Akit gazetesi yazarı Nurettin Yıldız, "İslam topraklarını fiilen işgal edenler topraklarımızdan şeklen çekilirken, sistemlerinizi bulunmaz bir nimet olarak allayıp pullayarak gittiler" dedi. Yıldız bu kavramları "Laiklik, demokrasi, çoğulculuk, haklar gibi kavramları dokunulmaz, erişilmez kavramlar olarak içimize sızdırıp gittiler" şeklinde yazdı.
Yıldız'ın Akit'teki yazısı şöyle:
Müslüman, hayatı iman ve cihat olarak gören insandır. Hiçbir gün, iman ve cihadın yok sayılabileceği gün olamaz onun gözünde. Bir çeşit cihat muhakkak onun gündeminde olacaktır. Çünkü cihat, Allah Teâlâ’nın kulunu imtihan etmesi demektir. Ya da cihat, kulun hayatın bütün renklerine karşı ne yapacağının belgelenmesinin adıdır.
Ashabı kiramdan itibaren Ümmeti Muhammed, farklı cihat badirelerinden geçerek gelmektedir. Önce müşriklerle yapılan mücadele, ardından iç ihtilaflar, onun ardından da dünya nimetleriyle ortaya çıkan bir cihat bandı üzerinde yol alındı. Abbasiler döneminden itibaren ise dünya nimetleri önünde erimeme cihadı en önemli alanlardan biri olarak hep gündemde kalmıştır. Bu cihadın adına bazen tasavvuf bazen de selefileşme denmesi bir şey değiştirmiyor. Kâh kâfire kâh nefse karşı ama hep cihat hâlinde yaşana geldi.
Hayat devam ettikçe ve Müslümanlar da ‘Biz de bu hayatta varız’ dedikçe, nasıl yönetileceğimize dair tartışma da elbette var olacaktır. Böyle bir tartışmayı yok saymak mümkün değildir. Biz bu hayatı Müslümanca yaşamak istiyorsak, başkalarının bize Müslümanca bir hayat sunmayacağı besbelli bir hakikattir. Kimse kimseye ne din ne de iyi bir dünya vermez.
İslam topraklarını fiilen ve şeklen işgal edenler, topraklarımızdan şeklen çekilirken, sistemlerini bulunmaz bir nimet olarak allayıp pullayarak gittiler. Laiklik, demokrasi, çoğulculuk, haklar gibi kavramları dokunulamaz, erişilemez kavramlar olarak içimize sızdırıp gittiler. Önce bu kavramlara karşı bir iki ağzı yansıtan tepkiler oluştu. Yaklaşık bir asır sonra, Müslümanların nasıl ve kim tarafından yönetileceği hususunda geldiğimiz sonuç şudur:
*Ashab-ı kiramdan itibaren asırlarca ‘İslami Yönetim Tarzı’ olarak benimsenen Hilafet Müessesesi tarihe terk edildi. Müslümanların yazar çizerleri bile ‘bir zamanların yönetim tarzı’ olarak gördüler onu; hatta tarihten bir konu olarak bile gündeme gelmesini fitne olarak görenler oldu. Sonraları, Müslümanların içinden sesler yükseldi ve ‘Zaten kötü bir tarzdı’ yorumları yapıldı. Mevcut realiteye yakın durma uğruna başında Ebu Bekir ve Ömer bulunan bir kurum kökten yanlış, hatalı görülebildi.
* Yeni isimler önceleri dışımızdan, ithal görülürken ürkek adımlarla onlara doğru yüründü. Kimi tereddütle yaklaşırken kimi de mübah bir seçenek olarak görüp içine dalmaya çalıştı. İş meselenin din boyutuna gelince ‘amaç değil araç’ olarak görüldüğü söylendi. Asıl maksat uğruna kullanılsın dendi. O niyetle büyük kitleler, hilafet dışındaki sistemlerde aktif görevlere davet edildi ama ısrarla ‘amaç değil araç’ ilkesi vurgulandı. Zaruretten ve geçici olarak, bize ait olamayan bir tarz olarak görüldüğü yazıldı çizildi. Bu uğurda infaklar, himmetler tüketildi.
* Sonunda gelinen noktada hâlâ bize ait olmayana karşı tavır içinde olan Müslümanlar bulunmaktadır. Onların yanında ise maalesef büyük kitleler ise nereden nereye gelindiğini, neyin kaldırılıp neyin konduğunu idrak edemedikleri bir sürece dalmışlardır. Artık iyi demokrasi, gerçek laiklik ancak Müslümanların yapabileceği bir iş olabilir iddiaları bile ortaya atılır olmuştur. Dün ‘Bu bize uygun mudur, amaç mıdır araç mıdır?’ dediğimiz şeyler bugün neredeyse ibadete dönüştürülecek duruma taşınmıştır. Geç geldik ama pür geldik denecek bir durum vardır ortada. Bir de şüphesiz konuyu ‘amaç değil araç’ zaviyesinden görenler de bulunmaktadır ama gidişatın ortaya koyduğu tablo, kaos ortamında yeni sistemlerin sakıncasız görülür olduğunu göstermektedir.
