Kültür-Sanat

Abbas Karakaya: Derin Alevifobi

Abbas Karakaya Express dergisinde yayımlanan "İskender Pala'nın çok satan romanı: Şah Sultan" hakkında "Derin Alevifobi" başlığıyla bir yazı kaleme aldı

05 Mart 2012 20:21

 

ABBAS KARAKAYA

(Express Dergisi - Ocak 2012)

 

İskender Pala'nın çok satan romanı: Şah ve Sultan

Derin Alevifobi


İskender Pala’nın ilk baskısı Ekim 2010’da yapılan “Şah ve Sultan”ı son 15-20 yıldır sıkça rastladığımız tarihî romanlardan biri. Kitap çok geçmeden yeni baskılar yaptı, uzun süre çok satanlar listesinde kaldı, yazarı çeşitli televizyon programlarına konuk edildi. Fırsat bulup izlediğim programların birinde Taha Akyol, “İsmail” (1999) adlı, hemen hemen aynı konuda bir başka tarihî romanın yazarı olan Reha Çamuroğlu ve İskender Pala’yı konuk olarak ağırladı ve üçlü, kitap hakkında, ama daha çok da etrafında uzunca söyleşti. Program boyunca kitapla ilgili çok olumlu bir hava estirildi. Taha Akyol, Pala’nın romanını Alevî ve Sünnî dramlarını anlatan, acıların tamirine ve bu konudaki haksız önyargıların ortadan kalkmasına katkısı olacak, “mutlaka okunması gereken” bir yapıt olarak tanıttı. Reha Çamuroğlu, bazı itiraz ettiği noktalar olmakla birlikte kitabı beğendiğini söyledi, hatta Alevî-Sünnî ilişkileri hakkında kimi tabuları yıktığı için Pala’ya teşekkür etti. İskender Pala da yapılan iltifatlardan memnun, bir aydın olarak durumdan vazife çıkararak, özellikle de Alevî Çalıştayları’na katkı olsun diye romanı yazdığını söyledi ve yazmadan önce çok araştırma yapıp çok sayıda kitap okuduğunun altını çizdi. İskender Pala’nın, yıllar önce Zaman’daki köşe yazılarından birinde “Bektâşi fıkralarının Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırıcı bir rol oynadığını” iddia edecek kadar tarafgir olduğunu biliyordum. 1 Buna rağmen, Alevî kökenli Çamuroğlu’nu “İsmail” adlı romanda gösterdiği “çok tarafsız ve cesur” tutumdan dolayı samimiyetle kutlaması üzerine, acaba Pala, bir Alevî yazar tarafından yapılan bu “jeste” bir Sünnî olarak aynı türde bir “jestle” karşılık vermek niyetiyle bir roman kaleme almış olabilir mi diye düşünmekten kendimi alamadım. Taha Akyol’un programına damgasını vuran bu olumlu havaya gazetelerde boy boy çıkan övgü dolu tanıtım yazıları da eklenince, “Şah ve Sultan”ı okudum. Okuduktan sonra, Alevî-Sünnî kardeşliğine nasıl hizmet edeceğine akıl erdiremediğim bu kitap hakkında yazmak farz oldu.


