Pazartesi görevini bırakacak olan Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, seçim yönetmeliği, iade sürecinde uygulamadaki sorunlar ve tüzel kişilik problemlerinin acilen çözülmesi gerektiğini söyledi. Vingas, “Bülent Arınç aradı. 'Bu işi yapamadık, sözümüzü tutamadık' dedi. Bu beni memnun etti” diye konuştu.
Radikal gazetesinden Serdar Korucu’nun sorularını yanıtlayan Laki Vingas, Türkiye’deki azınlıkların durumlarını anlattı. Korucu’nun “Arınç aradı, 'Sözümüzü tutamadık' dedi” başlığıyla yayımlanan (21 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
“Arınç aradı, 'Sözümüzü tutamadık' dedi”
Yeni Vakıflar Kanunu kapsamında 2008 yılında ortaya çıkan Vakıflar Meclisi'ndeki Azınlık Vakıfları Temsilcisi görevine seçilen Laki Vingas, iki dönemin ardından görevinden ayrılıyor. Son resmi toplantısını Pazartesi günü yapacak olan Vingas vakıf mülklerinin iade sürecinin başlamasının öneminin altını çiziyor ancak üç sorunun çözülemediğini hatırlatıyor: Seçim yönetmeliği, iade sürecinde uygulamadaki sorunlar ve tüzel kişilik problemi.
Azınlık Vakıfları denilince akla ilk gelen mülkiyet iadeleri oluyor. Bu iade süreci azınlık toplumlar için ne anlama geliyor?
Bu travmatik toplumlara devletin emek harcanması gerekiyor. İade süreci bu yönde atılan önemli bir adım. Ancak sürekli şöyle bir durumla karşı karşıyayız: “Bugün geçmişten daha iyi değil mi?” deniliyor, bu doğru. “Geçmişte haklarınız alınmıştı şimdi geri veriliyor değil mi?” diye soruluyor, haklılar, evet bugün daha iyi durumdayız ama bunlar yetmez ki! Bu süreç bir rövanşla haklarımızın alınması değil. Bu toplumlar Türkiye’ye ait. Ancak biz suni toplumlar haline dönüştürüldük. Bu iade sürecini küçümsemiyorum ancak bana istediğiniz kadar mülk verseniz de çocuğum için yarınıma yatırım yapmayacaksam ne olacak? Bu toplumların devamlılığı için daha derin düşünülmesi gerekiyor. Farklı sorunlar çözülmeli.
‘Devlet bir eliyle veriyor bir eliyle dava açıyor’
Ne gibi?
Özellikle sosyal boyutta. Gözden uzak olan gönülden ırak olur. Biz uzun zaman gözden uzak tutulduk. Şimdi gündemdeyiz ama gönüllerde hala uzaktayız. Bunun tamiri için çok çaba harcamak gerek. Olaya yalnızca siyasi bir gündem maddesi olarak bakmamak gerek.
Devlet kademesinde “gönülden ıraklığı” hissediyor musunuz?
Vakıflar Genel Meclisi’nde aldığımız kararlara hala Hazine’den tepki geliyor. Hazine iade edilen mülklerle ilgili yargı süreci başlatıyor. O zaman insanlar da doğal olarak “Bu ne biçim samimiyet?” diye soruyor. Devlet bir eliyle veriyor ama diğeriyle de almak için dava açıyor. Ayrıca idari kararla alınan mülklerin, tescil edilmesinde yaşanan eski sıkıntılar devam ediyor. Tapu kütüğüne tescil edilmesi kimi mülkler bakımından hiç kolay olmuyor, ilgili dosyalar aylarca bir yerlere gidip geliyor.
Bürokraside birebir ilişkide durum nedir?
Bazılarının sanki bazı şeyleri sadece siyasi baskı nedeniyle yapıyormuş gibi bakışları var. Yüz ifadesinde bunu görüyorsunuz.
