Son dönemde hükümete ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a yönelik eleştirileri ile gündem olan AKP kurucularından, eski TBMM Başkanı Bülent Arınç, “Yeni oluşum, 'muhalefet hareketi' gibi iddialar safsata. Onlar bizi bir an evvel partiden tasfiye etmek, veya bir şekilde erken doğum yaptıralım da bunlardan kurtulalım diye düşünenlerin bir çabası" dedi.
Kısa bir süre önce Star'daki yazılarına son verilen Cem Küçük'e gönderme yapan Arınç, "Televizyonların patronlarına ‘Şunu atacaksın, bunu alacaksın. Şunu çıkarmayacaksın, bunu çıkaracaksın. Genel yayın yönetmenin şu olmayacak, bu olacak' diye açık açık yazıyorlar. Adamlar bu utançlarını gizleme ihtiyacı duymuyorlar" ifadesini kullandı. Arınç, "Mafya ağzıyla, “akıllı ol” demenin ne anlama geldiğini biz biliriz. Ama, biraz küçük adamlar, yani boyları posları büyük de olsa kafaları zıpzıp kadar küçük adamlar, 'Bak akıllı ol, benim dediğimi yap, kazanırsın' diyor. Sonra hasbel kader yapmak zorunda kalınca da 'Bak filan patron akıllı oldu' diyorlar" dedi. "Güvendikleri bir yer var mutlaka" diyen Arınç, "Güvendikleri dağlara ne zaman kar yağar bilmiyorum" diye konuştu.
Rota Haber'den Eşref Aydoğmuş'un sorularını yanıtlayan (27 Mayıs 2016) Bülent Arınç'ın açıklamaları şöyle:
*Aktif siyaset hayatınıza son verdikten sonra neler yapıyorsunuz, günleriniz nasıl geçiyor?
Ben artık aktif siyasette olmaktan çıkıp; düşünen, konuşan, yazan, ve siyaset üzerine Türkiye’den yeni bir gelenek başlatmak isteyen bir konumda gördüm kendimi. Benim önem verdiğim; ilkeli, ahlaklı, ve dürüst siyasettir. Ak Parti’nin kuruluşuna da bu egemen oldu.Cesur, ilkeli, dürüst, ahlaki temeli olan siyaset. Hiç olmazsa gelecek nesillerin siyasetçisini bu açıdan yetiştirmemiz gerekir diye düşünüyorum. Siyaset sadece parlamentoda, Meclis’te, Bakanlar Kurulu’nda olmuyor. İnsan hayatının her noktasında siyaset vardır. Siyaset bir yaşam biçimidir.
Ben de verdiğim kararla parlamentonun dışına çıktım, evime döndüm, kendim ve bazı arkadaşlarımızla toplumun sorunlarını zaman zaman tartışmaya başladık. Ben Ak Parti’nin kurucusuyum. Ak Parti için de, geçmişte siyaset yaptığım partiler için de çok şey yaptım, çok fedakarlık yaptım, kendimi her zaman feda ettim. Ak Parti bizim eserimiz. Bu esere bağlı kalacağız. Partimize bağlı kalacağız. Gözümüz dışarıda olmayacak. Ve bütün bu çabalarımızı, hükümetimizin başarılı olması için harcayacağız. Düşüncelerimizi ifade edeceğiz, yazacağız, konuşacağız. Bugüne kadar bunları yapmaya gayret ettim, bundan sonra da böyle devam edeceğim.
*Son günlerde Necmettin Erbakan Üniversitesi, Turgut Özal Üniversitesi, Milli Türk Talebe Birliği(MTTB) gibi yerlerdeki konferanslarınızda son dakika iptalleri oluyor. Siz bunun neden kaynaklandığını düşünüyorsunuz? Eğer bir çekince söz konusuysa, ne konuşacağınızdan endişe ediliyor?
Televizyon programlarına çok çıkardım ben. Ve televizyonlar her gün ararlardı. “Siz çok önemlisiniz, gelin bizim televizyonumuzda konuşun” diye. Ben bu ilgi karşısında, birisine çıkarsam 1 ay sonra öbürüne, 20 gün sonra bir başkasına çıkardım. Fakat sonradan bir el, TRT’den başlayarak özellikle bazı televizyonları bize kapalı hale getirdi. Sebeplerini tartışmayacağım, herkesin de malum olduğu, bildiği şeylerdir. Bizde bir tabir var, ‘malumu ilan etmenin gereği yok.’ Bu ambargonun niçin ne amaçla olduğunu Sağır Sultan bile biliyor.
Sonra, bazı televizyonlar bize açık kaldı. O televizyonlara çıkmamızla; troller, troliçeler, bazı internet siteleri, bazı köşe yazarları tarafından, “Bu adam bu hükümetin üyesi değil miydi, niye o kanallara çıkıyor?” diye ayrıca bir eleştiri getirildi. Şimdi bir ikilem içindesiniz. Kanallar size kapalı gidemiyorsunuz, başta TRT olmak üzere. Kanallarını açana da ‘Niye gittiniz’ diye eleştiriliyorsunuz.
Bence her kanal, toplumla iletişim kurmak için bir vasıtadır. Ben burada ideolojiye, falan patronun filan patronun televizyonu olmasına bakmam. Bana bir şey sorulacaktır, ben de bildiklerimle dürüst cevap vereceğim. Yani cevapları onlar verecek değil ki. Onlar istediği soruyu sorsun, ben doğruları konuşacağım. Bu yüzden zaten Türkiye’de “Bülent Arınç konuşursa doğruyu konuşur. Eğrisi büğrüsü yoktur. Hiçbir hesabı yoktur.” diye bir kanaat oluştu.
“Biraz küçük adamlar, 'Şunu atacaksın,
bunu alacaksın' diye yazıyor"
Fakat o televizyonlara da bir şekilde baskı geldi. Çünkü bu baskı o kadar açık ki; bazı şu medyanın veya bu medyanın yazarları o televizyonların patronlarına ‘Şunu atacaksın, bunu alacaksın. Şunu çıkarmayacaksın, bunu çıkaracaksın. Genel yayın yönetmenin şu olmayacak, bu olacak” diye açık açık yazıyorlar. Adamlar bu utançlarını gizleme ihtiyacı duymuyorlar. Ve patron da korkusuyla bu dediklerini yaptıysa, “Aferin bak, akıllı ol” diyorlar. Yani mafya ağzıyla, “akıllı ol” demenin ne anlama geldiğini biz biliriz. Ama, biraz küçük adamlar, yani boyları posları büyük de olsa kafaları zıpzıp kadar küçük adamlar, “Bak akıllı ol, benim dediğimi yap, kazanırsın” diyor. Sonra hasbel kader yapmak zorunda kalınca da “Bak filan patron akıllı oldu” diyorlar.
*Neye güveniyorlar peki?
E güvendikleri bir yer var mutlaka. Güvendikleri dağlara ne zaman kar yağar bilmiyorum.
Ama gelişmelerin böyle olduğunu düşünüyorum. Şimdi televizyonlar bize kapalı olunca, gazetelerden de tabi muhalif gazeteler, veya hükümetle bir şekilde sorunlu gazeteler, onlara da basın özgürlüğü adına saygı duymamız lazım, onlara da çıktığınız zaman “Gördünüz mü, hükümetten çıktı, hükümete muhalif oldu, falanı eleştirdi, filanı eleştirdi” diyorlar.
Bu sefer de biz üniversitelerden gelen talepleri değerlendirdik. Hamdolsun ki üniversitelerde hangi görüşten olursa olsun, bize karşı bir sempati var öğrencilerde. Bu dürüst, bu cesur siyasetçiyi görmek isteriz diyorlar. Onların nitelemesiyle söylüyorum. Ben hamdolsun bu konularda mütevazi davranan bir insanım. Yani sadece Ak Parti’yi seven, veya onunla birlikte olan gençlerden değil, farklı düşüncelere sahip olan öğrenci kulüpleri bile “Bülent Arınç’ı istiyoruz, gelsin üniversitemizde konuşsun” dediler.
Sakarya’yla başladık, İstanbul ve Ankara’yla devam ettik. O sıralarda tabi, bir konuyu anlatıyorum ben, o konunun arkasından da bir yarım saat kırk beş dakikalık soru cevap oluyor. Ben 20 sene parlamentoda kaldım ama 40 senedir de siyasetin içindeyim, benim bir farkım var; kim ne sorarsa sorsun, açık yüreklilikle cevap veriyorum. Başkasına bakarak, ‘Acaba ne demem gerekir?’ diye düşünmüyorum. Belki eksiklik olabilir. Ama benim yapım böyle. Bunu değiştirmem de mümkün değil.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını soruyorlar, bildiğim kadarıyla söylüyorum. Dokunulmazlığı soruyorlar, bildiğim kadarıyla söylüyorum. ‘Made in Bülent Arınç’ yani. Kendi düşüncemi söylüyorum. E bundan sıkılan, gocunan, ‘Niye bunları söyledi, niye bu eleştirileri yaptı’ diyenler tedbir almaya başladılar. Hem gittiğim üniversiteleri sorgulamaya başladılar, hem de gideceğim üniversitelere ‘Bu adamın nerede ne zaman ne söyleyeceği belli olmaz, buna engel olun’ dediklerini bana naklediliyorlar.
Şimdi burada tabi bazıları iptal ettiler. En son da Turgut Özal Üniversitesi. Bir internet haber sitesi, “Bu FETÖ’cü üniversitede ne işin var Bülent abi?” diyor. Üzülüyorum, insan bu kadar küçülmez. FETÖ’cü üniversite denen Turgut Özal üniversitesi, rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın düşüncelerini, fikirlerini yaymak adına kurulmuş, kuruluşunda emeğim olan bir üniversite. Turgut Özal Derneği yıllar önce bana Demokrasi ödülü vermişti. O gün ödülü alırken yaptığım konuşmada dedim ki; “Dernek kurmak iyi bir şey ama, sizin Özal adına yapacağınız şey; mutlaka bir üniversite kurmanız lazım.”
Onlar da durumdan vazife çıkardılar, görev kabul ettiler, bir iki sene içerisinde Turgut Özal Üniversitesi kuruldu. İsim babası olduğum üniversitede bir konferansa gideceğim, son 1 saat içinde iptal ediliyor. Ben de bunu açıklamak mecburiyetinde kaldım. Ve orada daha önce iptal eden üniversitelerin birkaç tanesini sadece yazdım. Şimdi onlardan hiçbir açıklama gelmedi.
Fakat Konya’daki Necmettin Erbakan Üniversitesi’nin hem rektörüne, hem de yönetimine huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Sayın rektör aradı, dedi ki; “Efendim böyle bir şey bizim açımızdan olmadı, sizden gelen bir talep bize iletilmedi, bizim de bunu iptal gibi bir keyfiyetimiz yok.”
Biz notlarımıza baktık, bir öğrenci topluluğu adına böyle bir girişimde bulunulmuş, ama sonra öğrenciler kendileri vazgeçmişler. Dolayısıyla bu açığa çıkınca ben de üniversite rektörüne çok teşekkür ettim bu duyarlılığından dolayı. İptal edilenlerin içinden onun ismini çıkarmak istiyorum.
Ama diğerleri çok rahat, hallerinden çok memnun. Onlardan herhangi bir açıklama gelmedi.
Bence endişe şudur; “Bu Bülent Arınç,kendine özgü bir adamdır. Nevi şahsına münhasır. Her yerde doğru söylediğini biz de biliriz. Ama zamanı, zemini olmadan da bir şeyler söyleyebilir. Birileri zor durumda kalabilir. Dolayısıyla konuşmasa daha iyi. Çünkü gittiği yerde büyük ilgi çekiyor”
Mesela benim Bilkent’teki konferansa neredeyse bine yakın öğrenci geldi. Yani içeridekinin üç misli dışarıda vardı. TOBB’da böyle oldu, Sabahattin Zaim’de böyle oldu…
*Kim peki bu ‘gocunanlar’ dediğiniz?
Onlar...
*Onlar?
E işte. O kadar diyeyim. Onlar… Arife tarif gerekmez…
“Cumhurbaşkanımız, her şeye
hakim olduğunu göstermek isteyen bir insan”
*2001’de “Bir lider hareketi değil bir kadro hareketi” olunacağına dair vurgularla yola çıktı Ak Parti. Çoğulculuğun önceleneceği belirtiliyordu. Gelinen noktada bu ilkeden bir sapma görüyor musunuz?
Bunu kamuoyu da değerlendirir, basın da değerlendirir. Ak Parti’nin başında olanlar da değerlendirir. Meseleler o kadar vuzuha kavuştu ki, bizim bu konuda bir şey söylememize de gerek kalmadı.
Mesela birkaç gün önce, Elif Çakır hanımefendinin Karar Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda Sayın Cumhurbaşkanımızın geçmişte yaptığı konuşmalardan örnek cümleler aktarıldı. O konuşmaların içerisinde ‘Biz’ vardır ve hiçbir zaman ‘Ben’ yoktur. Habertürk’te Veyis Ateş bu konuyu sorduğu zaman “Eskiden bizdik, şimdi ben olduk” demiştim. Bu yüzden de beni eleştirenler oldu. Şimdi ben bu konuda kuruluş ilkelerimizden temelde bir sapma olduğunu görmüyorum. Ama konjonktür gereğince Sayın Cumhurbaşkanımız; çok güçlü bir şahsiyet, çok güçlü bir siyasetçi olmakla, biraz da farklı Cumhurbaşkanı olmak iddiasında.
Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman, bütün güçleri üzerinde toplamış ve kendisinin her şeye hakim olduğunu göstermek isteyen, bunu da bizzat gösteren bir insan olarak görüyorum.
