T24
Burcu Demirer
1989 yılından beri Türkiye'de yaşayan İngiliz gazeteci Andrew Finkel, ağustos ayının başında Everest Yayınları tarafından yayımlanan İkinci Eş Serüveni isimli kitabıyla Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes isimli ünlü dedektifine selam veriyor. Henüz İngilizcesi basılmayan İkinci Eş Serüveni ile ilgili konuşmak üzere kitabın yazarı Andrew Finkel'le bir araya geldik.
Andrew Finkel, Türkiye'ye ilk defa öğrencilik yıllarında geldi. Ardından çeşitli kurumlarda akademisyen ve gazeteci olarak çalıştı.The Times, The Economist, Time ve CNN gibi kurumların aralarında bulunduğu çok sayıda basın yayın kuruluşunda muhabir olarak görev aldı. Cornocucopia dergisinde editörlük yapan Finkel, restoran eleştirileri de yazıyor. Andrew Finkel, bir sivil toplum kuruluşu olan ve Türkiye bağımsız medyasını destekleme amacı bulunan P24'ün kurucuları arasında bulunuyor.
İkinci Eş Serüveni, Sherlock Holmes karakterinin ünlü yazarı Arthur Conan Doyle'a bir röportaj sırasında sorulan sorudan yola çıkıyor. Gazeteci, Conan Doyle'a en sevdiği Sherlock Holmes macerasını soruyor ve yazar, en sevdiği Sherlock Holmes serüveninin İkinci Eş Serüveni olduğu yanıtını veriyor. Röportajda Conan Doyle'un verdiği cevapta sözünü ettiği hikâyenin mevcut olmayışı, Sherlock Holmes hayranlarını yıllarca düşündürüyor. Baker sokağında yaşayan Sherlock Holmes hayranı Dr. Watson ve Osmanlı profesörü olan Leyla Arslan, bu kayıp öykünün peşinde bir araya geliyorlar. Bir katil yerine bir metnin peşine düşen bu iki "dedektif", Sherlock Holmes macerasını çözmeye çalıştıkları kadar kendi geçmişlerinin de derinlerine yolculuk yapıyorlar. İngilizce yazılan ve Işılar Kür tarafından Türkçe'ye çevrilen kitap ağustos ayında Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Andrew Finkel'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
- İkinci Eş Serüveni isimli romanınız "Bir Abdülhamid ve Sherlock Holmes Hikâyesi" alt başlığını taşıyor. Bu yüzden ilk sorum: Neden Sherlock Holmes ve Abdülhamid?
Güzel bir soru ama bunu cevabını ben de bilmiyorum. Bu kitap çok önceden başladı. 20 yıla yakın bir zaman önce. O zamanlar film senaryosu yazıyordum ve bu kitap da benim için bir film senaryosu olarak başladı. Türkiye gibi bir şey yazmak istiyordum. Her memleketi tanıtan bir film vardır: O memleketin gerçeklerini, ruhunu anlatan. O zaman bir dizi vardı, çok meşhur oldu. Tarihteki Mücevher'di dizinin adı ve Paul Scott'ın aynı isimli kitabından (The Jewel in the Crown, 1984) yola çıkarak çekilmişti. Popüler bir dizi oldu ve İngiltere-Hindistan ilişkilerini anlatıyordu. İmparatorluğun son dönemleri çok çekici bir dönemdi benim için. Bir şey iflas ediyor ve başka bir şey doğuyor. Bir gün kitap okurken aklıma şu geldi: Abdülhamid, Sherlock Holmes'e hayrandı ve her gece süt kardeşi İsmet ona Sherlock Holmes'ün maceralarını, serüvenlerini okurdu. Bu çok çarpıcı bir imajdı ve bunu geliştirmek istedim. O zaman gazeteciydim ve romancı olarak değil de gazeteci olarak konuyla alakalı araştırma yapmaya başladım. Yavaş yavaş aklıma bir hikâye, bir plot (olay örgüsü) gelmeye başladı: 1893'te Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes'ü bitirmeye karar verir ve her sayısı The Strand dergisinde yayımlanan karakteri öldürür.
Kitap üzerinde çalışmaya başladığım zamanlar Londra'da oturuyordum ve Londra merkezde, Baker sokağına yakın bir noktada Marylebone Public Library vardı. Britanya Festivali yapılırdı ve büyük savaşlar yaşamış olan ülkenin moralini yükseltme amacı taşırdı. Çok sayıda mahalle, köy ve kurum bu çalışmalara katılırdı. Marylebone Kütüphanesi ise Sherlock Holmes koleksiyonu yaratmayı amaçlıyordu. Oraya gittiğimde Sherlock Holmes Serüvenleri'nin yayımlandığı The Strand dergisinin cildinde Sherlock Holmes'ün son macerasını okudum. Holmes, baş düşmanı Profesör Moriarty ile nehir kıyısında karşı karşıya geliyor ve ikisi de şelaleden düşüyorlardı. Son öyküyü okumayı bitirdiğimde, sonraki sayfada (571. sayfa) Abdülhamid'in resmi var. O görüntü yıldırım etkisi yaratmıştı zihnimde. Yazıyı araştırmaya başladım ve sonunda ortaya bir karakter çıkmaya başladı. Abdülhamid merakı ile başladı ama başka bir hikâye çıktı ortaya.
