Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Anayasa Hukukçusu Prof. Ergun Özbudun, AKP'nin 7 Haziran seçimlerinde istediği sonucu alamaması üzerine, AKP'ye yakınlığıyla bilinen ilahiyatçı Hayrettin Karaman'ın "Eyy muhalefet! Birkaç ırgat bir araya gelip iktidarı yıktınız, hadi yapın da görelim" sözlerini ve AKP'ye yakın medyada yer alan bazı haber ve yazarları eleştirerek, "Havuz medyası bir zamanların 'bidon kafalı' ve 'göbeğini kaşıyan adam' ifadelerini hatırlatan her türlü akla ziyan değerlendirmeler yapılmaktadır" dedi.
Özbudun’ın Zaman'da “AKP fabrika ayarlarına dönmezse silinir” başlığıyla yayımlanan (17 Haziran 2015) yazısı şöyle:
7 Haziran seçimleri, Türkiye halkının güçlü bir sorumluluk duygusuyla, üç hususa açık şekilde hayır demiş olduğunun ifadesidir.
Bunlar, otoriter bir tek-şahıs yönetimine doğru gidiş, Türk usûlü başkanlık sistemi safsatası ve yüzde 10'luk ülke seçim barajıdır. Bundan sonra ne yapılacağı, bu sonuçların her dört parti tarafından rasyonel şekilde değerlendirilmesine bağlıdır. İktidar cephesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Deniz Baykal'la görüşmesi ve Başbakan Davutoğlu'nun açıklamaları, normalleşme sinyalleri olarak kabul edilebilir. Erdoğan, Baykal'a kendi şahsî tercihinin erken seçimler olduğunu ifade etmekle birlikte, her türlü koalisyon formülüne açık olduğunu ve daha da önemlisi, “muhalefetin kendi arasında bir koalisyon oluşturmasına da hiçbir itirazı olmadığını” belirtmiştir (Zaman, 11 Haziran). Böylece, Cumhurbaşkanı'nın yerleşik anayasal teamüllere tamamen aykırı şekilde, güvenoyu alması muhtemel olmayan kişilere hükümeti kurma görevini vererek, Anayasa'nın 116'ncı maddesindeki 45 günlük süreyi doldurmak suretiyle yeni seçimlere gitmesi gibi ürkütücü bir senaryo, hiç değilse şu an için gündemden çıkmış görünmektedir. Benzer şekilde Başbakan Davutoğlu'nun, koalisyon için kırmızı çizgilerinin olmadığı, kendisinin de parlâmenter sisteme hiçbir zaman karşı olmadığı, başkanlık sistemine geçilmesine halkın izin vermediği, hemen erken seçime gidilsin demenin milletin verdiği göreve saygısızlık demek olacağı yolundaki beyanları da, ortamı normalleştirici sinyaller olarak değerlendirilebilir. Gerçekten, 8 Haziran 2015 günü itibarıyla savunulabilecek hiçbir yanı olmayan “Türk usûlü başkanlık sistemi” projesi, bir daha geri dönmemek üzere, arşivin tozlu sayfalarına gömülmüştür.
Partiler eşit şartlarda yarışmadı
AKP üst yönetiminden gelen bu normalleşme yönündeki mesajların tam karşıtı olarak havuz medyasında, “iç ve dış şer odaklarının” AKP'nin “kutlu yürüyüşüne karşı tuzak” kurmaları, İsrail Yahudi lobisi, HDP'nin bir “proje partisi” olması, hattâ halkın çoğunluğunun bilinçli ve rasyonel oy kullanmadığı gibi, bir zamanların “bidon kafalı” ve “göbeğini kaşıyan adam” ifadelerini hatırlatan her türlü akla ziyan değerlendirmeler yapılmaktadır. Taha Akyol'un ifadesiyle, bu “tipik bir zihnî cinnet tablosudur… Bu tetikçi zihniyet en büyük zararı Türkiye'ye veriyor; toplumu kutuplaştırıyor, siyasete deli gömleği giydiriyor” (“Akıl İhtiyacı”, Hürriyet, 11 Haziran). Hattâ Bülent Arınç'ın deyimiyle “kalemlerinden kan damlayan” bu tetikçiler güruhunun, Türkiye'ye verdiği zarardan daha da büyüğünü AKP'nin kendisine vermiş olduğu söylenebilir. Eğer AKP ciddî bir iç muhasebe ya da öz-eleştiri sürecine girecekse, önceliklerinden biri, kendisini bu ağır yükten kurtarmak olmalıdır.
