern bilim sayesinde bugün biliyoruz ki, Evren içinde var olan hiçbir varlık, ister bir süpergalaksi kümesi olsun, isterse insan veya fil gibi bir canlı; yoktan, birdenbire, puf diye var olamaz. Evren içindeki her şey, çeşitli süreçlerden geçerek var olur. Bir yıldız veya bir gezegen, kendisinden önce gelen fiziksel maddenin kütleçekim yasası çerçevesinde belli bir merkez etrafında toplanmasıyla oluşur. Yağmur, karasal suların buharlaşması ve gökyüzünde yeniden yoğunlaşması sonucu yağar. İnsan ve diğer tüm canlılar, kendilerinden önce gelen atalardan evrimleşerek var olmuşlardır - ve bu ataları tek hücreli en basit canlımsı varlıklara kadar takip etmek mümkündür. Tüm bunlar, var oluşun sıçramalarla değil, süreçlerle oluştuğunu göstermektedir.
Peki bu bilimsel gerçekleri kabul edeceksek, yaratılışı nereye koyacağız?
Öncelikle, yaratılış sözcüğünün sözlük anlamına bakalım:
1- Yaratılma işi
2- Tanrı tarafından yoktan var edilme işi
Olmayan bir şeyi yoktan var etmek?
Tanımlardan ikincisi, bilimsel bir perspektiften bakıldığında sorunlu olan tanımdır. Bir şeyi yoktan var etmek, genellikle o şeyin "birdenbire, puf diye, süreçlere tâbi olmaksızın var olmasını sağlamak" anlamında kullanılmaktadır.
Ancak Evren'deki unsurların yoktan, birdenbire var olmadıklarını biliyoruz. Az önce de izah ettiğimiz gibi, cansız veya canlı bütün varlıkların çeşitli doğa yasaları çerçevesinde ilerleyen süreçlerden geçerek var olduklarını biliyoruz. Bu durumda, eğer ki yaratılış sözcüğü bu tanımıyla kullanılıyorsa, bilimsel gerçekler ve verilerle çelişen bir argüman sürdürülüyor demektir. Bu anlamıyla yaratılışın gerçek-dışı bir iddia olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Klasik anlamıyla yaratılış bilim dışıdır!
Yaratılışın bilim-dışı bir iddia olmasının bilim uygulamaları çerçevesinde de basit bir nedeni vardır: Bir şeyin var olmasından ötürü var edildiğini söylemek, o şeyin nasıl ve neden var olduğunu izah etmeye yaramamaktadır. "İnsan yaratılmıştır." demek, "İnsan vardır." demekten farksızdır. Bu ifade; bir gözlemdir, bir tespittir, bir gerçektir.
Ancak gerçekler (veya doğa yasaları, kanunlar), buradaki yazımızda da izah ettiğimiz gibi, bize fazla bir bilgi vermezler. Sadece var olanın gözleminden ve ifadesinden ibarettirler. Çünkü bilimde sadece tespitlerde bulunmayız. Bir tespitte bulunduktan sonra, o tespitin öznesinin neden ve nasılo şekilde olduğunu izah etmeye çalışırız. Yani teoriler geliştiririz; yasa ve kanunların ötesine geçer, onların neden ve nasıl çalıştığını anlamaya çalışırız. İşte bir unsurun yaratılış ile izah edilmesi, bu temel bilimsel mekanizmadan yoksundur. Bu nedenle yaratılış, bilimsel bir açıklama olarak kabul edilemez.
Şöyle düşünün: Hayatınızda mutlaka bir çocuğun ardı arkası kesilmeyen "Neden?" sorularını duymuşsunuzdur. "Bir kuş ötüyor." gibi basit bir gözlemden yola çıkarak, durmaksızın bu soruyu sorabilirsiniz. "Kuş neden ötüyor?" Dişilerini etkilemek için. "Neden dişilerini etkilemek zorunda?" Üremek için. "Neden ürüyor?" Varlığını sürdürmek için. "Neden varlığını sürdürüyor?" Canlılığın en temel özelliklerinden birisi olduğu için. "Neden canlılık var?" İnorganik kimyasalların organik ve karmaşık yapılı kimyasallar üretebiliyor olmasından ötürü. "Neden inorganik kimyasallar var?" Yıldızların var olmasını sağlayan süreçlerde çok çeşitli elementler oluşabildiği için. "Neden yıldızlar var?" Evren'deki madde, kütleçekimi etkisiyle belirli noktalarda öbeklendiği için. "Neden kütleçekimi var?" Evren'deki uzay-zaman dokusunun büyük kütleli cisimler etkisiyle büküldüğü için. "Neden uzay-zaman dokusu var?" Evren'in var oluşundan ötürü. "Neden Evren var?"