- Peki, sizin de kitabınızdaki Dr. Watson karakterinin geçtiği yollardan geçtiğinizi söyleyebilir miyiz yazma sürecinde? Özellikle de Dr. Watson'ın da sizin sözünü ettiğiniz ciltle karşılaştıktan sonra konuyu araştırmaya ve çözmeye başladığını düşünürsek?
Çok kullanılan bir ilişkiyi kullandım ben: Akıllı dedektif ve okuyucuyu temsil eden, o kadar da akıllı olmayan bir anlatıcı. Kitabın anlatıcısı tesadüfen bir Watson oldu, tesadüfen Baker sokağında oturdu. Sherlock Holmes'ün kim olacağı yazarken belli değildi. O da Osmanlı profesörü Leyla Arslan oldu. Onların maceraları var, karmakarışık, paralel hikâyeler ve sırlar var. Onları düzene koymak biraz zamanla oldu.
"Anlattığım her şey yaşanmadı ama yaşanabilirdi"
- Romanın başlarında Arthur Conan Doyle ile yapılan bir söyleşiden söz ediliyor ve bu söyleşide Arthur Conan Doyle, ona yöneltilen en sevdiğiniz Sherlock Holmes macerası hangisi sorusuna, olmayan bir öykünün adını veriyor. Hatta kitabın devamında Doyle'a soru soran gazetecinin gelecekte, mesleğiyle ilgili nasıl algılandığından da bahsediyorsunuz. Bu anlatıların gerçekliği ile ilgili olarak ne söyleyebilirsiniz?
Kitaptaki tek gerçek Abdülhamid'in Sherlock Holmes öykülerini çok sevdiği. Kitabın temel sütunlarından biri bu ve gerçek olmayan durumlardan biri ise Arthur Conan Doyle ile yapılan söyleşi. Ona Sherlock Holmes maceraları ile ilgili soru sorulmadı, o da cevap vermedi. Aslında bu aklıma kitabın çevirmeni Işılar Kür ile yaşadığımız bir olayı getirdi. Kitabın çevrildiği süreçte arada bir konuşuyor, yazışıyorduk. Kitapta yer alan iki tane şiir var. Bu şiirlerin Türkçe çevirisi olup olmadığını sormuştu bana. Ben de Türkçelerinin olmadığını çünkü uydurduğumu söylemiştim. Benim prensibim budur: Anlattığım her şey yaşanmadı ama yaşanabilirdi.
- Diğer sorular, aslında kitabı nasıl tanımladığım üzerinden şekillendi. Kitabı, "hem çok karakterli hem çok kültürlü. Üstelik tarihte gezinti yapan bir anlatı" olarak tanımlıyorum. Kitaba başlarken hikâyenin nereye gideceğini biliyor muydunuz, yoksa yazdıkça mı şekillendi? Nasıl bir yol izlediniz?
Romancılar yakın çevrelerini, kendi iç dünyalarını anlatıyorlar. Onları anlatabilmek için aynaya bakmak yeter. Yazmaya başlarken tanımadığım bir tarihe, bir döneme gitmek istedim. Ciltte Abdülhamid hakkında rastladığım yazıyı yazan kişiyi araştırmaya başladım. Hintli bir avukat (Rafiuddin Ahmet) olduğunu öğrendim. Aynı zamanda Kraliçe Victoria'ya Urdu dili öğretiyordu. 1890'larda Londra ile İstanbul arasında gidip geliyordu. Bir amacı var mıydı, varsa neydi; kimse bilmiyordu. Bu kişinin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, ne istediğini düşünmeye başladım ve böylece İkinci Eş Serüveni'nde bir karakter oldu.
Bu benim dışımda bir şeydi. Kendimi ayrıştırmak istedim. Bir anlamda benim hayatım köklü bir hayat değildi. Amerikalıyım, İngiltere'de oturdum, Türkiye'de yaşadım. Fakat benim sabit bir evim olmadı, evimin nerede olduğunu bilmiyorum. Bunu sormaktan vazgeçtim. Ama bir roman yazabilmek için nerede olduğunu bilmen lazım. Bu yüzden tarihi bir döneme giderek, kendime bu yeri bulmaya çalıştım.