Seçim kampanyası boyunca, gerek AKP sözcüleri, gerek malûm medya, koalisyonları bir felaket, bir umacı gibi göstermeye çalışmışlardır. Seçim sonuçlarının şu ya da bu şekilde bir koalisyonu zorunlu kılması karşısında şok geçiren bu kalemler, ümitlerini bir erken seçime bağlamış görünmektedir. Bu düşünceye göre AKP'li seçmenler, partilerine “nazik bir uyarı”da bulunmak istemişler, ancak her nasılsa ölçüyü kaçırmışlardır. Şimdi bunun nedametini hissetmektedirler ve bir erken seçimde yuvalarına tıpış tıpış geri döneceklerdir (“kesilen sakal daha gür çıkar” meselince). Bu, tipik bir “wishful thinking” yani olmasını istediğiniz şeyi gerçek gibi görme hâlet-i ruhiyesinin tezahürüdür ve insana, 1950 seçimlerinden sonra bazı CHP ileri gelenlerinin, “millet muhalefeti biraz daha güçlendirmek istedi, ama işin ayarı kaçtı. Şimdi nedamet duyuyorlar. Bugün seçim yapılsa CHP tekrar iktidar olur” tarzındaki beyanlarını hatırlatmaktadır.
Erken seçimde AKP’nin oyları düşebilir
İnsanlar kendilerini diledikleri şekilde teselli etmekte serbest olmakla birlikte, şunun altını çizmek gerekir ki, bundan sonraki hiçbir seçim, eşit yarışma şartlarının 7 Haziran seçimlerindeki kadar ağır şekilde ihlâl edildiği bir seçim olmayacaktır. Türk demokrasi tarihinde ilk defa bu seçimlerde kamu kaynakları ve devlet imkânları iktidar partisi yararına bu kadar ölçüsüz biçimde tahsis edilmiş, tarafsız olması gereken TRT, iktidar borazanlığı rolünü oynamış, valiler ve kaymakamlar AKP il ve ilçe başkanları gibi çalışmışlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan Anayasa'nın kendisine tanıdığı statünün tamamen dışına çıkarak, “toplu açılış töreni” adı altında yapılan AKP mitinglerinde bütün kampanya boyunca konuşmuş ve parti adı zikretmese bile, adresi açık şekilde AKP için 400 milletvekilliği istemiştir. Pekâlâ iddia edilebilir ki, yarışma eşitliği olsaydı, AKP'nin yüzde 40,9'luk oyu çok daha aşağı seviyelere inebilirdi.
Önümüzdeki erken veya normal seçimler, ister AKP'li ister AKP'siz bir koalisyon hükümetinin, ister Anayasa'nın 116'ncı maddesinin uygulanması durumunda kurulacak olan ve Meclis'teki bütün partilerin güçleri oranında temsil edilecekleri bir “seçim hükümeti”nin yönetiminde gerçekleşsin, bu ihlâllerin tekrarlanmasına elbette izin verilmeyecektir. Seçimlerle birlikte, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nda çoğunluk, muhalefet partilerinin temsilcilerine geçmiştir. Bu durumda TRT elbette aslî görevi olan tarafsız yayıncılığa dönecek, daha doğrusu döndürülecektir. Anadolu Ajansı seçim sonuçlarını çarpıtarak verip seçmenlerin zihinlerini bulandıramayacaktır. YSK muhtemelen, rekabet şartlarının eşitliğinin korunması konusunda daha titiz ve ilkeli davranacaktır. Kamu bürokratlarının parti memuru olarak çalışmalarına elbette imkân tanınmayacaktır. Eşit rekabet şartları altında yapılacak bir erken seçimde AKP'nin, 7 Haziran'da elde ettiği sonuçların da gerisinde kalması çok güçlü bir ihtimaldir.
Partilerin 'kırmızı çizgi'leri
Türk demokrasi tarihi, bir partinin oylarında ciddî bir düşme başladıktan sonra bu eğilimi tersine çevirmenin hemen hemen imkânsız olduğunu gösteren örneklerle doludur. Adalet Partisi, Anavatan ve DYP, bunun tipik örnekleridir. AKP'nin bu kaderden kurtulabilmesi, çok büyük ölçüde, onun ciddî bir iç muhasebe ve hesaplaşma yapmasına, kuruluşundaki ilkelere ve üslûba, bir anlamda “fabrika ayarlarına” geri dönmesine bağlıdır. Bunun mümkün olup olmayacağını önümüzdeki dönem gösterecektir.