Modern bir Selimname


“Şah ve Sultan”ın iki ana kahramanından Şah İsmail (1487-1524), Erdebil merkezli Safevî tarikatının ve Kızılbaş hareketinin başı ve İran’da Safevî hanedanlığını kuran kişidir. Hatayî  mahlasıyla yazdığı deyişleri hâlâ cemlerde okunan Şah İsmail, tarihsel olarak Alevîlerin en önemli inanç önderlerinden de biridir. Yavuz Selim (1470-1520) ise, Şah İsmail’in çağdaşı,  dokuzuncu Osmanlı padişahıdır. Arap ülkelerini Osmanlı topraklarına katmış, Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’i yenilgiye uğratmıştır. Sert mizacı ve şiddete meylinden dolayı ayattayken “Yavuz” lâkabıyla anılan Selim, Alevîlerin ataları olan Kızılbaşlara karşı uyguladığı kanlı politikalarıyla da tarihe geçmiştir. İskender Pala’nın romanı işte bu iki tarihî şahsiyetin hayatını, özellikle de Kızılbaş/Safevî Şah İsmail ile Sünnî/ Osmanlı Yavuz Selim’in 1500’lerin hemen başından ölümlerine kadar geçen yılları ve aralarındaki mücadeleyi, Çaldıran doruk noktası olacak biçimde hikâye ediyor. Bu yönüyle yapıt, romandan ziyade söz konusu iki şahsiyetin paralel biyografilerini andırıyor. Yapıtı ciddi bir biyografiden uzaklaştırıp ona bir masal havası ekleyen öğeler de yok değil. Kitabın didaktik söylemi, Selim’in Tebriz’deki Safevî Sarayı’na derviş kılığında girip İsmail’in karısı Taçlı Hatun’a, İsmail’in de bulunduğu bir mecliste, yani onun gözleri önünde kur yapması ya da Selim’e Mısır seferinde, ordusunun Şam’da konakladığı zaman zarfında hizmetini gören “cariyecik Şamlı dilber”in Selim’e duyduğu aşkın yarattığı heyecana dayanamayıp onun kollarında ölmesi gibi olayların varlığı bu masal havasını veren unsurlardan.

Olayları zamandizinsel bir biçimde anlatan, okunması ve anlaşılması zor olmayan bu romanın çok tanıdık, hegemonik muhafazakâr Sünnî söylemin içinden yazıldığını tespit etmek zor değil. “Ortodoks” perspektife sıkı sıkıya bağlı yazarın amacı, en yalın şekliyle İsmail’i itibarsızlaştırmak  ve Selim’i yüceltmektir. Bu yönüyle Pala’nın romanı, sertliği ve gaddarlığıyla nam salmış Yavuz’un olumsuz imajını rehabilite etmek için, oğlu Kanunî Süleyman’ın emriyle 16. yüzyılda yazılmış Selimnâmeler’in adeta modern bir versiyonu gibidir. Pala’nın her iki şahsiyette de “büyük hükümdarlık kumaşı” görmesi, ikisinin de Türk olduğunu iftihar vesilesi yapması veya onları birbirlerine “kükreyen iki aslan” olarak betimlemesi bile romanın gün gibi ortada olan bu tarafgirliğini örtmekte bir işe yaramıyor.

Romandaki neredeyse bütün yardımcı karakterler İsmail’i itibarsızlaştırmak, adeta ondan bir canavar portresi çıkarmak üzere kurgulanmış. İsmail ve Selim’in yakın çevresinden seçilmiş anlatıcılar, yazarın Osmanlı - Kızılbaş/Alevî ilişkileri, Osmanlı - Safevî mücadelesi gibi konularda fikirlerini söylettiği “çöpten adam” karakterlerden başka bir şey değil. Bu açıdan kitaptaki başanlatıcı Kamber karakterinin ve  Kamber’den sonra en çok söz alan Can Hüseyin’in ikisinin de Kızılbaş/Alevî olması manidardır.2 Yazar, böylelikle, İsmail hakkında söylenenlerin daha inandırıcılacağını hesap etmiş olmalı.

Bu romanda çizilen İsmail portresine yakından bakmak ve onun nasıl itibarsızlaştırıldığını göstermek bu yazının asıl konusu. Ancak bundan önce, romanda İsmail’in hemen her yönden zıddı olarak resmedilen ve had hudud tanımadan idealize edilen Selim karakterine kısaca bakalım. Bu karşılaştırmalı bakış, İsmail ile Selim arasında yaratılan kontrastı, yazarın İsmail’in aleyhine, Selim’in lehine tarafgirliğini gözler önüne serecektir.


