T24 - 28 Şubat süreci sonrası Erbakan’ın partisinde siyasete giren Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, "Nasıl 12 Eylül olmasaydı Anavatan Partisi kurulamaz idiyse, 28 Şubat olmasaydı da Adalet ve Kalkınma Partisi kurulamazdı" dedi.
Kurtulmuş'un Birgün gazetesinden Barış İnce'nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Aktif siyasi yaşamanıza Fazilet Partisi’nde başladınız, doğru mu?
Evet, Fazilet Partisi İstanbul İl Başkanı olarak. Partiye 1998 yılında, tam da 28 Şubat’ın hemen sonrasında üye oldum. Ondan önce aktif siyasetin içerisinde değildim. Akademisyendim. Tabi sosyal faaliyetlerin de içerisindeydim.
28 Şubat sürecinde aktif siyaseti tercih etiniz. Riskli değil miydi?
Yani tam da bundan dolayı... O süreçte acaba yapılan bu yanlışlıklara, bu haksızlıklara, zulümlere karşı bir şey yapılabilir mi, sadece üniversitede oturarak değil de aktif olarak siyasette, hem de böyle üzerine gidilen bir camianın siyasi hareketine destek verilebilir mi duygusuyla açıkçası aktif siyasete girdim. Ondan evvelki süreçlerde birkaç sefer siyasete girme konusunda telkin ve tavsiyeler olmuş olmasına rağmen o zaman düşünmedik. Ama o süreçte hakikaten çok açık haksızlıklar vardı. Üniversitede öğrenciler başörtüsü yüzünden dışarı konuluyordu, yüzlerce devlet memuru işinden ediliyordu. Mesela bizim İstanbul Üniversitesi’nde üniformalı subaylar kollarının altında dosyalarla gelip rektörle, rektör danışmanlarıyla toplantılar yapıyordu. “Acaba bir şey yapılabilir mi, bu antidemokratik gidişe karşı mücadele edilebilir mi, dur denebilir mi” duygusuyla aktif olarak siyasetin içine girmiş olduk.
Siz 28 Şubat’tan bahsederken medya aracılıyla bir kurgunun yapıldığından bahsediyorsunuz. Örneğin sakallı, sarıklı insanların televizyonlarda değişik şekillerde gösterildiğinden bahsetmiştiniz. Evet, bir kara propaganda olduğu aşikâr. Ancak böyle bir topluluk da yok muydu?
Türkiye’de o zaman her gün, hatırlayın, ellerinde teflerle asalarla sokaklarda dolaşan insanlar vardı. Şimdi bu insanlar nerede? Veya her gün Fadime Şahin tipli insanlar televizyonlara çıkartılıyordu. Tabi ki toplum içinde bu şekilde var olan insanlar her zaman var, ama bir dönem içerisinde sonradan anlaşıldı ki bu insanların bir kısmı provokatör olarak kullanılmış. O yüzden benim kast ettiğim oydu. Medyadaki hem kara propaganda hem de insanların çok ciddi şekilde yönlendirilmesi sağlandı. O dönemde ben, hatırlıyorum birçok insan, birçok ev kadını televizyonlarda o sahneleri izliyordu. Başörtülü, yeşil gözlü bir kadın ağlıyor. Onunla birlikte birçok ev hanımının samimi olarak ağladığını biliyoruz. Ne oldu da birden bire bunlar bıçakla kesildi? 28 Şubat hakikaten hem kurgusu itibariyle hem sonuçları itibariyle fevkalade ciddi hazırlanmış bir süreçti. Türkiye’nin sosyolojisine, sadece siyasetine değil ciddi şekilde müdahale edildi. Daha önemlisi Türkiye’nin ekonomi politiğine müdahale edilen bir süreç oldu.
Fazilet Partisi’nde 28 Şubat sonrasındaki temel tartışma neydi? “Şurada yanlış yaptık” tartışması mı yoksa “Biz mağdur olduk bu mağduriyetten nasıl kurtuluruz” tartışması mı?