Hatta bazen daha sonra özür dilense de Edirne Sinagogu tartışmasındaki gibi de su yüzüne çıkıyor değil mi?
Evet, bazılarında bu oluyor. “Bu insanlar nereden çıktı?” gibi bakıp “Ne yapalım hükümet de bu hakkı vermiş” algısı ile işlerini yapıyorlar.
‘Eşit vatandaş mıyız? Emanet mi?’
Peki bu bakışların altındaki toplumsal tutum nedir? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı dönemindeki “Affedersiniz Rum” söylemi gibi mi?
Deneyimli bir siyasetçi küçümseyici bir algıyla bu sözü söylemez. Ama işte o cümleler mantık değil gönülden çıkıyor. Bilinçaltı bir refleks var. Sanki ayıpmış gibi söyleniyor. Fakat bunu aşabilmek bir iki senelik iş değil. Temel prensip bu toplumların tarihini öğretecek bir eğitim sistemidir. Bir çocuk bu toplumları tanıyamıyorsa toplumda binde bir yer alan bir nüfus kendini tanıtamaz. Varlığımızın tanınmaya ihtiyacı var. Bu insanlar emanet mi, eşit vatandaş mı?
Hem devletin zirvesinden hem de iktidar kanadından gelen söylemlerde “emanet” vurgusu yapılıyor.
Ben Cumhurbaşkanının bu çıkışlarını İslam kültürü açısından anlamaya çalışıyorum. Sonuçta bir koruma anlayışı bulunuyor.
İslam kültürüne sahip olsa da devlet laik.
Evet bizim de arzu ettiğimiz eşit vatandaş olmak. Bunun toplumumuzun bütün kesimlere yayılması gerekiyor.
‘Ankara azınlıklar aleyhine çıkan kararlar merkeziydi’
Peki azınlıklar Ankara’yı nasıl görüyor?
Özellikle İstanbul’da yaşayan azınlıklar için doğu hep yabancıdır. Ankara aleyhte çıkan kararlar merkezidir. Bu nedenle soğukluk vardır. Son yıllarda bu durum biraz değişti. Üç yıl önce bir iftar yemeği düzenlemiştik, 65 cemaat yöneticisi katılmıştı. Şimdi bir AB projesi çerçevesinde RUMVADER Ankara’yı ziyaret edecek. Böylece kurumları doğrudan tanıma şansı bulacak. Böylece buzları kırmaya, önyargıları yıkmaya çalışıyoruz.
Rumların bir özelliği de vakıflar arasında en çok kuruma sahip olmaları değil mi?
Rum vakıfları sayısal olarak 70 hatta Çukurova’da “Rum” diye adlandırılan vakıfları da sayarsak 78 adet. Zaten toplamda azınlık vakıfları 166 tane. Rum vakıflarının sayısının fazla olması nüfuzlu nüfusa sahip olmaları nedeniyle. Rumlar sanırım dünyanın her yanında ibadethane ve okulları ile kültürlerini muhafaza ederler. Bu bir gelenek.
Ancak azınlıkların geçmişten bu yana taşıdıkları bu güçlü kültür bazen birbirleriyle karşı karşıya gelmelerine de neden oluyor.
Doğu kültürünün hakim olduğu bu topraklarda egolar öne çıkıyor. Eskiden Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerin birbiriyle ilgili ironileri, fıkraları, alaylı yaklaşımları, önyargıları vardı. Benim annem ve babam da bu nedenle evleninceye kadar 13 sene beklediler. Annem Beyoğlu’nda büyümüş bir Katolik, babamın ailesiyse köylü bir Rum aileydi. Tabi bu süreçler şimdi aşılıyor. Ancak bugün azınlıklar olarak iyi bir süreçteyiz.
Siz görevinizin ilk döneminde zorlanmadınız mı?