Selim: Haşin ama duygulu, romantik ve adalet timsali


Selim’in kitapta çizilen portresi her bakımdan —askerî, siyasî, insanî— çarpıcı biçimde olumludur. Sert mizaçlıdır, öfkeli,  acımasız bir askerdir, ama altın gibi kalbi vardır; gönül almasını ve kendini sevdirmesini iyi bilir. Kimi durumlarda  gözyaşı dökecek kadar duygulu bir sultandır. Gönülleri yakandır, kadınlar ona bir görüşte vurulur ya da o kadınları bakışlarıyla ânında teslim alır. İnsanlar onu “çağın velilerinden biri” olarak görür. Define  arama ve bulmada “kerametlidir”. Aslanın yelesinden tuttuğu gibi onu yere  çalacak kadar da güçlüdür. Taçlı Hatun’un ta sıbyan mektebinden âşık olup unutamadığı Ömer’ini arattırıp buldurmak için Mısır Seferi sırasında ferman buyuracak kadar da incelik sahibidir. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Danışma Kurulu’na Mümtazer Türköne’nin atanmasıyla çıkan tartışmalarda, aynı kuruma atanan —yine Zaman yazarı— İskender Pala arada kaynadı. Devr-i saltanatın parlattığı  edebiyatçılardan Pala’nın çok satan son romanı “Şah ve Sultan”a bir bakış, ucuz edebiyatın, estetik yoksunluğunun ötesinde, bu zihniyetin tarihe bakışındaki çarpıtma gücünü ve AKP’nin “Alevî açılımı”nın ne mânâya geldiğini de ortaya koyuyor. Mesele edebî nitelik meselesi olsa “Şah ve Sultan” da görmezden gelinebilir, benzerlerinin yanına, zamanın ötesine havale  dilebilirdi. Ama bu zamanda,  görmezden gelinir gibi değil, zamanı görmek için birebir...

Derin Alevîfobi 12 Eylül’ün en sert  yıllarında askerî okullarda rütbeli edebiyat hocalığı yapmaya talip olmayı kendisine yedirebilen, yüzbaşıyken YAŞ kararıyla ordudan atılan, birkaç yıldır art arda çok satan romanlar yazan, son günlerde TV’de program yapmaya başlayan İskender Pala, profesör unvanını 1998’de Kültür Üniversitesi’nden aldı.

Selim’in bilinen, hakkında çok yazılmış zorlu ve kanlı saltanat mücadelesi de bu olumlu portreye uydurulur. Osmanlı tarihine biraz aşina hiç kimsenin yabancısı olmadığı kimi nahoş olaylar bu portrede yoktur. Varolansa kırıntı seviyesinde, üstü kapalı şekilde, muğlak, eksik ve gözden kaçırıcı bir biçimde verilir. Örnekse, Selim babası II. Bayezıd’ı zorla tahttan indirmeye uğraşırken babasının ordusuyla Edirne yakınlarında yaptığı savaş ve Selim’in bu savaştan güçlükle kaçıp kurtulması bu portrede yoktur. Ya da saltanatını ilan ettikten sonra, tahtını güvence altına almak için giriştiği “şiddet harekâtı,” bu harekâtın başlangıcı kabul edilen olaylar, yani önce bir vezirini ve sonra, biri yedi yaşında olmak üzere beş yeğenini boğdurtarak ortadan kaldırması, en sonunda da kardeşi Ahmed’in oğullarını öldürtmesi hep bu portrenin dışında tutulmuştur. Bu şiddet zincirinin en çok bilinen halkası, kardeşleri Korkut ve Ahmed’i bertaraf etmesi ise 390 sayfalık kitapta bir buçuk cümle ile geçiştirilir.