Hangi gözlemden başlarsanız başlayın, durmaksızın "Neden?" veya "Nasıl?" sorusunu soracak olursanız, Evren'in başlangıcına ve temellerine kadar ulaşabilirsiniz. Bu noktada ise bilimin şimdilik sağlam şekilde verebildiği cevapların sonuna geliriz. O noktadan sonra kimisi "Bilmiyorum." der, kimisi ise "Tanrı yarattı." der. Bu iki cevap arasında dikkate değer pek bir fark olmasa da; ikinci cevabın bilimsel bir sorunu vardır: Bu cevabı vermek için, illâ bu kadar geriye gitmeye gerek yoktur. "Kuş neden ötüyor?" sorusundan hemen sonra "Tanrı öyle yarattı. cevabı verilebilir, geriye kalan soru silsilesi sonlandırılabilirdi. Ama bunu yapacak olursak, bilimsel araştırma ve sorgulamanın tamamını çöpe atmamız gerekirdi. Çünkü her sorunun cevabı, birebir aynı yanıt olurdu:
"Tanrı öyle yarattı."
Bunun kabul edilemez olduğu; kabul edilmesi durumunda hayat kurtarıcı tıptan, uzayın derinliklerine uzanan teknolojiye kadar bilimsel bilgi birikiminin ürünü olan her şeyin çöpe atılması gerektiği anlaşılır. Çünkü temel meraklarımız ve bu meraklardan yola çıkarak icra ettiğimiz bilim olmasaydı, günümüzdeki hiçbir teknoloji ve ürün mümkün olmazdı. Bir timsahın derisindeki kimyasalların neden o şekilde olduğuna dair saf ve bir ürün üretme amacı gütmeyen bilimsel merakımızın, kanserin tedavisi olma potansiyeli olan ilaçlara dönüştüğü düşünülecek olursa, en temel "Neden?" sorularının modern teknolojimizi ve medeniyetimizi inşa ettiğini anlayabiliriz. Bu durumda, herhangi bir evrede verilen "Tanrı öyle yarattı." cevabı, sadece işlevsiz değildir; aynı zamanda bilimsel ilerlemeyi engellemesi bakımından gerici akımların önünü açan bir cevaptır. Bu konuyla ilgili olarak aşağıdaki videomuzu izlemenizi tavsiye ederiz:
Yaratılışı Bilimle Sınamak...
Eğer dürüst bir şekilde bilimsel olmak istiyorsak, "Tanrı öyle yarattı." sorusuna ilaveten şu soruları da sormalıyız: Tanrı neden öyle yarattı? Yaratılma eylemi nasıl çalışmaktadır? Yaratma eylemini test etmek mümkün müdür? Farklı bir yaratma mümkün müdür? Yaratma eyleminde hayal gücü, düşünce, fikir gibi nörobiyolojik temeller bulunmakta mıdır? Yaratma eylemi durdurulabilir mi? Yaratma eyleminde bulunan da yaratılmış mıdır? Onu yaratan da yaratılmış mıdır?
Yaratma eylemini yoktan, birdenbire var etme şeklinde algılayacaksak, kuşun ötmesi konusunda olduğu gibi, bu yaratma eylemini de bu ve bunun gibi yüzlerce soruyla irdelemeli, deneyler yapmalı, testler üretmeli, tüm detaylarını anlamaya çalışmalıyız. Ancak bunu yapamamaktayız; çünkü yaratılış bilimsel bir temele sahip olmadığından, test edilebilir ve yanlışlanabilir bir argüman da değildir. Bu nedenle yaratılış, her daim din ve felsefe gibi bilim harici alanların ilgi alanında olmuştur. Eğer bir kişi, bu felsefi bir pozisyon olarak görüyor ve bilimsel gerçeklerin önüne geçirmiyorsa, elbette sorun yoktur. Sonuçta bir kişinin iç dünyası, sadece o kişiyi ilgilendirir. Ne yazık ki yaratılışın yoktan, birdenbire, puf diye var etme anlamı, geleneksel olarak bilime karşı bir argüman haline getirilmiş, evrim gibi temel gerçeklerin halk tarafından anlaşılmasının önüne geçmek için bir araç olarak kullanılmıştır. İşte bu da, çok temel birçok sorunun önünü açmaktadır.
