Bülent Küçük *
Siyaset dışı olduğu varsayılan özel/kişisel alana son dönemlerde AKP hükümeti tarafından yapılan doğrudan müdahaleler feministlerin meşhur "kişisel alan politiktir" sloganının ne anlama geldiğini bize yeniden hatırlattı. Hane içinde normatif aile ilişkileri dışında icra edilen başka tür müşterek hayatlara yapılmak istenen bu müdahaleler, siyaset teorisinde analitik değeri bile çokça tartışılır olan özel-kamu; kişisel-toplumsal ve hane-sokak ayrımları yeniden sorgulanması ihtiyacını doğurdu. Hatta çoğumuz “kişisel olan politik değil kardeşim” deyip liberal tahayyülün fabrika ayarı olan kişinin “tercih” hakkına, yani “bu benim dünyam” şiarına sığınalım istedik.
Başka bir deyişle, sırf bürokratik alanı, kamusal mekânları, yargıyı, okulu, sendikayı, medyayı, meydanları, ormanları ve nehirleri sömürgeleştirip zapturapt altına almakla kalmıyor bu şirket-devlet; aynı zamanda denetimden ve piyasadan görece uzak kalmış özel mekânlar da kalsın istemiyor. Bu şirket gözü ile yönetilen devlet, makbul olarak gördüğü aile ve cemaat dışındaki müşterek hayat biçimlerini, akrabalık dışında kalan dayanışma biçimlerini ve hane içindeki (ve dışındaki) spontane (ve heterotopik) kamusal pratikleri kendi ikbaline karşı bir tehdit olarak görüyor. Nazan Üstündağ’ın Özgür Gündem’de yayınlanan yazısındaki şahane tespitiyle devletin reşit olan herkesi evlendirerek aileleştirmek, her kamusal alanı özelleştirerek mülkleştirmek istemesinin kerameti bundandır. Böyle yaparak hem toplumu denetlemeyi, hem de kendine sadık olanların iktisadi kazancını biriktirip güvence altına almayı hedeflemektedir.
Bu arada belirtelim, liberal toplumda kişinin tercihi olarak görünen aslında hep başkasının tercihidir, çünkü bu tercihler daha önceden toplumsal normlar (aile), piyasa (mahalle) ve devlet tarafından yapılandırılmış, sınıflandırılmış ve sınırlandırılmıştır. Malum, liberal devletler de topluma ayar vermekten geri durmaz, ama bu ayarı polis zoruyla belli bir sosyal öznelliği zorla dayatarak yapmaz, daha dolaylı teşvikler, özendirmeler ve engeller üzerinden çok daha “şık” biçimde yaparlar. Diğer bir deyişle vatandaşın kendi kendini denetlemesini ve başkasıyla olan ilişkisini idare etmesini sağlarlar. Bu işlemi öyle çaktırmadan yaparlar ki vatandaş ötekinin tercihini kendi tercihi zanneder.
Nükhet Sirman’ın geçenlerde Etha haber ajansına verdiği kafa açıcı röportajında belirttiği gibi, devlet sırf vatandaşın devletle olan ilişkisini düzenlemekle kalmaz, daha da önemlisi, özneler arası ilişkileri farklı ince hiyerarşiler üzerinden biçimlendirir ve bir düzene sokar. Misal, hocayı alıntılayalım:
“Akrabalık, insanlar arasındaki yasaların dahi hiçbir şekilde yönetmediği ilişkileri hiyerarşize ederek yönetme sanatıdır. Akrabalıkta çünkü muhakkak hiyerarşiler konulur. Baba ile anne; anne, baba, çocuk; anne, teyze arasındaki hiyerarşiler belli. Yani çok kılcal damarlara kadar giden ve çok ince ayrımlar yapabilen bir hiyerarşi sistemidir. Onun için aileye çağırılıyor insanlar.”
Başka bir deyişle, toplumun düzeni, nüfusun ve emeğin yeniden üretimi polis gücüyle değil toplumun aileleşmeye özendirilmesi üzerinden daha iktisadi ve daha sorunsuz işler. Bu anlamda şirket devletin temel sloganı “aileyi yaşat ki devlet yaşasın”dır diyebiliriz. Böylece, devlet çok kaynak ve insan zayi etmeden ve fazlaca yasal düzenleme yapmaya gerek duymadan yukarıdan aşağıya çok ince, mikro ve makro düzeylerde bürokratik bir denetim rejimi kurabilmektedir. Böylesi hiyerarşik bir düzenin idaresi çok daha ekonomik, çok daha sürdürülebilir ve çok daha öngörülebilirdir. Aile idaresi ile devlet idaresi arasındaki zihni ittifak bundandır. Oysa çeşitlilikle ve spontane hayatla baş etmek metanet isteyen ince bir iştir, siyasi ve idari kapasite gerektirir.