Erken seçim şu anda AKP dahil hiçbir partinin birinci önceliği olarak görünmediğine göre, mevcut koalisyon seçeneklerinin değerlendirilmesi gerekir. AKP içinde MHP veya CHP ile koalisyon ihtimallerinin öncelikle değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Sayın Davutoğlu'na göre, “MHP ile taban uyumu olabilir, ama CHP ile de Türkiye'nin problemlerini daha kolay çözeriz” (Hürriyet, 12 Haziran). Bizce de bu, gerçekçi bir değerlendirmedir. Başbakanın, CHP ile daha kolay çözülebilecek sorunların başında çözüm sürecini kastettiği anlaşılmaktadır. Gerçekten Bahçeli, çeşitli açıklamalarında, çözüm sürecine son verilmesini partinin kırmızı çizgileri arasında göstermektedir. AKP'nin yıllardır savunduğu ve belli bir noktaya getirmiş olduğu çözüm sürecini terk etmesi beklenemez. Öte yandan CHP'nin Kürt sorunu üzerindeki görüşleri daha olumlu ve yapıcıdır. Şu farkla ki, CHP, bu sürecin Meclis çatısı altında ve şeffaf bir biçimde yürütülmesini savunmaktadır. HDP'nin parti olarak güçlü şekilde Meclis'e girmesi ve sürecin baş aktörlerinden biri haline gelmesi, sürecin bu tarzda yönetilmesi açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır. Herhalde, çözüm sürecinin rafa kaldırılmasının, kimsenin istemeyeceği ağır sonuçlara yol açabileceği bütün siyasal aktörlerce idrak edilmelidir.
Öte yandan Bahçeli'nin çözüm sürecine ilişkin katı tutumu, bir CHP-MHP-HDP koalisyonunun, hattâ HDP'nin dışarıdan destekleyeceği bir CHP-MHP koalisyonunun kapılarını da kapatmaktadır. Bu durumda, bir AKP-CHP koalisyonu tek mümkün seçenek olarak görünmektedir. Ancak CHP'nin böyle bir koalisyonda ortak olmayı kabul etmesi, bu hükümetin her şeyden önce bir “demokratik restorasyon” hükümeti olmasına bağlıdır. Şu anda Türkiye'nin en âcil ihtiyacı, kutuplaşmayı azaltacak, topluma bir ferahlama duygusu getirecek böyle bir demokratik restorasyon hükümetidir. Bu hükümetin programında seçim barajının yüzde 3-4 gibi bir orana indirilmesi, yargı sisteminde büyük yara açan sulh ceza hâkimliklerinin âcilen kaldırılması, son yıllarda çıkarılan MİT Kanunu ve İç Güvenlik Kanunu gibi kanunlardaki antidemokratik hükümlerin tasfiyesi gibi hususlar mutlaka yer almalıdır. Bunları öncelikle ele almayacak bir koalisyona CHP'nin evet demesi düşünülemez. Öte yandan, bunları kabul etmek AKP için son yıllardaki politikalarından keskin bir dönüş anlamına gelir; ancak her zaman için hatadan dönüş, hatada ısrardan daha hayırlıdır. AKP içinde de böyle düşünecek birçok sağduyulu kişinin var olduğundan şüphe edilemez.
Seçmenin mesajı
Bu seçenek gerçekleşmediği takdirde ikinci bir seçenek, Sayın Bahçeli'nin katı tutumunu esnetmesi şartına bağlı olarak, bir CHP-MHP-HDP veya HDP'nin dışarıdan destekleyeceği bir CHP-MHP ya da MHP ve HDP'nin dışarıdan destekleyecekleri bir CHP azınlık hükümeti olabilir. Bu hükümetin uzun ömürlü olmayabileceği açıktır. Ancak bir demokratik restorasyon programı üzerinde, yani sınırlı bir gündemle uzlaşmaları, Türkiye'ye büyük hizmet olur. Bu restorasyon gerçekleştikten sonra, ya yeni koalisyon seçenekleri araştırılabilir ya da eşit rekabet şartları altında ve barajsız veya düşük barajlı olarak yeni seçimlere gidilir. İçinde bulunduğumuz an, bütün partilerin ideolojik ya da duygusal değil, rasyonel hareket etmelerini, ağaçları değil, ormanı görmelerini gerektiren bir andır. Seçmen, 7 Haziran'da sadece AKP'ye değil, bütün partilere sorumluluktan kaçmama, elini taşın altına sokma mesajını vermiştir. Bu mesajın doğru okunmamasının önümüzdeki seçimlerde ağır bir bedeli olabilir.