Her sene yeni projelerle karşımıza çıkan Belçim Bilgin, oynadığı rollerin mümkün olduğunca farklı olmasına dikkat ettiğini belirterek, Türkiye’nin ve ‘Kelebeğin Rüyası’nın Oscar serüvenini “Orada sinemayla da ilgili değil yalnızca, ülkeyle de ilgili bir algı oluşturuyorsunuz. ‘Kelebeğin Rüyası’nın Oscar’a aday olmasını ve Türkiye sinemasının gelişim sürecini “yakında Oskar’ı alacağımızı hissettirdi” sözleriyle aktardı.
Ayrıca Belçim Bilgin, Hollywood’da kadın karakterlerin sürüklediği hikayelerin daha başarılı bulunduğunu ve kadın oyuncuların daha cesur davranması gerektiğini belirtti.
Şenay Aydemir’in Radikal’de yer alan söyleşisinin tamamı şöyle:
İşinden ve eşinden dolayı sürekli tartışılsa da Belçim Bilgin, her yıl çeşitli projelerle karşımıza çıkmayı sürdürüyor. 'Sadece Sen' filminde görme engelli bir kadın olarak izlediğimiz Belçim Bilgin, "Olduğum gibi bir insanım" diyor.
İlk kez Cannes’a gidişiniz Rezzan Yeşilbaş’ın ‘Sessiz’ adlı kısa filmiyle gibi algılanıyor. Oysa 2005’te, Hiner Saleem’in ‘Sıfır Kilometre’sinde oynadınız ve film Altın Palmiye için yarıştı. İlk filminizde Hiner Saleem’le nasıl çalıştınız?
Aslında öncesinde küçük küçük amatör oyunculuk hikâyelerim vardı. Lise yıllarımda oyunculuğu profesyonel olarak yapmaya karar verdim. Ankara Sanat Tiyatrosu’nda kurs aldım. Sonra Yılmaz’la (Erdoğan) Ankara’ya geldiklerinde tanıştık. Bu tanışıklıktan bir, bir buçuk ay sonra Yılmaz, “Hiner Saleem burada ve Türkiye ’den bir oyuncu arıyor. İlgilenir misin?” dedi. Ben de korkak ürkek, Hiner’le tanıştım. Bir süre ‘audition’ yaptık. Kürtçemin düzeyini anlamaya çalıştı. Amatör bir cesaretle yaptım her şeyi. Sonra “Sen olacaksın Selma karakteri” dedi. Kuzey Irak’ta dört ay kadar kaldık. Benim için önemli bir okul oldu. Bir sonraki filmi ‘Dol’da da birlikte çalıştık.
Sizin hakkınızda yapılan yorumlara bakınca, çok ağır eleştiriler de var. Öte yandan bu eleştirilere Şeyh Sait’in torunu ve Kürt olduğunuzu açıkça ifade ettiğiniz için maruz kaldığınızı düşünenler de var.
Bu algıyı değiştirecek olan ben değilim. Olduğum gibi bir insanım. Hesaplı değilimdir, oynamam… Dediğin şeyleri okuduğumda başlarda çok üzülüyordum ama artık umursamamayı öğrendim. Çünkü ülkede bilirkişi olduğunu düşündüğüm kalemler bir şey yazdığında onları önemsiyorum ve kendime yön vermeye çalışıyorum. Herkes bir şey düşünüyor, buna engel olamayız. Sonra da başka bir algı oluşuyor. İşine o kadar odaklı biriyim ki, gerçekten derdim yaptığım işlerde ve söylediğim sözlerde de bütün bu meselelerle ilgili, insanı, yaşamı kutsayan, huzura hizmet eden şeyleri önemsiyorum. Hiçbir şekilde, hiç kimsenin hiçbir şey uğruna ölmesi ya da öldürülmesini anlayamıyorum ve kabullenemiyorum. Bunların üzerine bir şeyler söylüyorum. Başka bir yerlere çekiliyor. Ben değilim ki o. Farklı bir şey yaratıyorlar, sonra da üzerinden konuşup tartışıyorlar.
Bir tarafta ‘Aşk Tesadüfleri Sever’, ‘Sadece Sen’; diğer tarafta ‘Gergedan Mevsimi’, ‘Sessiz’ var. Bir yanda da ‘Kelebeğin Rüyası’. Neye göre seçiyorsunuz bu filmleri?
Senaryonun ne dediğiyle ilgileniyorum ama karakterle kurduğum bağ da önemli. Şöyle bir derdim var: Oynadığım roller birbirine benzemesin. Xavier Bardem bir röportajında şöyle diyordu: “Ben öldüğüm zaman bütün oynadığım karakterler bir odada toplansınlar ve hiçbirinin birbiriyle konuşacak ortak bir şeyi olmasın.” Benim de oyunculuğa bakış açım böyle. Oynadığım karakterlerle başka türlü bağlar kuran biriyim. Hepsi beni büyütüyor. Değiştiriyor. Böyle yaklaştığım için de senaryoyu elime aldığım zaman daha önce yapmadığım bir şey olsun istiyorum.
‘Sadece Sen’deki Hazal karakterinde sizi heyecanlandıran ne oldu?
Hazal karakterinde heyecanlandığım kadar ürktüm de. Çünkü çok fazla dinamiği bir arada taşıyan bir karakter. Görme engelli ama aynı zamanda tek başına yaşayabilen, kadın olduğunu hiç unutmayan, ürkek, kendini bazı zamanlarda kurban gibi hisseden ama hayata pozitif yaklaşabilen bir karakter. Karmaşık karakterleri oynamaktan çok zevk alıyorum. Hazal da böyle biri.
Nasıl hazırlandınız?
Altı Nokta Körler Derneği’nde bir hafta geçirdim. Orada oyuncuyu çok heyecanlandıracak bir sürü şey var fiziksel açıdan. Sizinle konuşurken, başka türlü fiziksel reaksiyonlar gösteriyorlar, bu özelikleri Hazal’a taşımak istedim. Ama bu bir yandan da aşk filmi, dengeyi hep tutturmaya çalıştık.
Kadın oyuncularla yaptığım röportajlarda genellikle bizim sinemamızdaki kadın karakterlerin derinliğine dair bir serzeniş görüyorum. Buna katılır mısınız?
Evet, maalesef. Cate Blanchett, Oscar aldığı zaman konuşmasında “Kadın karakterler böyle yazıldığı zaman oynanıyor, Oscar da alınıyor, seyirci de izliyor. Buna daha çok cüret edin” dedi. Ufak ufak değişiyor. Hollywood’da bile ‘Açlık Oyunları’ gibi kadın karakterlerin sürüklediği hikâyeler öne çıkıyor. Belki bu rüzgâr bize de gelir.
‘Kelebeğin Rüyası’nın Oscar çalışmaları için uzun süre Amerika’da kaldınız. Oradaki deneyimlerinizi de merak ediyorum.
Seçildiğimiz an itibariyle bir strateji belirlemeye çalıştık. Galiba bizim en büyük başarımız yirmiye yakın özel gösterim yapmamızdı. Avrupa’da böyle görünmüyor ama Hollywood’daki Türk sineması algısı zayıf. Bu bir dezavantajdı. Bizim orada oluşturduğumuz bir tarih de yok. “Biz de varız. Gelin izleyin” demek, izledikten sonra bir sürü insanın beğenmesi önemliydi. Biraz da “Olacak mı acaba?” diye de düşünmeye başladık. Çünkü bütün bahislerde adımız geçiyordu. Bir de orada sinemayla da ilgili değil yalnızca, ülkeyle de ilgili bir algı oluşturuyorsunuz. Bütün süreç bana yakın bir zamanda Oscar’ı alacağımızı hissettirdi.
Şart mı?
Şundan şart: Orada olmak ve ülkeyle ilgili algıları değiştiriyor olmak önemli.
Hollywood’u yakından gözlemleme fırsatı buldunuz. Bir yandan da hem sizin hem de Yılmaz Erdoğan’ın çalışmaları vasıtasıyla Monica Bellucci’den Russell Crowe’a kadar birçok uluslararası yıldızla bir arada oldunuz.
Neden bizden uluslararası bir yıldız çıkmıyor?