Bu dolaylı idare etmenin en taşralı biçimi hatırlandığı gibi Gezi sırasında hükümetin annelere - babalara seslenerek gelip çocuklarını parktan toplamalarını nasihat etmesiydi. Bu dolaylı müdahalenin kolonyal versiyonunu “taş atan çocuklar” örneğinde gördük. Orada da devlet isyankar Kürt çocuklarının bu “tercih hakkını” hiçe sayarak, polis hoparlörlerinden bu “sürü halinde dolaşan başıboş” çocukların “sorumsuz, sevgisiz ve ilgisiz” anne ve babalarına seslenerek gelip çocuklarını sokaktan toplamaları için sıkça çağrıda bulunmuştu. Aksi halde bu anne ve babaların yoksulluk yardımları kesilecek, yeşil kartları ellerinden alınacak, çocukları ellerinden alınıp kimsesizler yurduna konacaktı. (Okuyucuya hatırlatalım: Kolonyal bağlamlarda devletin yerlilerin/yerel halkın kendi çocuklarına ilgisiz ve sevgisiz oldukları, onları “başı-boş” sokaklara saldıklarına dair yaydığı bilgi akademik literatürde çokça dolaşıma girmiştir.)
Aile- mahalle-devlet ittifakının bir başka tipik örneği şüphesiz kızlı erkekli öğrenci evlerinin polisin “muhbir” komşulardan ve apartman yöneticisinden tiyo alarak bu gençleri ailelerine jurnallemesi meselesidir. Şirket-devlet böyle yaparak aileyi, apartman yöneticisini ve mahalle ahalisini bir tür gönüllü ve yardımcı zabıta kuvveti olarak mobilize etmeye ihtiyaç duymaktadır. (Tekrar hatırlatalım: Bu gönüllü zabıtanın kolonyal bağlamdaki radikal kurumsal karşılığı geçici köy koruculuğudur.) Demek ki genç kadınların ve genç erkeklerin denetimi için resmi güvenlik güçleri yetmemektedir, demek ki okullar, mahkemeler ve hapishaneler denetim için yeterince verimli olamamaktadırlar. Demek ki “geleni gideni belli olmayan” hanelerdeki “düzenbaz” müşterek hayatlar ve onların bu özel mekânlarda icra ettikleri demokratik kamusallıkları bu iktidarın normatif düzenini zorlamaktadır.
Devlet apartman yöneticilerine gaz tabancası ve kelepçe gibi kimi aletler tahsis ederse, ve hatta onları belki maaşa bağlarsa şaşırmamak gerekir. Böylece, gençler henüz apartman eşiğinden içeri adımını atmamışken anında etkisiz hale getirilebilirler. Aksi takdirde komşu-polis-baba düzeneğinin devreye girmesi çok zaman alacağından, sonuçları itibariyle verimli olmayabilir, çünkü baba müdahale edene dek çoktan iş işten geçmiş de olabilir. (Bu arada polis kayıtlarına ve mahkeme tutanaklarına bakıldığında, sanılanın tersine, hane sokaktan daha güvenli, akraba yabancıdan daha dost değildir. Mahallelinin ve apartman yöneticisinin bilgisine.)
AKP’nin tek parti rejimi çoğunluğun tekil ahlakını toplumun arta kalanlarına kamu ahlakı diye dayatarak burayı da tahakküm altına almak istiyor. Üstelik bu kadar sınıfsal ve kültürel olarak farklılaşmış, bireyselleşmiş, küçük parçalı ve spontane cemaatlere ve alt gruplara bölünmüş bir kentli topluma deli gömleği gibi yerel ve otantik olduğu varsayılan bir tür taşralı erkekliğin dayatılması; çeşitlilikten müteşekkil toplumun tek sesli bir cemaate, standardize edilmiş aile birimine, yekpare bir mahalle kültürüne indirgenmeye çalışılması yeni felaketler doğuracaktır. Bu bakımdan Kemalist rejiminin bina ettiği toplumsallık tahayyülünden içerik olarak farklılık gösterse de, kullandığı teknikler ve mekanizmalar bakımından bu yeni rejimin bir önceki ile çok benzer olduğuna kuşku yok. AKP’nin mimarı olduğu bu yeni şirket-devlet rejimi aynı işi yaparken daha çok dini referanslar ve kültürel kök metaforlar üzerinden “devlet ile milleti kucaklaştırmayı” yeğlemektedir. Yani, tam da bu sebeple dini ritüeller, “milletin değerlerine” yapılan göndermeler, dolaşıma giren kök metaforlar, vecizeler, teolojik kalıplar evrensel insan hakkından, uluslararası hukuktan daha yaygın bir şekilde kamusal mekândaki tartışmalara ve politikalara sirayet eder.