Eskiden azınlık toplumlarının sivilleri arası diyalog yoktu. Dini liderler birbirlerini protokol olarak bayramlarda ziyaret ederdi. Fakat tüzel kişilikler ya da toplumu temsil edenler arasında iletişim olmazdı. İlk üç yıl bu süreç daha yavaştı. Her kesim sadece benimle ilişki kuruyordu. İkinci dönemimdeyse mesafeler daraldı. Artık toplumlar arası iletişim güçlendi. Ben 6 yıllık süreçte herkesle eşit mesafede oldum. Bir Rum’un Ermeni, Yahudi ve Süryani toplumundan destek ve değer görmesi önemliydi. Bu diyalogu kurmak için büyük ödünler gerekmiyor. Doğru gözlerle bakıldığında ilişkiler başlıyor. Bu seçim de bunun için önemli bir eşik olacak. Cemaat vakıfları temsilciliği için iki aday var: Ermeni cemaati temsilci adayı Toros Alcan ve Musevi cemaati temsilci adayı Silvyo Ovadya. Ovadya ile geçmiş dönemde beraber çalışmıştık, Alcan ile de tüm cemaatleri ziyaret ettik. İnanıyorum ki bir sonraki dönemde de bu görevi çok güzel götüreceğiz.
‘Davutoğlu Gökçeada değil İmroz dedi’
Peki Ankara’nın tavrı nasıl oldu?
Türkiye’nin jeopolitik durumu bu ilişkileri her zaman etkiledi. Bazen yavaşlıyor bazen hızlanıyor. Sayın Başbakan Atina’ya gittiğinde Gökçeadalılar ile görüştü. Konuşmasında Gökçeada için “İmroz” dedi.
Davutoğlu sadece Atina’da mı “Gökçeada” yerine “İmroz” dedi?
Davutoğlu Dışişleri Bakanıyken Ankara’da da “İmroz” ifadesini kullandı. O dönemde de Atina’ya gidip Gökçeadalılarla görüştüğü için ben kendisine “Atina’da Gökçeadalılarla görüştüğünüz teşekkür ederim” dedim. Yanıtı “Doğru İmrozlularla görüştüm” oldu. Sonra ben yine “Gökçeada” dedim. O bir kez daha “İmroz” diye yineledi. Bu çok etkileyiciydi. Biz yıllar yılı “Gökçeada” demeye kodlandık. Her ne kadar kendi aramızda “İmroz” desek de görüşmelerimizde yanlış anlaşılmasın diye “Gökçeada” deriz. Davutoğlu sadece Atina’da kullansa belki jest denilebilirdi. Ama ben buna Ankara’da da şahit oldum ve çok etkilendim. Zaten her yıl Türkiye-Yunanistan arasındaki konular bitmez tükenmek bilmese de zaman yaratıyor, Atina’ya yaptığı ziyaretinde orada bu görüşmeleri yapıyor, küskün insanları kazanmaya çalışıyor.
Demokratik açılım paketi ile gelen ve doğuda adım adım gerçekleşen “yer isimlerinin iadesi” Gökçeada/İmroz’a da gelir mi?
Böyle bir inisiyatif hükümet tarafından değerlendirilse çok güzel olur. Daha yakın zamanda o kadar travmatik şeyler yaşadılar ki orada yaşayan 200-300 kişi inisiyatif alamazlar. Önemli olan “İmroz” kelimesine politize olarak bakılmaması. Sonuçta tarihsel adı İmroz. Yakışanı da bu. Ama bu isim orada yaşayanlara zarar verecekse varsın olmasın. Keşke bütün toplum “İmroz” kelimesinden gurur duyabilse, oradaki tarihe sahip çıkabilse.
Görevinizin sonuna yaklaşırken Başbakan ile son kez temas kurdunuz mu? Taleplerinizi ilettiniz mi?
Görevim itibari ile tüm gayrimüslim azınlıklarla yakın işbirliğinde bulunduğum için herkesi meşgul eden ve gelecek kaygısını devamlı gündemde tutan konuları kendisiyle paylaştım. Tabi bunun başında “mütekabiliyet anlayışı” sorunu var.