"Abdülhamid mutlu sonları severdi"
- Peki bu kitap sizi aradığınız yere götürebildi mi? Ne düşündünüz bittiğinde?
Evet. Çünkü bir romanda, filmde benim için en önemli yer hikâyenin sonudur. Başlangıç da önemli olabilir ama nasıl bittiği benim için her zaman daha önemliydi. Bu kitabı doyurucu bir şekilde bitirmem gerekiyordu, benim için mücadele (yazar, "challenge" kelimesini kullanıyor burada) buradaydı. Aslında yazdığım son, Abdülhamid mutlu son istediği için bu şekilde oldu. Abdülhamid, Hamlet'ten ve trajedilerden nefret ediyordu. Yıldız Sarayı'nda Kral Lear oynanacağı zaman, oyunda Cordelia ile ilgili sonunun değiştirilmesini istemişti.
Roman karakteri olarak yazdığım Watson ve Leyla Arslan günümüzde yaşamıyorlar. 2000 civarında, 1990 civarının İstanbul'unda yaşadıklarını söyleyebiliriz. Her kuşak kendinden önceki kuşağa bakıyor. İngilizce ifade etmek daha kolay: "understand the past from present." Tarihi nasıl anlıyorsunuz, hangi adetleriniz var, mevcut olan sizi belirliyor. Abdülhamid nasıl bir insandı ya da nasıl bir karakterdi hiç kimse bilmiyor. Yazdığım karakter de gerçek bir Abdülhamid değil, bir roman kahramanı.
- Bu kitabı yazdığınız süreçte bir yandan gazetecilik yapıyordunuz. Gazeteci birikiminizin kitabı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Kitabınıza yansımalarının olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir gazeteci olarak benim prensibim, okuyucunun çaba göstermeden haberi okumasıdır. Gazeteci her zaman işe dikkat çekmeye çalışır. Eğer siz gazeteci olarak okurun dikkatini yazıda tutmayı başaramazsanız, okuyucu başka bir şey okumaya başlar. Dil olarak, okuyucunun okuduğunda zorlanmaması gerekir.
- Kitapta mekânların etkisini hissetmemek çok zor. Bu yüzden sorum: Neden Londra ve neden İstanbul? Başka şehirler olabilir miydi?
Çünkü benim en iyi bildiğim ve en iyi tanıdığım şehirler Londra ve İstanbul. Hem Londra'da hem İstanbul'da yaşadım. Watson'ın yaşadığı Londra, 1960'lı 70'li yılların Londra'sı, çağdaş bir Londra değil. Conan Doyle'ın yarattığı gibi bir Londra yoktu, İkinci Eş Serüveni'ndeki gibi bir Londra var ama çağdaş değil. Kitapta anlatılan İstanbul ise bugünkü İstanbul değil. Soğuk Savaş'ın bittiği, dünyada bir değişimin yaşandığı ve valiz ticaretinin yapıldığı bir İstanbul.
"İki kadın arasında bir diyalog var"
- Sıradaki sorumu biraz günümüzle bağdaştırarak sormak istiyorum. Kitabın 99. sayfasında diyor ki: "Evi ayağa kaldırıp olaydan haberdar eden şey Gülseren'in çığlığıydı ama ifadesi hiçbir zaman alınmadı, kimsenin de aklına onu sorgulamak gelmedi." Bu cümle intihar ettiği söylenen, daha sonra bu ölümün cinayet mi olduğu tartışılan bir kadın karakterle ilgili olarak yazılmıştı. Romana devam etmeden önce Türkiye gerçekleriyle bağdaştırarak düşündüğümde bu bir okur olarak bana hiç yabancı gelmedi. Bir kadının ölümüyle ilgili babası, kocası söz alabiliyor ama bir başka kadının ifadesine başvurulmuyor. Bu bana birkaç hafta önce yaşanan Emine Bulut cinayetiyle beraber düşündüğümde oldukça tanıdık geldi. Günümüzde yaşanan kadın cinayetleri ile bağlantılı olarak düşünürseniz neler söyleyebilirsiniz?
Güzel bir soru ama alıntı ile ilgili olarak sorduğunuz sorunun cevabı kitapta yer alıyor. Leyla Bin Esad'ı bilerek öldürdüm ve bilerek ona ses vermedim. Kitapta bir ya da iki defa cümle kuruyor. Bunun haricinde hep sessizliğini koruyor. Rüya görüyor ve o sırada da sessizliğini koruyor Leyla Bin Esad. Leyla Arslan ise çok konuşuyor ve üvey halasını kıskanıyor. Leyla Arslan, üvey halasının istediği gibi yaşayamadığını düşünüyor ve onun için üzülüyor ama kendisi de hür değil. Aslında Leyla Arslan ile Leyla Bin Esad arasında bir diyalog var fakat diyalogda bir kadın konuşmuyor. Leyla Bin Esad, mevcut olarak, huzur olarak bu diyalogda yer alıyor. Kitap bittiğinde ise tüm bu anlatılanlar çözülüyor. Bunu bilinçli olarak yaptım.