Yeri gelmişken söylemek lazım, CHP’nin bürokratik devlet mirasını yad etmeden yapılan AKP’ye yönelik her tür şirket-devlet eleştirisi hakiki bir eleştiri olmaktan uzak kalır. Türkiye’de seküler olduğu varsayılan Kemalist rejim de toplumu aileleştirmekten geri durmamış, kendi egemenlik alanını varsaydığı bir ortak iyi etrafından şekillendirmiş, kadınların bedensel bütünlüğüne ve cinsiyetine müdahaleci, siyasetler üretmiş, gerektiğinde mesela bekaret testleri yaptırmıştır. Hatırlandığı gibi, bürokratik Kemalist rejim devletin milletle mutlu izdivacını seküler milliyetçi kimlik marifetiyle gerçekleştirmek için çok can yakmış, çok insanı yerinden etmiş, çok ciddi kaynak mobilize etmişti.
Netice olarak, bu despotik şirket-devlet zihniyeti, her tarafı mülkleştirip herkesi aileleştirirken potansiyel olarak özgürlükçü muhalefeti de kendi karşıtı olarak kurduğu geçmişe hapsolmuş CHP’nin siyasetine itmekte, hepimizi iki otoriter kimliğin arasında seçim yapmaya zorlamaktadır. Belirtmekte fayda var, ulusalcı otoriter kimliğin paranoyak mensupları ise “biz dememiş miydik” diye veryansın ederek bir süre AKP’ye destek veren özgürlükçü sekülerlerin ne kadar naif olduklarını ve kendilerinin ise, - AKP’nin “gizli ajandasını” başından itibaren bildikleri edasıyla - ne kadar siyasi feraset sahibi olduklarını söyleyedursunlar. Çünkü ancak bu yolla kendi siyaset yapma tarzlarının ve kendi otoriter toplumsal mühendislik projelerinin, AKP’nin siyasi ikbaline nasıl hizmet ettiğini görünmez kılmışlar; ancak bu yolla gururla zikrettikleri cumhuriyet rejiminin temel tekniklerini ve pratiklerini AKP’nin nasıl taklit ederek bugünlere geldiğini unutturmaya çalışmışlardır. Bu yüzden Kemalist milliyetçiliğin bugünlerde mağduriyet üzerine kurduğu muhalefeti hakiki bir muhalefet olmaktan uzaktır, zira onların muhalefeti sahip oldukları mevzilerin, statünün ve mülkiyetin el değiştirmesine duydukları öfke üzerinden örgütlenmektedir: Bu öngörü bu inkarcı-ulusalcı kimliğin siyasi feraseti ile, onun zeka parıltısı ile değil, inkarın ve insan hakkı gaspının suçluluk duygusu, endişesi ve öfkesi ile açıklanabilir. Zira, üstünde oturduğun mülkün başkasının hakkı olduğunu bilmek, gasp ettiğin hakkın gerçek sahiplerinin bir gün çıkıp onu geri talep edebilecekleri ihtimalini de bilmeyi içerir.
Bu bakımdan hakiki muhalefet özgürlükçü bir toplumsal etik üzerinden inşa edilmiş yeni bir gelecek tahayyülünden geçer. Bu yeni gelecek geçmişe hapsolmayı değil, kendi - kolonyal - geçmişi ile hakiki olarak yüzleşmeyi gerektirir. Çünkü, tercihlerine ve yaşam alanlarına müdahale edilen, hayatı tanzim ve tahkim edilip cehenneme çevrilen sırf senin kendi hayatın değil. Bu bakımdan yeni gelecek hor görülmüş bütün diğer hayatlarla, radikal farklılıkları tanıyarak yan yana gelmeyi gerektirir. Bu sahte kutuplaşma, bu iki despotik kimlik arasında cereyan eden egemenlik savaşı hasebiyle iliklerimize kadar hissettiğimiz sıkışmışlık durumu, bu birbirini taklit eden ve bizi sıkboğaz eden tepeden inmeci iki maskulen zihniyet ancak siyasi egemenliğin bertaraf edilerek radikal bir şekilde toplumsallaşması ve demokratik olarak paylaşılması ile aşılabilir.
* Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi