Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç bugünkü yazısında, "Dış politikadaki acıtıcı tıkanma sonucunda istikrarsızlığa sürüklenmiş olmamız sürpriz değildi" sözleri ile, "Türkiye 2011’den başlamak üzere sponsoru ve finansörü olan küresel güçlere meydan okumaya başladığında hangi salvolarla karşılaşacağını tahmin etmeliydi" dedi. Bulaç, yazısında İslam dünyasının liderlik sevdasından dolayı birbirleriyle çekişip durduklarını belirterek, "Bölge ülkelerinin tamamı -özellikle Türkler, İranlılar ve Mısırlılar- liderlik sevdasından vazgeçmedikçe bir yandan kendi aralarında rekabet edip çatışacaklar; Bana göre “tarihî bir fırsat kaçtı”, her şey bundan 10 sene öncesine göre çok daha zor olacaktır" ifadelerini kullandı.
Ali Bulaç'ın Zaman gazetesinde "Kaçan fırsat" başlığıyla (6 Ocak 2014) yayımlanan yazısı şöyle:
Dış politikadaki acıtıcı tıkanma sonucunda istikrarsızlığa sürüklenmiş olmamız sürpriz değildi.
Olaya son üç yazı ışığında baktığımızda şunu görüyoruz: 21. yüzyılın başında ABD Türkiye’yi bölgeyi yeniden düzene koyacak aktör olarak görürken sağladığı ekonomik, askerî, siyasî ve diplomatik desteğin tabii ki karşılığını isteyecekti. Burada AK Parti hükümeti “ya böyle bir rolü üstlenmeyi reddedecek”ti veya “taahhütlerine sadık kalacak”tı. Biz ilk günden bunun Türkiye’nin başına büyük işler açacağını yazıp durduk. Nitekim Türkiye 2011’den başlamak üzere sponsoru ve finansörü olan küresel güçlere meydan okumaya başladığında hangi salvolarla karşılaşacağını tahmin etmeliydi. Meydan okumaya kalkışan bir güç stratejinin esası olan “imkânlar ve şartların doğru hesabı”nı yapar, ona göre hareket eder. Hem küresel sisteme karşı koyacak maddî, askerî ve ekonomik gücünüz yok, hem onun desteğinde bir noktaya geldikten sonra meydan okuyacaksınız, bu mümkün değildir. Türkiye “vesayet”le kurulmuş bir devlettir: Lozan’la taahhüdü a) İslamî geçmişine dönmeyecek, b) İslam dünyasıyla organik birliğe girmeyecek, Batı sistemi içinde kalacak. Bu elbette kıyamete kadar süremez ama bu strateji ve bölge vizyonuyla bu bağımsızlık sağlanamaz. Tabii ki adım adım ideal politiğe reel politik üzerinden gidilebilir. Belki tarihî fırsatı iyi değerlendirseydi vesayetten kurtulabilirdi.
ABD ve müttefikleri Pasifik’e çekilirken Türkiye’yi etkin güç olmak üzere “Batı Asya’nın Japonya’sı” yapmayı vaat ettiklerinde, Türkiye “Def’i mazarrat celb-i menafiden evladır” fehvasınca önce “zararın def’edilmesi”ni fırsat bilecek, sonra “yararın celbi”ne çalışacaktı. Zararın def’i, Amerika’nın bölgeden çekilmesi; yararın celbi “bölge ülkeleriyle birlikte hareket ederek” yeni bir düzenin kurulmasıydı.
Türkiye şu sebeplerden dolayı bu zararı def’edip yararı sağlayamadı:
1) Yeni dış politika vizyonu sarahatten uzak bir zeminde formüle edilmişti. Sarahaten ifade edilmeyen niyet şuydu: Bir noktaya geldikten sonra bağımsızlığımızı ilan edip küresel güçleri kovacağız, bölgeye kendi başımıza hakim olacağız.
2) Türkiye, adı konulmamış millici ve milliyetçi bir dış politika perspektifine sahiptir ki neredeyse bütün dinî grup, cemaat, siyasî hareketler (Milli Görüşçüler, Nur cemaatleri, radikal İslamcılar, muhafazakârlar, dindarlar) bölge liderliğini kendilerinde tabii bir hak olarak görüyorlar. Tümünün İttihad-ı İslam’dan anladıkları “Türkiye’nin liderliğinde birlik”tir. Elbette saydığım grupların istisnaları var ama onların ülke politikası üzerinde etkileri yok. Oysa bölge ülkelerinin tamamı da “millici ve milliyetçi bir politik felsefe”ye göre şekillenmiş modern ulus devletlerdir, en ufak bir Körfez ülkesi bile bölge liderliğine oynar. Bunun somut kanıtı Katar gibi neredeyse Üsküdar büyüklüğünde bir ülkenin bölge politikasında oynadığı rol ve izhar ettiği niyetlerdir. “Benim liderliğimde bölge” fikri milliyetçi İranlılardan milliyetçi Mısırlılara, Suudilere, Pakistanlılara kadar her kavim ve ülkede görülür.
3) Dış politikamızın son 10 yılını gayrı İslamî argümanlar yönlendirdi: “Tarih ve coğrafya bizi bölge liderliğine mahkûm ediyor, bizim bölge lideri olmaktan başka seçeneğimiz yoktur.” Hadi yeniden Osmanlı’yı diriltelim. Bu, akaid açısından tarihe ve coğrafyaya belirleyici güç atfetmektir ki tamamı hurafedir. Pratikte değeri yoktur, zira liderlik sevdasında olan her bölge ülkesi ve kavmi kendi tarihine ve coğrafyasına aynı misyonu yükleyebilir.
4) Bölge ülkelerinin tamamı -özellikle Türkler, İranlılar ve Mısırlılar- liderlik sevdasından vazgeçmedikçe bir yandan kendi aralarında rekabet edip çatışacaklar, diğer yandan İslam diyarını küresel güçlerin av, istila ve sömürü sahasına çevirecekler. İslam’da liderlik ümmete aittir, başında “kuru başlı siyahî bir Habeşli olabilir”. Bir Habeşli’nin liderliğini içimize sindirmedikçe bu zillet devam edecektir. Bana göre “tarihî bir fırsat kaçtı”, her şey bundan 10 sene öncesine göre çok daha zor olacaktır.