Selim’in “Yavuz” lâkabını almasına yol açan davranış ve eylemlerini eksik ve üstü kapalı vermenin ötesinde, yazar onun şiddete başvurmasını meşru gösterme ayreti  içindedir. Babasına, kardeşlerine ve yeğenlerine reva gördüğü şiddetin tek gayesi, herkes işin iç yüzünü bilmese de, devletin birlik ve bekasına halel getirmemektir. Böyle bir amacın hizmetkârı olaraksunulan Selim, adeta şiddete mecbur edilmiş, sertliği istemeye istemeye seçmiş biri olarak resmedilir. Bu mecburî şiddet, dost düşman ayrımı yapmaz. Selim’in kardeşleri de, Çaldıran Savaşı öncesi yapılan Kızılbaş-Alevî kıyımında öldürülenler de  aynı ölçüde bu muameleyi hak ediyorlardır. Kısaca, romanda Selim’in şiddete ve kan dökmeye dayalı  politikaları yerinde ve haklı gösterilmeye çalışılır. Tam bir adalet timsali olarak beliren Selim, neredeyse bölgenin ilk insan hakları savunucusu ve demokrasi önderi olarak sunulur!


İsmail: Simsiyah bir insan, bir hilkat garibesi


İsmail portresi ise tamamen siyahtır. İsmail’in insan olarak da, asker ya da hükümdar  olarak da elle tutulur olumlu bir niteliği ve eylemi yoktur. Deyim yerindeyse, o tam bir hilkat garibesidir. Romanda  onun yakınında, onunla öyle ya da böyle ilişkisi olup da ondan zarar görmemiş kimse yoktur. İkinci karısı Taçlı Hatun’u okul arkadaşı Ömer’den ayırıp sevenlerin geleceğini karartan, haremine Gürcü kızlar getirerek ilk karısı Gülizar’ı sarayın “en bahtsız” insanına dönüştüren, yeğeni Kamber’i sekiz yaşında köle eden de İsmail’dir. On binlerce müridi olmasınarağmen onu seven, biraz olsun sempati duyan bir kişi bile bulunmaz romanda, çünkü İsmail, köpeğine ayırdığı kadar zamanı ile onlardan esirger. Anadolu’dan kendisini ziyarete gelen bir halifesinin dilini kestirip köpeğinin önüne atacak kadar da psikopattır.

Özel yaşamın mahremiyeti ilkesi İsmail’e uygulanmaz. Hareminde neler olup bittiği roman boyunca anlatılıp durulur. Mesela Taçlı Hatun’un yatağa hep “şarap sarhoşu” gelen İsmail’in kendisine dokunmasını istemediği için yanına kılıç koyarak yattığı, oysa yatağa “aşk sarhoşu” olarak gelse her şeyin daha başka olacağı okuyucuya bildirilir. Kudretli İsmail’in devletinde ona itiraz edebilen tek insan olarak tanıtılan Taçlı Hatun’un nazarında İsmail kimi zaman bir “kediden” farksızdır. Taçlı Hatun, Çaldıran Savaşı’nda esir edilir; Selim’in gözünde “sofra artığı” ya da “Şah köpeğinin salyası değmiş bir lokması” olarak görülmesine rağmen Taçlı Hatun, Selim’e âşık olmaktan kendini alamaz. İsmail’e karşı hissettiği tiksinti ve Selim’e duyduğu aşka binaen Taçlı Hatun’un bu esaretten mutlu olduğu sonucuna ulaşmak işten bile değildir!

Kişilikleri ve özel yaşamları bakımından taban tabana zıt bir şekilde resmedilen Selim ve İsmail’in siyasî ve askerî kimlikleri söz konusu olunca da benzeri bir manzarayla karşılaşırız. Özel yaşamda olduğu gibi, siyasî ve askerî alanda da Selim normdur, doğru olandır; devletin, dinin ve milletin birliğini savunandır. Diğerkâmlık ya da idealizmde sınır tanımayan Selim’in, saltanatını ve şanını yürütmek gibi bir kaygısı zerre yoktur! İsmail ise birlik, bütünlük düşüncesini baltalayan, Türk milleti arasına nifak sokan, İslâm âlemini ikiye ayıran basiretsiz bir  hükümdar, arlanmadan Osmanlı’nın nüfusunu çalan bir “hırsızdır”. Dahası “kardeşin kardeşe kırdırılmasından” da sorumludur. İşin ilginci, bu teze geç de olsa İsmail de iştirak eder. Çaldıran yenilgisinden sonra, bir tür günah çıkarma seansında, ağlayarak yakın koruması  Hüseyin’e “Türkü Türke kırdırmak istemedim” diyerek pişmanlığını dile getirir.

İsmail ile Selim arasındaki karşıtlığın tavan yaptığı başka bir alan ise askerî seferlerin hikâye edildiği bölümlerdir. İsmail’in askerî seferleri anlatılırken çarpıcı, kanlı canlı muharebe tasvirleri eksik olmazken, Selim’in seferlerinde bu tür tasvirlere yer yoktur. Biri İsmail’in seferini, biri de Selim’in seferini anlatan iki ayrı bölümden yapacağımız alıntı ne demek istediğimizi daha iyi anlatacaktır.

Birinci alıntı İsmail’in Özbek Hanı’nı mağlup ettiği savaştan (1510):

“Ben [Kamber] o günü ne vakit düşünsem, hâlâ gözlerimin önünde yuvarlanan yeşil veya kızıl başlıklı kelleler ile karlar ortasında oluşan kan gölünün üzerine düşerek yarısı görünmez olmuş, kol, bacak, burun,  el, ayak parçaları gelir. O gün yedi saat boyunca merhamet denilen şey dünyanın üzerinden çekilmiş, vahşetin adı kahramanlık olmuştu. Mızraklar kanı kana  karıştırmış, kılıçlar eti ete bulaştırmıştı. O günün sonunda arkadaşlarının cesetlerine bakan yorgun cengaverler, onların gürzlerle ezilen göğüslerinde kaburga kemikleriyle zırh parçalarının birbirine geçtiklerini görmüş, cesetlerini toprağa gömmek isteyenler de tozuyan karlara bakarak onları kurda kuşa bırakmayı tercih etmişlerdi.” (sf. 118)

İkinci alıntı, Selim’in Mısır Seferi’nin (1517) anlatıldığı bölümden. Bu bölümde savaşın tasvirine ait bulabildiğimiz yegâne cümle şudur:

“Üstelik bunlardan [Osmanlı askeri] bazıları Çaldıran’da savaşan Sutan’ın emektar kullarıydı ve Mısır yurdunda Tomanbay’ın 450 bin kişilik ordusu karşısında hiç yılmadan  ateşe atılan pervaneler gibi ölüme atılıp zafer kazanmışlardı.” (sf. 318)

Bir yanda “ateşe pervaneler  gibi atılanlar” romantikliği, öte yanda açık havada kan gölüne batmış bir mezbaha imgesi. Birinci alıntı okuyucuyu bir reality show havasına sokarken, öbürü, özellikle de bölümün tamamı düşünülünce, Osmanlı ordusu  Mısır’a savaşmaya mı, yoksa pikniğe mi gitti sorusunu sorduruyor. Belki de aslan avına. Çünkü, romanda anlatıldığına göre, Mısır Seferi dönüşünde Osmanlı
ordusu büyük bir aslan sürüsü ile karşılaşır. Bu karşılaşmada “yelesinden tuttuğu gibi” siftahı Selim yapar ve geride yüz civarında aslan leşi bırakılarak yola devam edilir.

Eklemeden geçmeyelim: Sünnî /Osmanlı Selim ile Memlûk sultanı, Sünnî Tomanbay’ı karşı karşıya getiren Mısır Seferi’nin anlatıldığı bölümde, iki din kardeşinin birbirini boğazladığı ya da birinden birinin din birliğine nifak soktuğu gibi nazik konulara girilmez. Ama iş Kızılbaşlıktan onuşmaya gelince ahkâm kesmekten geri kalınmaz. Okuyucuya “Kızılbaşlığın ruhu” öğretilir:

“İşte Kızılbaşlık ruhu bu idi. Savaşmak, ganimet edinmek ve eğlenmek... Bezm ile rezm arasında bir hayat. Savaşılırdı, iyi yaşamak için; iyi yaşanırdı, güçlü savaşabilmek için...” (sf.120)

Sanki dönemin bütün ordularında kazanılan zaferden sonra ganimet paylaşımı ve eğlence yokmuş, sanki Sünnî Selim’in ya da aynı bölgenin, aynı geleneğin ordularında işler çok başka şekillerde yürütülüyormuş gibi “Kızılbaşlık ruhu” hakkında böyle bir laf sarfetmek, ancak ilkel bir tarafgirlik anlayışıyla mümkündür. Kızılbaşlığı kelle avcılığı ve içkili kutlamalara indirgeyen bu ifadeler, kitaba egemen olan Alevîfobik Sünnî söylemin ulaştığı Pala’nın romanı, sertliği ve gaddarlığıyla nam salmış Yavuz’un imajını rehabilite etmek için oğlu Kanunî’nin emriyle yazılmış Selimnâmelerin modern versiyonu gibidir. Şah ve Sultan: Solda Şah İsmail, sağda Yavuz Sultan Selim’in tasvirleri en kaba noktayı temsil eder.

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkarılabileceği gibi, İsmail ve Selim portreleri çizilirken yazar başlıca iki yöntem kullanır: Abartma ve tarihî gerçekleri sansürleme ya da çarpıtma. Abartma, Selim için idealizasyon ve İsmail için yerin dibine sokma ekseninde ilerlerken, çok bilinen tarihî gerçekler Selim lehine ya gizlenir ya da yumuşatılır. Aşağıda değineceğimiz  üçüncü yöntemde ise yazar, işi İsmail’in aleyhine çalışan tümüyle hayalî karakterler yaratmaya kadar vardırır.

Tarihî bir romanın “tarihî gerçeklerle” birebir örtüşmesi tabii ki beklenemez. Ama asgarî düzeyde bir “objektiflik” bu janrın olmazsa olmaz koşuludur. Ne yazık  ki Pala bu asgarî koşulu bile yerine getirmez. Kitap boyunca yerlerde sürünen doğruluk ve hakkaniyet ilkesine en büyük darbe, roman boyunca İsmail’e musallat edilen, tamamen Pala’nın hayal ürünü olan Kamber karakteriyle vurulur.


Kamber: İsmail'e musallat edilen hayali bir karakter


İsmail’i itibarsızlaştırmanın ötesinde, onu bir şeytan-insan olarak algılatma çabasında kilit rol Kamber’indir. Kamber, romanın merkezî öneme sahip anlatıcı karakteridir. Kamber’in önemi, asıl anlatıcı olması kadar, yazarın onu romanının en mağdur edilmiş karakteri olarak öne çıkarmasıyla da alakâlıdır. Kimsesiz geçen çocukluğu, sekiz yaşında Safevî sarayına köle olarak alınması ve beş yıl sonra  hadım edilmesi, Çaldıran Savaşı’nda ağır yaralanıp esir düşmesi gibi hepsi tek başına birer felâket olan acılar yaşar Kamber.

Kamber’in köle ve hadım edilmesinin  emrini veren kişi ise, amcası İsmail’dir. İsmail Kamber’in öz amcası, Kamber de onun öz yeğenidir. Yani İsmail, yeğenininhayatını karartan zalim bir amca olarak resmedilir. Pala’nın bu karakter ve yaşadıkları ile vermek istediği mesaj çok açıktır: “Ey okuyucu, İsmail öz yeğenini köle ve hadım ettirecek kadar gaddar, tehlikeli ve insanlıktan uzak biridir. Önderi böyle olan bir toplumdan ne beklenir!” Kamber gibi savunmasız, munis, evliya-melek karışımı bir karakter kurgulayıp onu amcasının hışmına uğratmak, İsmail’i okuyucu gözünde daha fazla düşürmenin basit ama etkili bir yöntemidir.