‘Yunanistan ile sorun Adıyaman’da bile karşımıza çıkıyor’
“Mütekabiliyet” tüm azınlıkların karşısına çıkıyor mu?
İlginç olan Adıyaman’da, Harput’ta, Midyat’ta, Şırnak’ta ya da Vakıflı Köyü’nde de yaşanan sıkıntıların temelinde Kıbrıs sorunları ve Yunanistan ile ilişkiler bulunuyor. Adıyaman’da bir kişi ile konuşurken “Problemleriniz ne zaman başladı?” diye sorduğumda yanıtı şu oldu: “1964’te yani Kıbrıs olayları ile başladı. 1974’te harekatıyla üst noktaya çıktı. 1980 darbesinde zaten temizlendik. ”Mütekabiliyet söz konusu olduğunda bütün cemaatler aynı görünüyor. Ama maalesef bu kültürü geliştirebilmek zor. Karar veren mercilerde yer almamamıza rağmen, hiç mesul olmadığımız konularda bedel ödediğimiz bir konu.
Başka hangi sorunlar öne çıktı?
Demografik yapının kötü olmasının doğal gelişimi engellediğini belirttim. Sosyo-ekonomik faktörlerin toplum üyelerini etkilediğini, geleneksel cemaat yapılarına ilgisini ve bağlılığını azalttığını ifade ettim. Kamu görevlilerinin azınlıklar konusunda daha fazla bilgilendirilmesi ve vatandaşlık kavramının anlaşılmasının sağlanması gerektiğinin altını çizdim.
'CHP bizim ihtiyaçlarımıza eğilmiyor'
Peki bu noktada muhalefet partilerinin tutumunu nasıl buluyorsunuz? Ne de olsa 2008’deki Yeni Vakıflar Yasası CHP ve MHP’nin sert eleştirilerine neden olmuş, “Ayasofya’nın da tapusunu verin” diye iktidar partisini hedef almışlardı.
Bugün Ana muhalefet partisinden sorunlarımızla ilgili CHP Bursa Milletvekili Aykan Erdemir çok aktif. Ancak parti olarak problemlerimiz gündemlerinde yer almıyor. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu bir yemek verdi ancak sadece orada kaldı. İhtiyaçlara eğildiklerine ben şahit olmadım.
MHP’den temas kuran oldu mu?
MHP Türkiye’nin en köklü partilerden. Ülkenin demografik yapısında önemli bir yeri var. Demokrasinin çalışması için olması gereken partilerden. Fakat onlardan da böyle bir yaklaşım görmedik.
Azınlık sorunlarını gündemine taşıyan, seçim kampanyalarında dillendiren HDP sizinle temasa geçti mi?
HDP içinde milletvekili Erol Dora’nın kendisi de bir azınlık mensubu olduğu için sorunları biliyor. Ancak ne kadar gündemlerinde yer alıyor bilmiyorum. Sonuçta en son bütçe görüşmelerinde de bu konuda HDP’nin çok aktif bir sunumu olmadı.
Siz siyasi partilerle temas kurmak için adım attınız mı?
Belki biz de bunu yapmadık, kapılarını çalmadık. Bundan sonra partileri daha bilinçlendirebilmemiz gerekiyor. Ancak biz gerçekten çok azız. Bu konularda çalışan bir ekibimiz ya da bütçemiz yok. Partilerden de “Gelin bizi bilgilendirin” gibi bir talep gelmedi. Keşke gelse. En üst siyasi platformlarda fotoğraf çektirmek yerine ihtiyaçlar konuşulsa.
Sizin döneminiz içerisinde yapmak isteyip yapamadığınız neler oldu?