Çıkartmaya başlıyoruz. Saadet Işıl Aksoy var. İşte Oscar bu yüzden bile önemli. Sadece bu yüzden de değil. Mesela ‘Kelebeğin Rüyası’nı izleyenlerin önemli bir kısmı “Bu nasıl bir görüntü yönetmeni” diye konuşuyordu. Sonra Nuri Bilge’nin de görüntü yönetmeni olduğunu anlattık. Bir sürü insan Gökhan’ın (Tiryaki) kontağını istedi. Oyunculara gelince. Ben de bunu kendime dert etmiş biriyim açıkçası. Yavaş yavaş olacağına inanıyorum. Bizim oyuncularımız dünyanın her yerinde oynamayı hak ediyor. Yavaş yavaş da oluyor. Bir de Türkiye’de filmler çekiliyor, orada oyuncularımız rol alıyor. Birkaç yıla bu kilidin çözüleceğini düşünüyorum. Ben mesela Monica’dan çok şey öğrendim. Bir role bakarken daha cesur bakmamı sağladı.
Yılmaz Erdoğan ile olan birlikteliğinize dair yorumlar da var. Kariyerinizin onun üzerinden geliştiğine dair yorumlar. Bir yerde “Yılmaz benim eşim, sahibim değil” diye serzenişinizi de okumuştum.
Sorulan soru şuydu: “Öpüşme sahnesi için Yılmaz beyden izin aldınız mı?” Şimdi bu o kadar inciten bir şey ki. Yıllarca uğraşıyorsunuz, soru yine buradan geliyor. Bence bu işe bu kadar bağlı iki insana böyle bir soru sormak büyük haksızlık. Bu algının oyuncuların mesleğe olan mesafesini uzaklaştıran, ülkedeki sanat algısına ket vuran bir şey olduğunu düşünüyorum. Ve bu incitiyor. 150 kişi bir şey yapıyor, sonra filmin basın gösteriminde bir kadın gazeteci o sahneyi telefonla çekip manşetten veriyor. Bir kadın bir kadına bunu yapıyor. Filmin gösteriminin ertesi günü ‘sevişti’ diye haber çıkıyor.
Bu, bir yandan bir kadın oyuncu için baskı kurmuyor mu? Bir sonraki filmin senaryosunda daha cesur sahneler de olabilir.
Bu senaryo özelinde Hazal dokunsal bir kız. Elleri gözleri. Bunun yanında bir aşk filmi yaparken, inandırıcılık için nasıl anlatacaksın. Benim baktığım yerden o sahnenin diğerleriyle farkı yok. Köşe yazarlarından, entelektüel bakış açısıyla bu işi yapmaya çalışan insanlardan da bu tür yorumlar gelince, hayal kırıklığı oluyor. Şöyle bir şey bile gördüm: “Kuralları yıktı, şunları bunları yaptı, öpüştü hatta sevişti bile…” Bu, haberi gören birçok kadın oyuncunun cesareti kırılır. Bu aynı zamanda kadınların toplumda nasıl algılandığıyla da ilgili. Evinde otur bekle. Biz de bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Oyunculuğunuza dair eleştiri değil de hep bir söylenme hali var ortalıkta. Yolun neresindesiniz?
Bu işi yaptığım sürece bu yolu alacağım. Daha yeni Amerika’dan geldim. Orada birlikte çalıştığım bir oyuncu koçum var. Burada çalıştığım bir hocam var. Sürekli öğrenmeye çalışıyorum. Tabii ki yaptığım eski işlere baktığımda “Şunu şöyle yapmasaydım” dediğim oluyor. Ama bir kısmını da çok beğeniyorum. İnsanın kendine olumlu bir şey söylemesi çok zor. Ben kendime karşı çok acımasızım. Hep bir öncekinin üzerine koymak istiyorum. Bir de yaptığımız iş yönetmenin, yapımcının size tanıdığı alanla da ilgili. Bir sürü bir şey bir araya geliyor ve film çıkıyor. Oyuncunun da performansı işin genel performansına bağlı. Ben bütün oynadığım işlerde o anki birikimim neyse kalben ve fiziken her şeyimi oynadığım karakterlere vermeye çalıştım. “Hiç bunu da eksik yapayım” dediğim olmadı. Diziler beni yer yer bu duyguya yaklaştırdığı için diziden ürküyorum ve daha temkinli yaklaşmaya çalışıyorum. Aynı rolü çok oynayınca biraz esnaf gibi olabiliyorsunuz. Ama artık çok iyi işler de yapılıyor. İnandığım bir işte de olacağım