Boşlukların Tanrısı
Geleneksel yaratılış algısı, sadece bilimsel olmamakla kalmamaktadır; aynı zamanda tanrı kavramının altını oymaktadır. Zira yaratılışı "nasıl var olduğunu bilmediğimiz bir şeyin yoktan, birdenbire yaratılması" olarak kabul etmek, Tanrı kavramını ister istemez "bilim tarafından henüz bilinmeyenleri açıklamak için kullanılan joker cevap" olgusuna, yani boşlukların tanrısı kavramına itmektedir.
Şöyle düşünün: Kuşun ötmesinden yola çıkarak başladığımız silsileyi herhangi bir noktada "Tanrı öyle yarattı." ile durdurabileceğimizi söylemiştik. Bu, kendi başına gerçek bir cevap olmasa da, soru sorma ilgisini köreltip, silsileyi durdurmak için yeterlidir. Ancak aynı şey, "(Henüz) Bilmiyorum." cevabı ile de yapılabilirdi. Bir şeyi bilmiyorsanız, karşınızdaki kişi size onunla ilgili soru sormayı bırakacaktır.
Bu durumda, "Tanrı öyle yarattı." ile "Henüz bilmiyoruz." cevabı eşlenik cevaplar olmaktadır. Bu da, kendisine fazlasıyla anlam yüklenen ve sayısız kültürel inancın temelini oluşturan yaratıcı tanrı kavramının, sadece bir şeyin nasıl olduğunu bilmediğimizde kullanılabilecek bir cevap haline gelmesine neden olmaktadır. Felsefede buna boşlukların tanrısı adı verilmektedir. Nerede bir boşluk, bir bilinmez varsa; onu "yaratıcı" ile ilişkilendirip, merakın peşinden gitmek yerine işin içinden sıyrılmak mümkündür. Bu yapıldığında, cevap verilmiş olmaz. Cevap ötelenmiş olur. Bu durum, birçok filozof tarafından tanrı kavramının altını boşaltan, modern olmayan bir yaklaşım olarak görülmektedir.
İşte daha modern düşünce akımları, bu antik yaklaşımın ötesine geçme çabasına girmişlerdir. Kişiler, yaratılış sözcüğünün anlamını değiştirerek, kendi iç dünyalarında bilim ile yaratılışı buluşturma yoluna gitmişlerdir. Gelin biraz bunun nasıl yapıldığına bakalım:
Yaratılış ile bilimi (ve evrimi) buluşturma
Geleneksel yaratılış algısı ile bilim arasındaki uyuşmazlığın yarattığı temel ve büyük sorunların farkında olan modern din felsefecileri, bu tanımın bilimsel gerçeklerle uyumsuz ve eski bir tanım olduğunu kabul etmeye başlamışlardır. Bunun yerine yaratılışı, her nasıl olursa olsun varlık haline geçme şeklinde daha genel ve var oluş süreçlerini dışlamayan bir düzleme çekme çabasına girmişlerdir. Bunu anlamanın güzel bir yolu, yaratma sözcüğünün ne anlama geldiğine bakmaktır. Türk Dil Kurumu şöyle diyor:
Olmayan bir şeyi var etmek
Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şeyi ortaya koymak, yapmak
Olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak
TDK, sözcüğün yaygın olarak kullanılan tüm anlamlarını doğru bir şekilde tespit edip ayrıştırmayı başarmış. Bu üç tanım üzerinden giderek, sorumuza yanıt bulmak mümkün. Sözcüğün tanımlarından ilki, yukarıda ele aldığımız yaratılış sözcüğü ile benzerdir. Genellikle; yoktan, birdenbire var etme şeklinde kullanılmaktadır. Bu anlamıyla yaratılma, bilim ile tamamen uyumsuz ve düpedüz yanlıştır.
Sözcüğün ikinci tanımı, daha ziyade sanat ve bilim gibi entelektüel uğraşların ürünlerini kastetmek için kullanılmaktadır. Konumuzla doğrudan alakası olmadığı için bunu atlıyoruz.
Ancak sözcüğün giderek revaçta olmaya başlayan üçüncü tanımı, yaratılış ile evrimi illâ buluşturmak isteyenler için bir kapı aralamaktadır. "Olmasına, ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak".
Bu tanım, bir şeyin var olmasını mümkün kılacak süreçlerin ne olduklarını söylememektedir. Yaratılma eyleminde bulunan yaratıcının sadece ilk eylem tarzı bir rolü olduğunu, o noktadan sonra doğa yasalarının süreçleri kontrol edip, son ürünleri ürettiğini ima etmektedir. Bir diğer deyişle, Tanrı her bir varlığı tek tek ve ayrı ayrı "yaratmamıştır"; onun yerine, bu varlıkları ortaya çıkaracak olan süreçleri veya bu süreçleri kontrol eden doğa yasalarını yaratmıştır. Ürünlerin ortaya çıkması ise, bizim bugün doğal süreçler dediğimiz bu süreçler ve onları dikte eden doğa yasaları sayesindedir.