Bu konulara Başbakan’a gönderdiğim mektupta da yer verdim. Özellikle üç konu başlığı bulunuyor. Biri gündemimizde yokken birden ön sıralara geçen seçim yönetmeliği iptalidir. Ben bu konuyu gündeme taşıdım hatta sorun çözülmediği için istifa da ettim.
Bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın size yönetmeliğin Nisan ayında çıkarılacağı sözünü verdiği ve sizin de istifanızı geri çektiğiniz medyaya yansımıştı.
Evet istifamı geri almıştım. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a veda etmek üzere bir telefon görüşmesi yaptık. Önce teşekkür etti, çalışmalarımızdan memnuniyetini ifade etti. Ardındansa kendileri her zamanki nezaketi ile bu konuyu gündeme getirdi. “Kırgınsınız değil mi?” diye sordu. “Bu işi yapamadık, sözümüzü tutamadık” dedi. Bu konuyu gündeme getirmesi “Yapamadık” demesi beni memnun etti. Beni geri çağırırken bunu yapmak istedi. Ama herhalde farklı dirençler oldu. Yapılmaması için başka dinamikler baskın çıktı. Böylece yönetmelik rafta kaldı.
Sizce hangi dinamikler?
Aklın çözemediği bir soru bu. Bugün koskoca ülkenin içinde seçim yapamayan tek tüzel kişilik grubuyuz. Mağdur olanı temsil edecekken bu hakkı onların elinden alan sistemi temsil etmiş gibi hissettiğim için vicdani hesaplaşma yaşayıp istifa etmiştim. Ama olmadı. Ermeni cemaati başbakanlığı döneminde Erdoğan ile görüştü. Onlara da söz verildi. Museviler de gittiler, konuyu arz ettiler.
Seçimin olmaması kimin yararına?
Kime yarar bilmem ama bizim toplumumuza zarar veriyor. Anadolu’da iki kişi tarafından yönetilen vakıflar var. Bu hukuk dışı. Üçün altına sayı düşemez. Biz seçimle toplumdan 4 yıllığına seçilmek isteriz. Bu uzatılamaz. Ama seçimler bizde 1969’da sonra 1991’de ve son olarak benim uğraşımla 2006’da yapıldı. Eskiden Türkiye’nin anlayışı da farklıydı. Diğer toplumlar seçim yapabilirken Rumları ayrı tutardı. 2004’ten itibaren beni rahatsız eden bu süreç üzerine ben seçim yapılmasında ısrar etmeye başlamıştım. Bu dönemde kara koyun oldum. Çünkü seçim yapma yeteneğini kaybetmiş bir toplum vardı. Akıl almaz dirençlerle karşılaştık. Bugünse insanlar neden seçim yapmıyoruz sorununu gündemlerinde tutuyor. Bu bizim için büyük bir ilerleme.
Diğer iki konu başlığı neydi?
Erdoğan’ın “11. madde sürprizi”nde uygulamada eksikler bulunuyor. Bu sürecin bitmesi için bir destek daha gerekiyor. Hem Vakıflar Genel Müdürü hem de Vakıflar Meclisi üyeleri bu konuda bizi destekledi.2013-2014’te bu sorun sona erer sanıyordum. Ama olmadı. Artık bir an önce bu iade sürecinin tamamlanması gerekiyor. Neredeyse 10 seneyi buldu, hala bununla uğraşıyoruz.
‘Gökçeada’da bir metrekare bile alınamadı’
Son konu başlığı üzerine konferans da düzenlediğiniz tüzel kişilik problemi mi?
Evet. Hem dini kurumlarımızın hem de vakıflarımızın tüzel kişilikleri sorunlu. 1936 beyannamesine dayandırılıyor. Ancak 1936 beyannamesinde olmayan vakıflar var. Mesela Gökçeada’da bu sorun yaşanıyor. Bu süreçten bir metrekare bile istifade edemediler. Artık bu sorun çözülmeli. Eğer tüzel kişiliğimiz olsa seçim yönetmeliğimiz de askıda kalmazdı. Tüzel kişiliğimizle küçülmek de istiyoruz. Bazı kesimlerin tüzel kişilik unvan da bulunuyor. Bunları basitçe çözebiliriz sanıyordum. Olmadı.