"Tek adam ideolojisi ancak
şeflik döneminde yaşanmıştır”
*Biraz önce bahsettiğimiz ‘Çoğulculuk’ ilkenize uyan bir görüntü mü bu?
Uyup uymadığı konusunda size bir şey söylemeyeyim. Ben bütün bunları insanların ma’şeri vicdanına havale ediyorum. Ama bu konu eleştirilecek hale gelmişse, bunu açıkça yazan konuşan birkaç kişidir. Açıkça yazmayan, konuşmayan milyonlarca kişidir.
Yani bu konuda hepimizin kendimizi bir check(kontrol) etmemiz lazım. Nereden nereye geldik, nasıl geldik? Hiçbir kişi layüsel, layemut değildir. Yani tek adam ideolojisi, ancak tek parti döneminde ve şeflik döneminde yaşanmıştır. Ama 1950’den bu yana özellikle parlamenter sistem içerisinde hiç kimse vazgeçilmez değildir ve hiç kimse bütün güçleri şahsında toplamış olamaz.
Ben Sayın Cumhurbaşkanımız açısından da söylemiyorum. Başka bir partinin Genel Başkanı olarak da, veya yüksek yargının başında olan insanlar olarak da kendisine böyle bir güç vehmediyorsa insanlar, yanlış yapıyorlar anlamında söylüyorum.
Gücün parçalanması, check-balance sistemi içerisinde insanların kendisini belli bir yere oturtması lazım. Dünyanın her yerinde check-balance sistemine büyük ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde demokratik bir yönetim olabilir. Ancak bu şekilde toplumda bütün kesimler kendilerini ifade etme imkanı bulabilir. Yargının güçlü olması lazım, yürütmenin güçlü olması lazım, yasamanın güçlü olması lazım.
Ben 5 sene örnek bir Meclis Başkanlığı yapmış bir insanım. Ve Meclis’in itibarını 10 kurum içerisinde 9. Sıradan 4. Sıraya kadar yükseltmiş bir insanım. Dolayısıyla bu kurumlar ne kadar güçlü olursa, ve güç dağılımı üçü arasında eşit anlamda düşünülebilirse, o ülkedeki demokrasi, hukuk, laiklik ancak o kadar güçlü olabilir.
“Nerede ve neden terör örgütü"
*17-25 Aralık’tan sonra Gülen cemaatine yönelik ciddi bir mücadele başlatıldı. Hemen her gün farklı illerde operasyonlar yapılıyor, bine yakın kişinin tutuklu olduğu belirtiliyor. Siz bir televizyon programında bu operasyonlardan konu açılınca “Cübbemi yeniden giyesim geliyor" demiştiniz. Bu mücadelede yanlışların yapıldığını mı düşünüyorsunuz?
Paralel Devlet Yapılanması, resmi devlet evraklarına da giren bir konudur. Legal görünümlü illegal yapılanmalar resmi referanslara girmiş kurumlardır. Bunun dışındaki benzetme veya bunun dışındaki suçlamalar henüz kesinlik kazanmış veya bir yargı kararıyla ortaya çıkmış hususlar değildir.
Bugüne kadar ortaya çıkan haliyle, Paralel Devlet Yapılanması’yla mücadele doğrudur ve bir devlet için gereklidir. Sadece AK Parti’nin iktidar olduğu veya Sayın Cumhurbaşkanımızın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde değil, bundan sonra hangi parti iktidara gelirse gelsin, onların da bu tür yapılarla mücadele etmesi asıldır.
Ama bu mücadele nasıl ve ne şekilde olacak? Hukuk içerisinde kalmamız lazım. Şimdi “Silahlı Terör Örgütü” olarak da nitelendirilmeye başlandı. Nerede silah ve neden terör örgütü? Ceza Kanunu’nu açıp bakması lazım insanların. Silahlı Terör Örgütü’nün unsurları farklıdır, suç örgütlerinin unsurları farklıdır. Hangi unsurlar var ki silahlı terör örgütü diyorsunuz? Ama bu bir algı meselesi haline getirilmek isteniyorsa bu hukuki bir şey değildir. Çünkü algı, gerçeklerin üzerini örtebilir ama hiçbir zaman gerçek değildir. Bu ülkede Ergenekon-Balyoz veya buna benzer davalar bile 3-5 yıl içerisinde tam tersine dönmüşse, herkes bir kumpas kurulduğundan bahsediyorsa, ve yıllarca cezaevinde kalan insanlar bugün hesap sorma noktasına gelmişse; o zaman yapılanları şimdi de “cemaat”, “Fetö” veya “Paralel Devlet Yapılanması” adı altında bir başkasına yapmak… Diğerine yapılan yanlışsa, onlar için de yanlıştır.
Hukuki tavsifi mahkemeler yapar.Savcının ne dediği önemli değildir. Savcı bir davayı açar, ama kararı mahkeme verir. Savcının açtığı davaya bakarak bir suç hakkında karar veremezsiniz.
Ben hamdolsun 25 yıl, bu cübbeyi omzumda şerefle taşımış bir insanım. Takvim gazetesine bakarsan “Cübbeli Bülo’yum.” Zamanında ekmeğimizi yemiş adam, bizi Cübbeli Bülo diye hafife almaya çalışıyor. Ayıptır, çirkindir, hayasızlıktır, vicdansızlıktır. Ben cübbemle iftihar ederim. Ben cübbemle en az 51 tane, 163’le ilgili davaya girmiş, fisebilillah dindarların hakkını savunmuş bir insanım. Ceza davalarında da, sıkı yönetim mahkemesinde Erbakan Hoca’mın avukatlığından fikir ve düşünce özgürlüğüne karşı olan her davaya koşmuş bir insanım. Ceza hukuku alanında da benim bilgimi herkes takdir eder.
Savcı istediğini yazar, ama hukuki vasıflandırmayı mahkeme yapar. Bu mahkeme, sonunda “Evet bu bir silahlı terör örgütüdür” demişse ve kesinleşmişse o karara uyarız. O kararın da sonradan, şu veya bu şekilde verildiği ortaya çıkarsa Balyoz’da veya Ergenekon’da olduğu gibi, o zaman da başımızı döveriz.
Dolayısıyla doğru işler yapalım. Savcılar bir şekilde bir yerlerden aldıkları talimatla veya o cemaate, o kişilere karşı duydukları nefretle böyle davalar açıyorlarsa, çok fazla üzülmem. Onlar adına üzülürüm de, ama bu sonuç değil. Sonucu mahkemeler verecek. O yüzden mahkemelerin, adil bir yargılama sonucunda bu işi kimler yapıyorsa açık açık ortaya koymasına ayağa kalkar selam durarım.