Kamber’e yaşatılan iki travmadan — kölelik ve hadım edilme— özellikle ikincisi, okuyucuya sürekli hatırlatılır. Romanın en sık tekrarlanan motifi olan bu olaya ilk kez beşinci bölümde üstü kapalı olarak rastlarız. Bu bölümde Kamber, “başıma gelebilecek en kötü şey geldi” diyerek rızası alınmadan bedenine yapılan bu cerrahî müdahaleyi iç-konuşma formunda anlatır. Bu ilk cümleyi şu satırlar takip eder:

“Çırpındıkça kendimden geçiyor, kendime geldikçe çırpınıyorum. Ruhumda kasırgalar fırtınalarla çarpışıyor.  Bayılıyorum, bayıldıkça kâbuslar görererek uyanıyorum. Kendime her gelişimde yaşadıklarımı yaşamamış olma umuduyla yorganı kaldırıp yeniden bakıyorum. Maalesef!.. Çıldırmak, ölmek, bunu unutmak için yok olmak istiyorum, fakat bunun için bile dermanım yok. Üstelik durmadan kanayıp beni güçsüz düşürüyor.” (sf. 40)

Başka bir yerde, erkekliğini ondan alan müdahale sonrasında yaşadığı duygularını şu acı dolu sözlerle anlatır:

“Sonra da enenmiş olma gerçeğini kabullenebilmek için sabaha kadar hıçkıra hıçkıra ağladım. Kaderimi düşünüp ağladım. Kimsesizliğime yanıp ağladım. Babaydar’ı [kendisine bakan ihtiyar] anıp ağladım. Bir ailem olmadığına, bir karım veya beni seven bir kadın bulunamayacağına, bir yere ait duramayacağıma, bir kimlik bulamayacağıma ağladım. Bu dünyada ben kim veya ne idim? Tek başına bir hadım!..” (sf. 75)

Sayfa 183, 239, 265, 354’te de hadım edilme motifine rastlarız. Görünme sıklığıyla dikkat çeken bu motif, okuyucuda bir tür merak ve dedektiflik duygusu uyandırmak için kullanılır. Yazar, Kamber’in hadım emrini verenin kim olduğunu okuyucuya söylemekte acele etmez. Okuyucu bu konuda gerçeği ilk kez dokuzuncu bölümde, İsmail’in yakın koruması Hasan Aka’nın ağzından duyar:

“Bu çocuk ulu efendimiz Şah Hazretlerinin öz yeğeni. Ağabeyi Ali’nin oğlu. Fakat kendisi bilmiyor. Şah Hazretleri onu göz önünde dursun diye hanımlarının hizmetine verdi. Ve tabii hadım ettirdikten sonra! Çok temiz kalpli çocuk.” (sf. 88)

Kamber’e bu insanlık dışı davranışı reva görenin öz amcası Şah İsmail olduğu anlaşılmıştır. Mesele okuyucu için halledilmiştir! Ama durum Kamber karakteri için hâlâ bir muamma ve derttir. Hemen üstteki alıntıda geçen “fakat kendisi bilmiyor” tümcesinin işaret ettiği gibi, Kamber, hadım emrini verenle akrabalık ilişkisini bilimiyordur. Bu gerçeği uzun yıllar sonra, İsmail’in ölümünden sonra öğrenecektir.

Kamber, İsmail’in amcası olduğundan  tesadüfen, romanın son bölümünde, okuduğu bir not aracılığı ile haberdar olur. Bu notta Sultan Şıh Ali’nin tek oğlu olduğu, bir yaşındayken babasının öldürüldüğü ve annesinin çıldırdığı yazılıdır.4 Bu notu okur okumaz Kamber, amcası İsmail ile hadım edilmesi arasında şöyle bir bağlantı kurar:

“Sarayına vardığımda beni hadım ettirerek sonsuza kadar tahttan uzaklaştırmış olduğunu, rakip olmamı engellediğini öğrenmek istemiyordum.” (sf. 368)