Basitçe çözülebilecekken neden olmadı?
Anladığım kadarıyla Ankara bunları bir seferde vermiyor. Parça parça verdikten sonra tamamlanıyor. Halbuki biz zaten bu süreçte büyük bedeller ödedik.
‘Hrant Dink tüm azınlıklar için bedel ödedi, ona hepimizin borcu var’
Azınlıkların “bedel” ödemesi denilince akla Hrant Dink geliyor. Dink suikasti nasıl etkiledi?
Hrant Dink, önce özgür düşünen bir Ermeni olarak, sonraysa tüm azınlıklar için bir bedel ödedi. Ermeniler başta olmak üzere tüm azınlıklar hala onun yansımasını hissediyor. Dink, Ermeni kelimesini tabu olmaktan çıkarttı, konuşulabilir olmasını sağladı. Beni de görevim nedeniyle Ermeni toplumunu daha iyi anlarken oraya daha da yakın götüren Dink oldu. Hepimizin ona borcu var. Keşke adına daha çok şey yapabilsek.
Azınlık mensubu ailelerde hep çocuklara “seslerini çok yükseltmemeleri” tembih edilir. Dink’in etkisi ne oldu?
Hala bazıları “öyle olmasaydı, çıkışlar yapmasaydı öldürülmezdi” diyor. Ama o samimi bir vatandaş olmak istedi. Bizim iki hüviyetimiz var. Biri kültürel, diğeri vatandaşlık. Ben okuluma gidip ibadetimi yaparken vatandaşlık hakkımı alın diyemem. İkisini de aynı anda istiyoruz, bu pazarlık edilemez.
Dink suikastı sizin gözleminizle Ankara’yı nasıl etkiledi?
Türk toplumu duygusaldır. Dink’in öldürüldüğünde kaldırımdaki görüntüsü, eşinin yakarışı hafızalardan silinmez. Hrant Dink gittikçe daha iyi anlaşılıyor. Ama hala insanlar özgür konuşamıyor. Özel konuşmalarında daha açıklar. Sanırım bu durum bu ülkenin geleneği.
6 yılda Ankara’da bir değişim gördünüz mü?
Çok büyük bir değişime şahit oldum. İnsanlarla çok güzel bağlar kuruldu. Derdimizi anlamaya gayret eden insanlarla karşılaştık. Her şeyden önce sizi dinleyen bir devlet sistemi var. Her konuda yardımcı olur mu bilinmez ama dinliyor ve not ediyor. Mesela Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde bir arkadaşıma ihtiyaç sahiplerine kavurma dağıtılırken “Tonlarca kavurma var, bana da 500 kg verin. Azınlıklara da verelim” dedim. Üstlerine soracağını söyledi. Baktım uzun süre sesi çıkmadı. Bir sene sonra kurumdan geldiler, “Biz azınlık toplumlarına da kuru gıda yardımı yapalım” dediler. Ben geçen seneki talebimi hatırlattığımda “Biliyoruz” yanıtını aldım.
Azınlık toplumlarından nasıl bir yanıt aldınız?
Ben bu yardımla ilgili ilk yazımı Mayıs ayında yazdım. Heyecanla karşılık bekledim ama olmadı. Yaşlı kadınlar “Neden adresimizi verelim, ne yapacaklar?” diye soruyorlar. Hala çekingenlik sürüyor. Sonra sonbaharda yine bu konuyu gündeme getirdik. Küçük bir kesim yardım almaya başlarsa zaten bu işin devamı gelecek.
Kuru gıda yardım hakkını alsanız da alınamayanların başında Heybeliada Ruhban Okulu geliyor.
Tam 44 sene oldu. Ama biz Patrikhane yandığında 46 sene beklemiştik. Demek ki bu da bir gelenek.