- Kitabı çoğunlukla Watson anlatıyor. Yazarken Watson'ı anlatıcı olarak konumlandırmayı neden seçtiniz? Diğer karakterler anlatıcı olamaz mıydı?
Yazmaya başladığım zaman üçüncü şahıs olarak yazıyordum ama sonra birinci şahıs anlatıcıya döndüm. Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes hikâyelerinde de üç tane istisna var. Sherlock Holmes'ün anlatıcı olduğu. Romanda da Watson'ın anlatamadığı, anlatmaya yeteneğinin olmadığı kısımlar vardı. Bunun farkındaydım ve başka birinin anlatması gerektiğini düşündüm. Kitap içerisinde bu yüzden bir kavga var. Bu hikâyeyi kim anlatacak diye sorduğumda bazen Watson kazanıyor, bazen ise Leyla Arslan kazanıyor. Kimi zaman ortaya bir sürü ses çıkıyor ve biri, bir kişiyi anlatıyor. Kim anlatacak sorusunun ortaya çıkardığı bir gerginlik var.
"Geçmişin nasıl tekrarlandığı ilginç geliyor"
- Sormak istediğim bir diğer soru ise ismi aracılığıyla bedel ödediğini düşünen Leyla Arslan ile ilgili. Leyla Arslan'ın geçmişinde, üvey halasının adını taşıması gibi bir durum var. Türkiye'de çok yaygın olarak gözlemleyebildiğimiz bir durumdur büyüklerinin isimlerini çocuklarına veren ebeveynler. Bunu Leyla Arslan bağlamında düşündüğümüzde geçmişle isimlerimizin arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Leyla da Watson da bilmeden bir şeyler yaşamaya çalışıyorlar. Geçmişlerinin bilinmeyen bir tarafı var ve bunu yok kabul ederek yaşıyorlar ama bunu keşfetmek bir kriz yaratıyor. Bana ilginç gelen şeylerden biri geçmişin nasıl tekrarlandığı ve o şahsiyet içinde bir ismi yaşatmaya çalışmamız. Diğer yandan kitap tarihi bir dönemi ele alıyor, 1890'lı yılları anlatıyor. Bu iki eski dönemin birbirini nasıl tekrarladığını, geçmişin bugünü nasıl etkilediğini anlatmaya çalışıyorum. Bunu keşfetmeye çalışıyorum.
- Kitabınız çok yakın bir zamanda yayımlanmış olsa da okurlardan geri dönüşler aldınız mı?
Kitaba gelen iki tür tepki var. Bir tanesi sizin de belirttiğiniz gibi çok sesli bir kitap olduğu ve bu yüzden bazı okurlar anlayamadıklarını ve takip edemediklerini söylüyorlar. Diğer tür tepki ise kitabı takip edebilmiş ve anlattıklarımı severek okumuş olanlar. İlk çeyreğini geçtikten sonra kitap biraz karmaşık hâle geliyor ama son bölümde her şey çözülüyor.
"Hayal ettiklerimin yazdıkça bir anlamda gerçek olduğunu gördüm"
- Son olarak siz bir şeyler paylaşmak ister misiniz? Kitapla ilgili, kendinizle ilgili, yazma ya da yayımlama sürecinizle ilgili?
Bir kurgu yaratıyordum, bir hikâye yazmaya çalışıyordum ve hayal ettiğim şeylerin yazdıkça, bir anlamda gerçek gibi olduğunu gördüm. Bazı romanları yazabilmek için romanın içine giriyorsunuz, her düşünceyle onu benimsiyorsunuz. İkinci Eş Serüveni'nde ise benim dışımda bir dünyayı keşfetmek gibi oldu.
Romanın sonuna gittiğimde çok kişiye özel bir roman oldu. Bazı şeyler keşfedebildim kendimle ilgili. Dediğim gibi iki noktadan başladım: Bir tanesi Abdülhamid, Sherlock Holmes hayranıydı; diğeri ise Conan Doyle, Sherlock Holmes'tan nefret ederdi ve mevcut olmayan bir serüven, en sevdiği Sherlock Holmes macerasıydı. Kişiye özel başlangıç noktaları değildi bunlar fakat kitap bitinceye kadar çok kişiye özel bir noktaya geliyoruz. Bütün karakterler kendi içine bakıyorlar, neden bir hikâyeye ihtiyaçları olduğunu soruyorlar kendilerine. Neden bir hikâyeye ihtiyacımız var? Tüm karakterler romanın sonunda bu noktaya geliyorlar.