“Fetö” dedikleri örgüt ile de, illegal yapılanmalarla da bir hukuk devletinde ancak hukukla mücadele edilebilir. Demokratik ülkelerde böyle olur. Silahlı terör örgütleriyle bile demokratik ülkelerde sonuç almak, siyasi ve toplumsal bir uzlaşma ile mümkün olmuştur. Öldürmekle olmamış, yok etmekle olmamış. Biz bile Çözüm Süreci’nde o kadar sıkıntıya göğüs gerdik ki, “Öldürmekle bitmiyor bu iş. Dağa çıkmanın önünü kesemiyoruz. Siyasi kararlar alalım” noktasına geldik. O işin içinde olanlardan birisiyim.
Şimdi, ister cemaat deyin, ister başka bir isim deyin bu kişiler kimlerdir, nerede bulunmuşlardır, hangi suçu işlemişlerdir, suç delilleri nelerdir... Bunları adil bir şekilde ortaya koyacağız, yargılayacağız, ve yargı sonucuna kadar bekleyeceğiz. Ama vurun, yok edin, bu bir çözüm değil. Şu açıdan çözüm değil; adaletsizlik veya zulüm hiçbir zaman payidar olmamış. Aslında bu tür şeyler, o örgütleri daha da güçlendirir. Çünkü vicdanların kabul etmediği bir meseleyi karşı karşıya getirmiş olursunuz.
“Alt tarafı ibadet, ortası ticaret,
üstü ihanet' tarifi çok güzel bir tarif”
Ben ta başından beri söyledim, şimdi Cumhurbaşkanımız da aynı konuyu söylüyor. Bu öyle bir topluluk ki; alt tarafı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet. Tarif çok güzel bir tarif. Bu bir piramittir. Piramitin alt tabanı kalabalık olandır.
Mesela 2 milyonluk bir kitleden bahsedelim. Büyütmeyelim, 1 milyonluk bir kitleden bahsedelim. Belki de yüz bin. Örnek olsun diye söylüyorum. Emin olun dokuz yüz bini, bu işi dindarlık açısından, bilerek veya bilmeyerek, aldanmış da olabilirler, o kadar rahat söylüyorum. Dokuz yüz bini, bu işte Allah rızası var, bu bir eğitim meselesidir, bu bir yardımlaşmadır diye düşünenler. Ortadaki ticaret kesimi, doksan bin. Yukarıdaki on bin, -çok fazla söyledim, misal olsun diye söylüyorum- onlar da diyelim ihanet içinde. Dokuz yüz bine bir şey yapabilir misiniz? Yaparsanız haklı olur musunuz? Doksan bine bir şey yapabilir misiniz? Ticaret yapıyor adam? “Sen bir şirketsin, hayır faaliyetleri yapmışsın, bunlara kurban parası vermişsin…”
Kim vermedi? Kim çocuklarını bunların okuluna göndermedi? Kim bunlara Afrika’daki yardım faaliyetleri karşılığında zekatından sadakasından vermedi?
Ama hiçbirimizin ve hiçbirisinin bunların yukarıda usulsüz dinlemeler yaptığı, terörle işbirliği yaptığı, milletin aleyhine herhangi bir iş yaptığı şeklinde bir düşüncemiz, bir bilgimiz yoktu. Bunu en iyi bilmesi gereken Sayın Cumhurbaşkanımızdır. O bile sonunda “Biz kandırıldık, aldatıldık” dedi. Hatta bir sözünde “Ne istediler de vermedik” dedi.
Şimdi Sayın Cumhurbaşkanımız, bütün istihbarat elindeyken, bütün imkanlar elindeyken, 17-25 Aralık’a kadar bunlardan haberimiz yoktu diyorsa, ben ve benim gibi binlerce insan bunu söyleyebilir.
"Suç delillerini bulalım,
suç delili üretmeyelim”
O zaman biz, yukarıdaki en az kesimde ihanet nedir, nasıl yapılmıştır, Allah rızası için bulalım. Suç delillerini bulalım, suç delili üretmeyelim. Ve mahkemenin önüne getirelim. Gerçekten suç delilleriyle bunlar mahkum olsun, biz de diyelim ki Ya Rabbi çok hayırlı bir iş yaptık. Ülkeye, devlete, millete zarar veren bu insanlarla mücadele ettik.
Ama bugün şirket sahipleri, Türkiye’nin en önemli insanları, gel bakalım deniyor, alınıp götürülüyor. En son Halit Dumankaya. Halit Dumankaya benim parlamentodan tanımak şerefine eriştiğim, fevkalade güzel bir insan.
Halit Dumankaya’nın hayırseverliğine kim ne söyleyebilir? “Efendim bunlara da hayır faaliyetlerinde yardımcı olmuş”
Burada suç unsuru nedir, ona bakacağız. Suçta kasıt önemlidir. Kabahatlerde kasıt aranmaz, cürümlerde kasıt aranır. Silahlı terör örgütü ise, burada herhangi bir insanın silahlı terör örgütüne bilerek ve isteyerek dahil olması veya yardımcı olması lazım. Bunu ispat ederlerse, her türlü cezayı verebilirler.
Ama bana gelmiş bir insan, diyelim ki Kimse Yok Mu Derneği olsun, veya başka bir şey olsun, “Efendim biz hayır faaliyetleri yapıyoruz, siz de bize Afrika’da kesilmek üzere 10 tane kurban parası verir misiniz?” dese ben şahsen veririm. Afrika’da insanlar susuzluktan perişan oluyorlar.
Bana da geldi bir dernek, “Efendim biz Afrika’nın ortasında su kuyuları açacağız. Sizin de bir hayrınız bulunsun.” dedi. Ben de rahmetli oğlumun adına bir kuyu açın dedim, kendilerine 4 bin dolar para verdim. O kuyu halen orada duruyor ve üzerinde Mehmet Fatih su kuyusu diye yazıyor. Şimdi ben ne silahı, ne terör örgütü? Nereden bileceğim? Uzatmayayım, bu mücadele devletin beka mücadelesidir. Ama herkesi bunun içerisine koyamazsınız. İbadetle meşgul olup, öğrenci evlerine yardım ettiğini söyleyenler, ibadetle meşgul olup, çok ucuz paralarla gidip dünyanın her tarafında öğretmenlik yapan insanlar veya buradaki öğrenciler-öğretmenler… Bunların ne usulsüzlükten haberi var, ne yolsuzluktan haberi var, ne ihanetten haberi var. Bu insanları ayırmamız lazım.
Yoksa gözyaşı akıyorsa, insanlar fevkalade müteessir oluyorsa, öyle bir toplumda barış olmaz, huzur olmaz, terör önlenemez. Ben bunların hemen hemen yüzde doksan dokuzunun “Ya Rabbi Tayyip Erdoğan’a uzun ömür ver, onu başımızdan eksik etme, onun hayırlı hizmetlerini ziyadeleştir, Ak Parti hükümetlerine sen başarı ver” diye teheccüd namazlarına kaldırılıp özel dualar yaptırıldığını biliyorum. E şimdi o insanları biz silahlı terör örgütü mensubu olarak yargılayamayız, suçlayamayız.