Turgut Özal döneminde yapılan restorasyon izni çok tartışılmıştı.
Evet, 1941’de yanan binaya apar topar izin verdiler, “hızla yapın bitirin” dediler. Sistem de kendinden endişe ediyor.
‘Heybeliada sorununun üçte biri AK Parti iktidarı döneminde’
Heybeliada’nın geleceği ne olacak?
Artık kamuya malolmuş bir konu. 44 senin 13 senesi AK Parti iktidarları döneminde. Yani üçte biri AK Parti hükümetlerinin mesuliyetinde.
Bir de Hristiyanlık tarihi açısından büyük değeri olan ve cumhuriyet döneminde müzeye çevrilen kiliselerin camiye çevrilme süreci yaşandı. Özellikle Trabzon ve İznik’teki “Ayasofya”ların camiye çevrilme kararı karşısında ne hissettiniz?
Üzülüyorum.
Bu konularda yurtdışından tepkiler geliyor mu?
Biz kendi geleceğimizi tayin edemiyoruz. Sürekli siyaseti besleyen bir yapıyız. Bu yurtdışında da yurtiçinde de böyleyiz. Hükümet bize zaten yapması gerekeni yaptığında bu “referans” oluyor. Yurtdışındakiler de bunu denetliyor. Bizse tahterevallide sürekli ortadayız. Biri sağdan diğeri soldan basıyor. Bu arada kalmışlıkla biz burada büyüyememişiz, devletin yüksek kademelerine gelememişiz bir de üstüne sürekli sorgulanıyoruz. Tarihin hesabı bizden soruluyor. Sürekli birileri ceza kesmek istiyor. Böyle bir durumda kalmanın ne demek olduğunu anlatamam size. Devamlı hesap vermek zorundasınız. Bu yükten kurtulamadığımız için bazıları ya kendi toplumlarını dışlayıp başka bir topluma geçiyor ya da yurtdışına çıkıyor. Halbuki yurtdışından gelen bir Fransız ya da Hollandalı kendi şirketini açıp rahat rahat burada çalışıyor. Kimse de ona hesap sormuyor. Yıllar boyunca “eknomiyi ellerinde tutuyorlar” diye çeşitli haksızlıklara ve saldırılara maruz kalan azınlıklardan bugün, Türkiye’nin ekonomisinde çok büyük rol oynayan kaç kişi var?
Ama toplumda “zengin azınlık” algısı sürüyor.
Siyasiler de bizi zengin sanıyor. Bir Şişli belediye başkan adayı ziyaretime gelmişti. Ben toplumumuz içinde ihtiyacı olanlardan bahsederken “Sizde böyle bir kesim varmı?”diye sordu. 40 yıllık politikacıydı. Ama ben bunu askerlikte de yaşadım. “Kantinde bunlara hiçbir şey satmayın, hepsi üniversite mezunudur, hepsi zengindir” deniliyordu. Böyle bir algı var.
‘Biz AB yönünde bir Türkiye istiyoruz’
Azınlıklar AB sürecine nasıl bakıyor?
Türkiye’nin AB standartlarını yakalama konusundaki gayreti, hazırlıkları, normların değişmesi bize de yarar sağladı. Bana Bakan Volkan Bozkır’ın uğraşları umut veriyor. Türkiye bu yolda kalmalı.
Son olarak devletin zirvesinden gelen mesajlarsa farklı. Son olarak 14 Aralık operasyonuyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan, Brüksel’ seslendi, “Lütfen siz kendi aklınızı kendinize saklayın, AB kendi işine baksın” dedi.
Biz AB yönünde olan bir Türkiye istiyoruz. AB sadece bizim için değil Türkiye için teminattır. Zaten bu topraklarda 200 senedir Batı’ya gidişte kararlılık vardır. AB keşke daha hızlı alabilse, Türkiye de hızla entegre olabilseydi…