Bu yaklaşım, teistik bir Tanrı anlayışından uzaklaşarak, deistik bir Tanrı anlayışını kullanmak suretiyle, din felsefesini bilimsel gerçeklere uygunlaştırmak çabası olarak görülebilir. Hayat görüşlerinin bilimsel analizi pek mümkün olmadığı için, bu yaklaşımların geçerli olup olmadığını düşünmeyi size bırakıyoruz. Bizim için önemli olan tek şey, bilimsel sorgulama ve araştırmanın önünün kapatılmamasıdır. Bu yaklaşım, bilimsel gerçekleri daha fazla kucaklaması bakımından, bilimsel ilerleyiş için geleneksel yaklaşıma göre çok daha tercih edilirdir.
Sonuç
Sonuç olarak, elimizde inanç gibi öznel ve bilim gibi nesnel iki kavram vardır. Denklemin içinde öznellik bulunuyorsa, en nihayetinde kişisel tercih kavramı ortaya çıkmaktadır. "Bence" diyebildiğimiz her şey, kendi iç dünyamızın, kendi entelektüel birikimimizin bir yansıması olmak durumundadır. Buna bağlı olarak, yaratılış inancı ile evrim gerçeğinin nasıl bağdaştırılacağı, en nihayetinde kişinin kendi içinde biten bir çelişkidir. Bilim ve din arasındaki çekişmeyi bilim veya din çözemez; kişinin kendisi çözmek durumundadır.
Yukarıdaki açıklamalarımızda olabildiğince nesnel ve objektif olmaya çalıştık. Bir yaratıcının varlığına inanmak, bilimsel bir yaklaşım olmasa da, kültürümüzün bir parçasıdır. Göz ardı etmek, toplum arasında bu yaklaşımın yaygın olarak var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla bilim insanlarına düşen, bu toplumsak yargıyı yönlendirmek değil; tıpkı diğer bilimsel gerçekler/tespitler gibi bu toplumsal yargının neden ve nasıllarını inceleyip, kişilere nesnel ve objektif dayanak noktaları sunmaktır. Bu yazımızda da güttüğümüz amaç budur.
Genel bir tavsiye olarak, öznel inançlar konusunda sürü davranışından olabildiğince uzaklaşmak önerilebilir. Çünkü kitleler birebir aynı şeye ve aynı şeyin farklı versiyonlarına inandıklarında, onun temellerini sorgulamaktan uzak durmaktadırlar. "Bunca diğer insan inanıyorsa doğru olmalıdır."şeklindeki mantık safsatası (buna "çoğunluğa başvurma safsatası" denir), yaygın bir yanılgı halini almaktadır. Bunun yerine, bilimin gerçeklere en çok yaklaşabilen entelektüel çaba olduğu gerçeğini unutmadan, kendi iç dünyamızı bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu bulgu ve gerçekler ışığında şekillendirmek en modern ve sağlıklı yöntem olacaktır. Ancak bu, "Yanılmışım." veya "Artık öyle düşünmüyorum." gibi yüksek erdem gerektiren pozisyon değişimlerini kaçınılmaz kılmaktadır. Bunu yapabilmek için de kişi, öncelikle kendisi ve dünya görüşü ile barışık olmalıdır. Bilimsel veriler ışığında güncellenen iç dünya görüşümüz, nihayetinde tutarlı hale gelecek ve giderek artan bir tatmin duygusu yaratacaktır.
Bu konularda genel olarak art niyet ve gizli ajandalar peşinde olan kişi ve gruplardan uzak durup, sosyal medya gibi halka açık ve kuru gürültü dolu alanlarda değil de, kendimizle baş başa kaldığımızda yaptığımız analiz ve düşünceler, bizi nihayetinde doğru yola götürecektir. İnsan, diğer tüm memeli hayvanlar gibi son derece meraklı bir hayvan türüdür. Ancak diğer hayvan türlerinin aksine, bu merakını sonuna kadar götürüp, gerçeğe en çok yaklaşma potansiyeli olan bir türdür de... Bunu dürüst ve azimli bir şekilde kullandığımızda, gerçeklere ulaşmamız da kaçınılmaz olacaktır.
*Bu yazı evrimagaci.org'dan alınmıştır.