*Siz, ‘Cübbemi giyesim geliyor’ dediğinizde tutuklu Gazeteci Hidayet Karaca bir çağrıda bulunarak, “O cübbeyi giymeseniz de sizi duruşmalara bekliyorum.” demişti…
Teşekkür ederim. Ben Başbakan Yardımcısı iken RTÜK’ten sorumluydum. Kendisi de Televizyon ve Radyo Yayıncıları Derneği Başkanıydı bildiğim kadarıyla. O zaman yeni RTÜK kanunu yaparken biz kendileriyle iş birliği yaptık. Şimdi içeride olduğunu biliyorum.
İlk defa sorgulanacağı zaman da İnşallah tutukluluğuna karar verilmez dedim. Çünkü ben prensip olarak baştan beri tutuklu yargılamalara karşıyım. Bu Can Dündar da olsa böyle, Ahmet Şık da olsa böyle, diğeri de olsa böyle… İnsanlar, istisnai olarak tutuklanmalı. Hidayet Karaca şimdi beni duruşmaya davet ediyor. Sadece o davet etmiyor, Mehmet Baransu da bana ‘Cübbeni al gel’ diyor. Bunlar doğru şeyler değil. Çünkü benim onlarla ilgili bir şey söylemem onların aleyhine netice meydana getiriyor. Biz istemesek bile.
Mesela Manisa’da çok iyi bildiğim insanların hiçbir suçları ve kabahatlerinin olmadığını, kötü şekilde suçlandıklarını söyledim. Bilerek söylüyorum çünkü o insanları tanıyorum. O insanları o kadar tanıyorum ki bunlara biz zamanında İl Başkanlığı teklif etmişiz, Belediye Başkanlığı teklif etmişiz. Esnaf, işadamı bunlar. O kadar güvenmişiz ki, hatta birkaç tanesi Belediye Meclis Üyesi olmuş. Ama bunlar şimdi fetöcü örgüt mensubu olarak çağrılıyor. Sempatizan olabilirler. Milyonlarca insan gibi. Ama hukuk dışı hiçbir çalışmanın içerisinde olmadıklarına ben inanıyorum. Bunu üç defa söyledim, ben üç defa söyledikten sonra da üç defa operasyon yapıldı.
“Hidayet Karaca'ya ve İlhan İşbilen'in
yanına zarar vermemek için gitmedim”
Şimdi bu açıdan baktığımız zaman benim Hidayet Karaca ile ilgili duruşmaya gitmem bir şey değil, onunla ilgili müspet bir şey söylesem dahi aleyhine yorumlanacak. İlhan İşbilen milletvekilimizdi. Kendisini eskiden beri tanırım. Bu süreç içerisinde hiçbir şekilde konuşmadık ve bir araya gelmedik. Şurada Sincan’da cezaevinde yatıyor, ben bu insanı da ziyarete gidemiyorum. Çünkü bu ilişkilerin, yani bir Milletvekiline geçmiş olsun ziyaretinin bile başka şekilde yorumlanacağını, başka şekilde sonuç vereceğini az çok tahmin ediyorum. O yüzden kimse kusura bakmasın.
*Zarar vermemek için gitmiyorsunuz yani?
Zarar vermemek için tabi. Sabah dualarımda, teheccüde kalktığım zaman da “Ya Rabbi, zulme uğratma, zulmettirme, bizi zalimlerden eyleme, bizi kötülüklere ve haksızlıklara karşı muhafaza et” diyorum. “Mağdur edilen masum insanlara da sen yardım et” diyorum. Yapabileceğim şimdilik bu.
*Gazeteci Mehmet Baransu 1 yıldan fazla bir süredir içeride. AYM, hak ihlali talebini reddetti. Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül’ün talebini kabul edip Baransu’nunkini reddetmesini nasıl yorumladınız?
Ben hiçbir gazetecinin bir gün bile hürriyetinden mahrum edilmesi taraftarı değilim. Bu sözümden dolayı beni baştan sona herkes eleştirmiştir. Ben, uzun tutukluluklardan dolayı kim müracaat etmişse, AYM’nin o kişinin lehine karar vermesini isterim.
* Türkçe Olimpiyatları’ndaki bir konuşmanızda Fethullah Gülen ve cemaati için “Adına enstitüler açılan, bu öğreti için parlamentolarını üniversitelerini tahsis eden dünyada yüzlerce ülke var. Ne diyor bu insan? İnsanlara ne söylemek istiyor? Hangi metodu takip ediyor? Açıyorlar, bakıyorlar, inceliyorlar altından barış ve müspet hareket çıkıyor. Bütün dünyanın takip ettiği bu sistemi biz de takip edeceğiz." diyorsunuz. Pişman mısınız bu söyledikleriniz için?
Pişmanlık duyuyorum, duymuyorum şeklinde bir cevap vermem. Şu açıdan vermem; siz benim sadece bir yerde yaptığım konuşmayı dediniz, ben Meclis Başkanlığı’m dönemimden itibaren hemen hemen her Olimpiyat törenlerine katıldım, ve her törende en az 140 ülkeden gelmiş çocuklara ev sahipliği yaptım. Onları övücü sözler söyledim. Dünyadaki bu eğitim gönüllülüğü hareketini başlatanlara da hep teşekkür ettim. Sözlerim samimidir. Ama sadece ben yapmadım bu konuşmaları. Mesela son olimpiyatlardan birisi İstanbul’da yapıldığında Sayın Cumhurbaşkanımız TT Arena stadında yüz bin insanın önünde onlar için de çok olumlu sözler söyledi ve Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesini, bu hasretliğin bitmesini istedi. Daha önceki konuşmaları yapanlar Ahmet Davutoğlu’dur, Köksal Toptan’dır, Cemil Çiçek’tir, Bekir Bozdağ’dır, hepsi. Yani onlar pişman olmadılarsa, bu sözleri söylemekte hepimiz mazuruz diyorlarsa benim de söyleyecek başka bir şeyim yok.
Tabi 17-25 Aralık’tan sonra bu tür toplantılara hiçbirimiz gitmedik. Hatta bunlara yer ve salon verilmedi.
Onlar şimdi yurtdışında yapıyorlar bunu. Yurtdışında yaptıkları bu toplantılara da Obama mesaj gönderiyor. UNESCO mesaj gönderiyor. Demek ki onlar ısrarla bu hizmetleri sürdürüyorlar, bu açıdan Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir şey olduğunu zannetmiyorum.
"Yeni bir siyasi oluşum,
yeni parti iddiaları safsata”
*Siz de dahil olmak üzere Abdullah Gül, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin gibi isimlerle ilgili çok şey yazılıp çiziliyor. "Hamamönü hareketi" diye bir hareketten bahsedildi. Yeni bir parti kurma, yeni oluşuma gitme gibi bir düşünceniz var mı?
Ben 2005’te Meclis Başkanı’ydım. İslam Konferansı Örgütü, Zirve Toplantısı yapıyor Mekke’de. Sayın Ahmet Necdet Sezer ben gitmem dedi. Ben Meclis Başkanı olarak mecburen bu zirveye katıldım. Allah’a hamdettim iyi ki katılmışım. Çünkü bizzat kralın davetiyle hem tavaf yaptık, hem de Kabe’nin içini ziyaret etme imkanı buldum. Bu herkese nasip olacak bir şey değil. Bu toplantıda Türkiye’nin düşüncelerini açıkladım. O güne ait bir fotoğraf var. Benim bir arkamdaki sırada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül var. Onun bir arkadaki sırada da Sayın Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Davutoğlu var. Şimdi bu fotoğrafa baktığım zaman gözlerim yaşarır.
Biz böyle bir arkadaşlıktan geldik. İki sene sonra arkamdaki önüme geçti, Cumhurbaşkanı oldu. Üç sene sonra da en arkadaki geldi, Başbakan oldu. Bu Allah’ın bir lütfudur. Bizim aramızdaki bu protokol ölçüsü mesafe değildir. Biz bir yola çıktık, bir davaya inandık ve birbirimize güvendik. O yüzden ben bir yere giderken Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan kapıda beni karşılardı, birlikte salona girerdik. Ama sonra ben kendisine derdim ki; “Bak bu yaptığımız iş protokoldür, aslında sen benim liderimsin, Başbakanımsın, önümdesin. Protokolde mecburen böyle yapıyoruz”
Ben Ak Parti’de Grup Başkanıydım. 52 kişiyiz o zaman milletvekili olarak. 52’si oybirliği ile beni seçti. Hüseyin Çelik ve Salih Kapusuz benim Grup Başkan Vekilim oldu. Aramızdaki ilişki bu. Sonra o benden önce Bakan oldu, ben sonra Başbakan Yardımcısı oldum. Salih Kapusuz da doksan birden beri milletvekilliği yaptı. Yani aramızda bir altlık üstlük meselesi veya problemi yok. Biz Hüseyin Çelik’le bugün tanışmadık. Abdullah Gül’e bugün tanışmadık. Birbirimizi hep sınamalardan geçirdik.
Şimdi dışarılarda konuşulan, bilinen veya bilinmeyen, bir takım ağızlarda sakız haline gelen edepsizliklere kanacak insanlar değiliz. Dolayısıyla bugün, aktif siyaset hayatından çekilmiş olsa bile Abdullah Bey’in, benim, Hüseyin Bey’in, Sadullah Bey’in veya bir başkasının bir arada olması hiç garipsenecek bir şey değil. Bu bir muhalefet hareketi değildir. Biz bu partide kiracı değildik. Bu partinin sahibi biziz. Birisi, ‘o kurucu değildir’ diyebilir bana. Hiç umrumda değil.
O edepsizi birisinin susturması lazım. Ama susturmuyorsa biz Allah’a havale ederiz. Bu partinin güçlü olmasını, hükümetin başarılı olmasını can-ı gönülden isteriz. Bunun için de bütün gücümüzle çalışacağız. “Yeni oluşum”, “muhalefet hareketi” gibi iddialar safsata. Onlar bizi bir an evvel partiden tasfiye etmek, veya bir şekilde erken doğum yaptıralım da bunlardan kurtulalım diye düşünenlerin bir çabası.Umarım ki başımızdaki aklı başında olanlar bunlara fırsat vermesinler. Otur oturduğun yerde desinler. Zaten bütün işleri siz karıştırıyorsunuz desinler. Benim işime karışmayın desinler.
*Başbakan Davutoğlu, “Benim tercihim değil" diyerek kurultaya gitme kararı aldı. Erdoğan ise, "Başbakan'ımızın kendi tercihi" demişti. Siz bu sürecin nasıl ve neden geliştiğini düşünüyorsunuz?
Sayın Davutoğlu, Cumhurbaşkanımız seçildikten sonra bizzat Sayın Cumhurbaşkanımızın kabulüyle, takdiriyle genel başkan ve Başbakan oldu. Biz hepimiz bunu kabullendik. Oy birliğiyle seçildi. O da Allah için 20 aydan beri güzel çalıştı, elinden geleni yaptı, gece gündüz gayret etti. Ve sonunda bir akşam aralarında bir konuşma geçti, biz bunun içeriğini bilmiyoruz. Ertesi gün de “Ben ayrılıyorum, kongreyi toplayacağım” dedi. Çok olumlu bir konuşma yaparak ayrıldı.
Tabi dışarıda konuşulanlara yazılanlara bakılırsa olumsuz bir şeylerin mevcudiyeti düşünülebilir. Ama Sayın Davutoğlu, Türkiye’yi düşünerek, partiyi düşünerek fedakarlıkta bulundu. Çünkü çıkıp da şikayet eden bir konuşma yapsaydı ertesi gün eminim ki Türkiye’nin ekonomisi allak bullak olurdu. Türkiye’nin dış itibarı, geleceği, istikrarı tartışma konusu olurdu. Bu telafi edilemezdi. Bir tarafta kendi nefsi, bir tarafta ülkesi. Nefsini tercih etmedi. Bu yüzden ona teşekkür etmemiz lazım. Mesela ben çok duygusal bir insanım. Onun yaptığını yapamazdım.
İkincisi, partide bir ikilik çıkabilirdi. Partide, neden öyle neden böyle diyenler belki bir muhalif hareketi ortayakoyabilirdi. Ama o partisini çok seviyor. Parti içinde de bunun tartışılmasını istemedi. Sadece MKYK ile ilgili çok naif bazı cümleler söyledi.
Şimdi Sayın Davutoğlu bütün tartışmaların önünü kestiğine göre artık bize söyleyecek hiçbir şey kalmadı. Neden? Çünkü o bazı şeyleri konuşsa ve tartışma konusu yapsaydı, insanların vicdanen çok rahat olmadıkları bazı konularda parti içinde de bir sorgulama yapılabilirdi. Ama güçlü bir devlet adamı olduğu için her türlü nefsine ağır gelmesini bir kenara attı, güçlü bir fedakarlık ve fazilet gösterdi. Bence örnek bir devlet adamı olduğunu ve çok başarılı bir başbakanlık dönemi geçirdiğini yaptıklarıyla ispatladı. Bu konu üzerinde ben pek bir şey söylemek istemiyorum.
*Binali Yıldırım tercihini nasıl değerlendirdiniz? Yıldırım’ın genel başkanlığındaki süreçte ne gibi değişiklikler olacak? Bir de Aydın Ünal’ın “Düşük profilli bir Başbakan” söylemi olmuştu…
Aydın Ünal bu sözünden sonra sarfınazar etti. Ama çok yanlış bir söz söylediği için, bu söz şimdi karikatürlere konu oldu. Ve hiç de hak etmediği halde Başbakan’ın üzerine yüklenmeye çalışıldı. Ve diğer Başbakan adayları üzerinde de çok menfi bir propagandaya yol açtı. Demek ki Aydın Ünal’ın bilerek veya bilmeyerek söylediği bu söz, Türkiye’de bir döneme çok kötü bir damga vuracak. Ve her Başbakan’ın, altından zorlukla kalkabileceği bir yakıştırmadır.
Bu yüzden insanlara iyi dostlar lazım. Akıllı dostlar lazım. Bizim Hüseyin Çelik bir yazısında yazmış; birisi diyor ki “Ya Rabbi, sen beni dostlarımdan koru, ben düşmanlarımla baş etmesini bilirim” Allah bizi akılsız dosttan muhafaza eylesin. O sanki iyilik yaptığını zannetti, Cumhurbaşkanımızın öyle düşündüğünü zannetti, Ahmet Davutoğlu için söylediklerini unuttu, ‘düşük profilli bir başbakan’ diyor.
Ondan sonra alın size bir karikatür; beş on kişi sıraya girmiş, “Ben daha düşüğüm, ben daha alçaktayım, ben daha ‘siz ne isterseniz yaparım” gibi çok çirkin, çok yakışıksız karikatürler ortaya çıktı. Binali Yıldırım bunları hak etmiyor. Bunu söylemeliyim. Şimdi yeni bir hükümet kuruldu. Yeni kongreyle MKYK da değişti. Bunlar Sayın Cumhurbaşkanımızın takdirleridir. Sayın Cumhurbaşkanımız, Binali Bey’le de, MKYK, MYK ve hükümetle de kendi tercihini ortaya koymuştur. Bunu inkar etmiyorlar. İlk toplantının köşk’te olması, Binali Bey’in yaptığı konuşmaların hepsi Cumhurbaşkanımızı işaret ediyor. Yani bundan sonra aslında Başbakan’ın da, Genel Başkan’ın da Cumhurbaşkanı olduğunu söylemek istiyorlar. Bu yanlıştır, ama fiili gerçeklik böyledir.
Madem ki bu noktaya geldik, Sayın Cumhurbaşkanımız çok ciddi bir sorumluluk altında. Hükümet başarılı olursa emin olun kimse Binali Yıldırım başarılı oldu demez, Cumhurbaşkanımızın hanesine yazılır. Ama hükümet başarız olursa, kimse Binali Bey demez, Cumhurbaşkanı böyle yaptı, onun için başarız oldu der. Bu yüzden bu hükümetin başarılı olmak mecburiyeti var. Şansı demiyorum. Cumhurbaşkanımızı hepimiz sevdiğimize göre onun başarısız olmaması için hükümetin başarılı olması lazım.
Peki Binali Yıldırım başarılı olabilir mi? Olabilir. Kendisinin başarılı olacağını inanıyorum.
Türkiye’nin karşı kaşıya kaldığı sorunlar var, bir; İçeride terör meselesi. Dışarıda Suriye, Suriye bağlantılı Irak ve Ortadoğu meseleleri. İkincisi; ekominin iyiye doğru everilmesi, üçünsü;bu PDY ile yapıla mücadelede doğrular var yanlışlar. Bir de Adalet konusunda, yargı konusunda mutlaka yapılması gerekenler. Bu konularda ümidim şudur; Sayın Davutoğlu ile birlikte çalışmış, ve ona çok güvenmiş bir insan olarak söylüyorum. Bazı konularda pratik çözümlere gitmek lazım. Binali Yıldırım pratiktir ve pragmatiktir. Yani çözüm getiricidir ve faydacıdır. Türkiye’nin faydası nerede bu işte, şurada. Bunu hemen yapabilecek güçtedir.
Sayın Davutoğlu ideolojiktir, ama sorun çözme konusunda ben Binali Yıldırım’ın pratik ve pragmatik olduğunu düşünüyorum. Neden, çünkü Ulaştırma’da yaptıklarını böyle yaptı. Bize şimdi böyle bir Başbakan’ın artıları olabilir. Mesela Suriye konusunda bir politika değişikliğine gitmek zorundaysak, zorundayız diyenler var…
*Sizce peki?
Bence gitmemize ihtiyacımız var. Yaşadığımız olaylar karşısında. Yani Suriye meselesinde ilk bir iki yılın dışında bizim dünyadaki ve bölgedeki konjonktüre uygun olarak bir tavır değişikliğine, bir konjonktürel değişikliğe ama 180 km hızla gidene hemen fren yaparak değil, tatlı dönüşlerle veya tatlı frenlemelerle gitmemiz lazımdı. Veya Mısır’la ilişkilermiz konusu, Suudi Arabistan ile ilişkilerimiz konusu…
Sayın Davutoğlu, zaman içerisinde bunların gerçekliğinin ortaya çıkacağını söylerdi. Yani idealist bir kişi olarak meseleye bakardı. Ama benim düşüncem, idealist düşünmeliyiz, realist yaşamalıyız. Şimdi bence Binali Yıldırım, idealist noktadan daha çok realist ve pratik yaşayan bir insandır. Mesela Suriye konusunda bizim ne yapacağımızı bilmesi lazım. Acil bir konu olarak da Rus uçağının düşürülmesinden sonra Rusya’yla yaşadığımız gerginliktir. Bunun mutlaka ve mutlaka çözülmesi lazım. Bu sadece bölgemizle ilgili konularda değil, sadece ekonomik konularda değil, dünyada tekrar iki süper güç ortaya çıkıyor. Bu bölgeyi bizim Rusya’ya terk etmeden Türkiye’yle eşit ortaklık düzeyine getirecek bir çare bulmamız lazım. Binali Yıldırım pratik, faydalı işler yapacaksa ekibinin de buna uygun dizayn edildiğini görüyorum. Hükümetin içerisinde de bu tür bir bakanlık yapısı var.
"Binali Yıldırım'la beraber
artık uyum sorunu olmayacaktır”
İkincisi, Binali Yıldırım, Cumhurbaşkanımızın çok sevdiği ve güvendiği bir insandır. Artık uyum sorunu olmayacaktır. Artık Cumhurbaşkanımızın direktifleri geçerli olacaktır.Ve Binali Yıldırım kendi doğrularını Sayın Cumhurbaşkanımızla daha rahat konuşabilecektir. Bence onu ikna etmek için yeterli bir materyalle gidebileceğini ve bir pratik çözüme yönelik çareler bulabileceğimizi düşünüyorum.
Şimdi hiç konuşmadığım bir konuyu sizlerle konuşayım. Adalet’te, yargıda mutlaka bir acil eylem planı hazırlanmalı. Benim dönemimde hazırlanmıştı. En az üç yıldan beri elimizde böyle bir şey var ama gerçekleşmiyor. Bir tek şeye dikkat edelim, cezaevlerindeki kapasite 3 misli kadar artmış durumda.