Kamber’in kurduğu bağlantı önemlidir. Çünkü o âna kadar yalnızca bir amcanın yeğenine reva gördüğü gayrıinsanî muamele çerçevesinde bahsi geçen bu hadım edilme motifine artık siyasî bir boyut eklenmiştir. Bu da aslında Kamber taşıyla yazarın vurmak istediği, ikinci daha iri bir kuşla alâkalıdır. Şah İsmail’e iktidar hırsıyla yeğenini köle ve hadım ettirten yazar, böylece, tahtını korumak maksadıyla Selim’in kendi ailesinden bazıları çocuk yaşta dokuz-on kişiyi ortadan kaldırmış olduğu gerçeğini yumuşatmaya, normalleştirmeye çalışır; adeta “Selim iktidarı için bunları yaptı diye  ınamayın, bakın, İsmail de neler yapmış” demeye getirir. Hatta yazarın, Kamber karakterini kurgularken, Selim’in Bursa’da boğdurttuğu beş yeğeninin en küçüğü olan yedi yaşındaki şehzadeden ilham almış olması kuvvetle muhtemeldir. 

Kamber karakterinin tarihî hiçbir gerçekliği yoktur. Tamamen yazarın fantezisinin ürünü, kurmaca bir karakterdir. Tarihî bir şahsiyet olarak Şah İsmail’in, Tebriz’deki sarayında hadım ettirip hareminde köle olarak istihdam ettiği bir yeğeni olmamıştır. Zaten İslâm hukukuna göre, bırakın kan bağı olan akrabasını, bir Müslüman başka bir Müslümanı köle yapamaz. Üstelik kölelerin hadım edilmesi de İslâm hukukunda aslında yasaktır, o yüzden sarayda hizmet için hadım edilen kölelere bu işlem ancak Darü’l-İslâm dışında yapılabiliyordu. Ancak bu iki yasak da İsmail için Kamber karakteri üzerinden bozulmuştur. Böylece Şah İsmail’in sayısız zalimlik ve insanlık dışı işlerine bir de İslâmî köle hukukunu ihlâl eklenecektir. Bu da Kamber ile vurulan üçünçü kuş olur.


Alevi çalıştayının ikizi


Sonuç olarak İskender Pala’nın bu kitapla yapmaya çalıştığı, Şah İsmail üzerinden Alevîleri ve Alevîliği hırpalamak, değersizleştirmek ve böylece Alevî kolektif hafızasını hezeyan seviyesine indirmektir. Yazarın amacı, başta Kızılbaşlara yönelik katliamları olmak üzere Yavuz’un şiddet siyasetini önemsizleştirmek, olandan çok daha az göstermek ve normalleştirmek,  hatta tarihî gerçekleri ters-yüz ederek yüzyıllardır Alevîlere reva görülen zulümleri haklı çıkarmak, gerçek zalimin Şah İsmail olduğuna okuyucuyu inandırmaktır.

“Zamanın ruhu”  çerçevesinden olaya baktığımızda, bu romanın, sonradan kitap olarak da basılan Alevî Çalıştayları Nihaî Raporu’nun ruh ikizi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Alevî Çalıştayları Nihaî Raporuile Pala’nın romanı arasındaki tek fark, ilkinin sözde akademik bir jargonla, ikincinin Yeşilçam’ın kötü örneklerinin replikleriyle dolu, hamasî, ağdalı ve arabesk bir dille yazılmış olmasıdır. Alevîliğe karşı sergilediği açık nefret söylemi ile bu roman Yakup Kadri’nin “Nur Baba”sı (1922) ile de birinci dereceden akrabadır.

Böyle bir kitabın yazılmış, basılmış ve çok satanlar listesinde kalmış olması büyük bir talihsizlik. Beş yüzyıl önce ölüp gitmiş bir insanı edepsizce (edebiyat sözcüğünün kökü edeptir), büyük bir iştahla karalayabilmek, nefret söyleminde bukadar tutarlı ve kararlı olabilmek ancak ve ancak insanın vicdanını tatile göndermesi ile mümkündür. Belli ki “Bektâşi fıkralarının Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırıcı bir rol oynadığını” savunacak kadar bağnaz ve Alevîfobik bir kişiden farklı bir iş beklemekle aşırı iyimser davranmışım.