Müslüman olarak bizim, Kur’an ve Sünnet ölçülerine uymayan bir şeyi benimsememiz asla mümkün olmaz. Kur’an ve Sünnet’in mübah göreceği bir şeyi de yasak saymamız mümkün olmaz. Müslümanın parlamenter bir sistemde aktif rol alması ne kadar mümkündür, demokrasinin demokrasi adına ıslahı ve yükseltilmesi mücadelesinde ‘bir oy düzeyinde de olsa’ etkin bir rol alıp alamayacağı konusu bizim için dinle ilgili bir konudur. Evet, Kur’an ve Sünnet, bu tür meseleleri ayrıntıları ile ihtiva eden kaynaklar değildir ama Müslümanın karşılaşacağı her meselenin temel ilkeleri Kur’an ve Sünnet’te vardır. O temel ilkeler üzerinden neyin bize uygun olduğu neyin de olmadığı öğrenilebilir. Müslüman da bunları öğrenmek zorundadır. Çağın getirdiği yenilik olması, küfrün hükümran olduğu bir ortamda insanlığın ortak değeri hâline gelmiş olması, Müslümanın şu veya bu sistemi benimser insan olmasına ruhsat oluşturmaz.
Müslüman, oy vermekle oyalanmak arasında duramaz. Demokratik bir araç olarak oy vermeye itikadında bir yer bulmaya mecburdur. Bu da bize bir ses verme tarzı olarak vatandaşın oyunun Müslümanca bir gözle nasıl görüldüğünü sorgulama görevi yüklemektedir. Oy verirken, oy verdiği kişinin, Müslümanları yönetmeye ehil biri olduğunu kabul etmiş olur. Bu da oy veren Müslümanın, mahkemede şahitlik eden biri gibi olmasını gerektiriyor. Yaptığı iş, yalan veya ihmalkârlık üzerine olması hâlinde vebale girmiş demektir. Yöresel ve kişisel menfaatler dikkate alınarak oy kullanılamaz çünkü oy, bir şahitliktir ve bu şahitlik Müslümanların menfaatleri adına yapılmalıdır. Dinini, kendinden önce görememek bir Müslüman için düşünülebilir mi? Bizim tarihimizdeki seçim, kimin seçileceği üzerine değil, mevcudun benimsenip benimsenmemesi üzerine kuruludur.
Seçime dayalı sistemlerde yaşayan Müslümanlar için seçim güçlü bir silahtır. Bu silah aynı zamanda da tek silahtır; vatandaşın itiraz edemeyeceği sonuçları kendi eliyle belirlemesi ve onaylaması şeklinde önümüzde durmaktadır. Bu açıdan Hilafet sisteminden yoksun yaşayan Müslümanlar olarak seçme silahını kullanmamızın ne kazandıracağı ne kaybettireceği konusu uzun yıllardan beri tartışılmıştır. Sert bir şekilde karşı çıkanların yanında şartsız teslim olanlar vardır. Biz ise daha makul bir çizgide bunun ortasını bulmanın, kullanılabilir bölümünü kullanmanın akidemizle ters düşeni de itmenin yararlı olacağını düşünürüz.
Şeriatımız açısından dünya hayatına ait işlerde esas olan mübahlıktır. Bir hususta haramlık hükmü bulunmadıkça yani o hususun Şeriat’ın temel umdelerine tersliği görülmedikçe yapılmasında bir sakınca yoktur. Seçimlerin konusu haramlardan bir haramı ihlal etmiyorsa seçimler için sakıncalı demenin dayanağı yoktur. Hayır, bir haram üzerinden mesela Allah’ın hükümlerinden bir hükmün kaldırılması üzerinden bir seçim yapılacaksa bu zaten mümkün olmaz. Allah’ın hükümlerini değiştirme, bir kenara bırakma gibi sonuçlar doğurmadığı sürece şu veya bu sistemden yararlanmaları bu açıdan mümkündür. Yeter ki bu yararlanma içine dalıp erime ile sonuçlanmasın. Bunu biz, maslahatı mefsedetinden yani umumi yararı zararından çok olan işi yapma kuralına oturtabiliriz. Şu anda bu en makul ise bunu, yarın daha makulü keşfedilirse onu kullanabiliriz.
İslam ise, çoğunluk azınlık değil hak-batıl üzerinden karar vermeyi emretmektedir. Bu durum, maslahatın gerektirdiği yerlerde çoğunluğun görüşünün alınmasına da mâni değildir. Çoğunluk hakka uygun olanı tercih ediyorsa o uygundur. Islaha hizmet maksadı güdülüyor ve bir sonuç umuluyorsa katılma yönü tercih edilebilir. Bilhassa devlet olmanın nimetleri ile yüzleşilince ortaya çıkacak sonuçlar iyi niyetlerle kötüye ulaşma gibi bir akıbete sürükleyebilir. Durum, Müslümanların basiretine ve dünyevileşme hastalığına karşı uyanık bulunmalarına kilitlenmektedir. Allah’a davet ve ıslah görevini üstlenmiş olanlar bu hususta herkesten daha önce aktif olmalıdırlar.
Mesele, insanların iradelerinin yönlendirilmesi, aslında hür düşünme kabiliyetlerinin köreltilmesi sorunudur. Taassubun ve hizipçiliğin de körüklendiğini, yalanın belli bir ölçüde makul görüldüğünü ve buna siyasetin gereği denebildiğini, övmede ve yermede aşırıya gidildiğini de ilave etmemizde bir sakınca yoktur.