Bu her an patlamaya hazır bombadır. Bunun iki sebebi var, bir, 2005’te Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girerken cezaları artırdık. Ama aynı oranda da infazı zorlaştırdık. Yani içeriye giren, daha geç çıkıyor. Bu bir yığılmaya sebebiyet verdi. Ondan sonra bu denetimli serbestlik konusunda da dar kapsamda tuttuk, onlar da belli suçlara münhasır kaldı, orada da tutuklama ve yükümlülük devam etti. Bu konularda cezaevlerinde büyük talep var. Yani içeride yeteri kadar kalmış, ama hala kalmaya devam eden insanlar var. İnfaz kanunu mutlaka değiştirmek zorundayız. Bazı suçlara yüklenen cezaların da mutlaka tekrar caydırıcılık prensibini ve cezadaki adalet konusunu dikkate alarak süratle yenilememiz gerekiyor. Cezaevlerinde çok büyük bir sıkıntın yaşandığını biliyorum.
“İyi ki o kongrede yoktum ve
Bozdağ'ın konuşmasını dinlemedim”
Bu yüzden Adalet Bakanımız hemen fırsat bulsun. Yani, büyük kongrede yaptığı konuşmanın sıcaklığı henüz ortadayken… İyi ki o kongrede yoktum, o konuşmayı dinlemedim…
*“Ak Parti Tayyip’in partisidir” gibi açıklamaları olmuştu…
İşte o konuşması. Sayın Bekir Bozdağ o işi bir tarafa koysun, yargıda acil eylem planını süratle uygulamaya geçsin.
*Ak Parti kongresine katılmadınız, “Yerimi iyi tayin edememişler” dediniz. “Vefa değil veda kongresi” olduğunu söylediniz. Bu sözü biraz açar mısınız?
Mümin’in diğer mümin üzerinde de haysiyeti, şerefi bir emanettir. Yani birbirimizle ilişkilerimizde onun haysiyetini ve şerefini incitecek bir hareketin olmaması lazım. Dolayısıyla şöyle olabilseydi ben daha çok mutlu olurdum. “Sayın Başbakan, Ahmet Bey, değerli kardeşim, ben seni güvenerek bu görevlere getirdim, arkanda durdum. Ama ben şunları şunları düşünüyordum, bunları yapmadın. Yapacak gibi de durmuyorsun. Arkadaş, biz kardeşiz. Ben farklı bir Başbakan istiyorum. Farklı bir Başbakanlık hükümet çalışması istiyorum. Bunu da sen yapamayacaksın gibi görünüyor. Gel şu işi seni de rencide etmeyecek, beni de rencide etmeyecek şekilde halledelim…” Böyle olsaydı kırk tane yol bulunurdu. Ahmet Bey derdi ki “Efendim şöyle bir zaman bana tanıyın, o zaman içinde ben partiyi de hazırlayayım, teşkilatı da hazırlayayım, kongreye gidiş sebeplerini de kendim hazırlayayım. Böyle yapalım. Veya en uygun zamanda ben istifa edeyim, arzu ettiğiniz arkadaş gelsin.”
Sayın Cumhurbaşkanı hangimiz hakkında böyle bir şeyde bulunsa biz partimizi düşünürüz, kendimizi düşünürüz, Cumhurbaşkanımızı düşünürüz, ona göre tedbir alırız. Şimdi doğrudan ‘Sen git’ denilmişse, ama Sayın Başbakan da Türkiye’yi, partiyi, hükümeti düşünerek kendinden fedakarlık ederek ‘Ben gidiyorum’ demişse, ben duygusal bir insanım. Hazmedemem.
İkincisi de, beni kuruculuktan çıkardığını söyleyenler, bana geçmiş dönem milletvekili sıfatıyla kart gönderiyorlar. Ben toprak gibiyim hamdolsun. Ben aktif siyasete son verdiğim zaman Cumhurbaşkanımıza da Sayın Başbakanımız’a da ‘Bana ne düşüyorsa onu söyleyin. Deyin ki partide santralde oturup telefonlara bakacaksınız, ben bunu partim için yaparım’ dedim. E şimdi böyle bir insana “geçmiş dönem milletvekili yerini beğenmedi de” falan… Yerimi beğenmemek değil. Meclis Başkanlığı sıfatını bana Meclis verdi. Ben birinci turda 369 oyla, ikinci dönem 385 oyla Ak Parti’yi gururla parlamentoda temsil ettim. Bu sıfatımı da alacak haliniz yok. 7 sene Başbakan Yardımcılığı yaptım, bu sıfatı elimden alacak haliniz yok. Kusura bakmayın.
*Burhan Kuzu bir problem olmadığını, bir yanlış algılamanın olduğunu söylemişti bu protokol meselesinde…
Burhan Kuzu’nun ne söylediği önemli değil. Başkasının ne söylediği önemli değil. Ben yaptığım işin doğru olduğuna inanıyorum. Bu yüzden “Onu kuruculuktan çıkardık, onu Meclis Başkanlığı’ndan çıkardık, bilmemneden çıkardık, itibarsız hale getirdik, trollerin önüne attık.” ben buna tahammül edemem kusura bakmayın. Herkes haddini bilecek. Biz siyaseten neredene yapmamız gerektiğini en az onlar kadar biliriz.
“Nikâha davet edildim, bilerek gitmedim"
*Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan evlendi malumunuz geçtiğimiz günlerde. Düğüne katılmadınız. Hüseyin Çelik Bey de katılmadı. Bir davet gelmedi mi, yoksa yoğunluk dolayısıyla mı?
Sayın Cumhurbaşkanımız eksik olmasın kızının nikahına beni davet ettiler ailecek. Doğrusu bu büyük bir nezakettir, kendisine teşekkür ediyorum. Öncelikle Sümeyye Hanım’a mutluluklar diliyorum. Allah iki cihanda saadet versin. Ben Sümeyye Hanım’ı da çok takdir ediyorum, çok beğeniyorum. Kızımla da, eşimle de konuşmuşlukları vardır. Sümeyye’yle parti çalışmalarında hep uçaklarda, helikopterde birlikte olduk. Çok inançlı, çok ahlaklı, çok edep sahibi, çok iyi yetişmiş bir kızımızdır. Allah bağışlasın. Bu konuda kendilerini tebrik ediyorum. İnşallah hayırlı evlatlar diliyorum, eşiyle birlikte mutlu olsunlar.
Fakat ben bu nikaha gitmedim. Bilerek gitmedim. Bunun çok özel bir sebebi var. Bu özel sebebi de böyle bir programda söylemek durumunda değilim. Sayın Cumhurbaşkanımız bunu merak eder de sorarsa ancak kendilerine söyleyebilirim. Bu yüzden, yani en azından toplum merakta kalmasın.
“Davet edildi mi, edilmedi mi” diye yorumlar farklı oluyor. Çünkü bir kısmı davet edilmemiştir dedi, bir kısmı edilmiştir dedi. O davetiyeyi de saklıyorum ki günün birinde birisi sorarsa göstereyim diye. Davet edildim. Davet edenlere de teşekkür ettim ama gitmedim. Çok özel bir sebebi var. O bizimle kendisini ilgilendiren bir konu.