Belki hepsi oldu; ama esas tartışma “Biz Türkiye’nin zencileri miyiz?” tartışmasıydı. Hatta ben il başkanı olduğumda buna ısrarla karşı çıktım. “Biz Türkiye’nin zencileri değiliz, halkın çoğunluğunu temsil ediyoruz, biz halkın içerisinden gelen bir grubuz” diye. Bu zenci edebiyatı belki propaganda olarak işe yarıyordu. Toplumsal bazı kesimlerde mağduriyet psikolojisini oluşturuyordu; ama bu 28 Şubat’ın da istediği bir şeydi. “Geniş toplumsal kesimler, kendilerini toplumun sahibi olarak, sistemin sahibi olarak görmesinler, bir kenarda otursunlar, biz de işlerimiz rahat bir şekilde görelim” şeklinde bir propagandaydı. Ağırlıklı olarak bu tartışma yapıldı. Tabii siyasal dilde bir değişme, siyasal bir yenilenme talebi de vardı. 2000 yılındaki Sayın Recai Kutan ile Sayın Abdullah Gül’ün aday olduğu Fazilet Partisi Kongresi’nde son konuşmayı ben yapmıştım. Şunu ifade ettim. Dedim, “Bizim siyasetimiz Mevlana’nın siyaseti gibi olmalıdır. Yani bir ayağımız pergelin bir ucu, sabit değerlerimizde olmalı. Ama diğer ucu da bütün toplumu kuşatacak kadar geniş yürekli, geniş ufuklu olmalı.” Parti içindeki ayrışma aslında Fazilet Partisi içerisindeki bir fikir tartışması, bir program tartışması olarak gelişmedi. Daha çok bir iktidar mücadelesi olarak 28 Şubat’tan sonra gelişti. Denebilir ki keşke bir fikir tartışması, program tartışması olarak gelişseydi, daha sağlıklı sonuçlar çıkabilirdi.
Bu ayrışmayı Fazilet Partisi içerisine bir müdahale olarak algılıyor musunuz?
Ben o zaman, yani Fazilet Partisi İl Başkanı olduğum 1998 yılının haziran ayıdır yanılmıyorsam. Temmuz ayında, yaz ayları içerisinde Ruşen Çakır’a verdiğim bir röportajda diyorum ki, “Önümüzdeki süreçte Fazilet Partisi ya bölünecek. Ya kimliksiz sağcı bir parti haline dönüştürülecek ya da marjinal bir parti haline dönüştürülme ihtimali vardır” diyorum. Ne yazık ki o öngörünün üçü de olmuş oldu süreç içerisinde. Belki de Fazilet Partisi’ndeki süreç 28 Şubat’ın artçı sarsıntısı olarak algılamak lazım. Aslında Fazilet Partisi kurulduğu gün kapatılmış olan bir partiydi. Ve o süreç çok hızlı bir şekilde gelişti.
O dönemki tartışmalar yenilikçi, gelenekçi diye medyaya yansıyan tartışmalarda temel argüman neydi 28 Şubat sonrası? Tam olarak kim neyi savunuyordu?
Daha çok şöyle oldu. Mevcut iktidardaki kanat iktidarı parti içinde paylaşmak istemedi, iktidara talip olan kanat ise “yeter artık siz parti içinde çok yönetimde bulundunuz, parti içini biz yönetelim” şeklinde bir tavır sergiledi.
Erbakan’ın söylemlerinde ekonomik anlamda kendi İslamcı bakış açısıyla kapitalizme kimi eleştiriler seziliyordu. Fakat daha sonra yenilikçilerin kurduğu AKP’nin programına baktığınız zaman bu tamamen yok oldu. Siz bu müdahaleyi, küresel güçlerin Erbakan’ın ekonomik programına karşı yaptığını da düşünüyor musunuz?
Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat, birbirlerinin devamı olan çok uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen birbirine mantık olarak da bağlı olan iki müdahaledir. Her ikisinin de önemli bir şekilde ekonomi politikle ilgili bir tarafı vardır. Partileri kapatmaları, siyasete müdahale etmeleri, sosyolojiye müdahale etmeleri yanında ve belki üstünde… 12 Eylül’den önce Türkiye’de biliyorsunuz 24 Ocak 1980 kararları vardır. 24 Ocak kararları Türkiye’nin küresel ekonomik sisteme entegrasyonu için alınmış olan kararlardı. Ama 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi için iki tane önemli engel vardı. Bunlardan bir tanesi çok güçlü bir sendikal hareket vardı Türkiye’de. Yani, emek gerçekten hakkını koruyabiliyordu. İkincisi de çok güçlü sosyolojik partiler vardı, Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi toplumun her yerinde sosyolojik tabanı olan partilerdi. Dolayısıyla 12 Eylül bu anlamda 24 Ocak’ın bir mıntıka temizliğidir. 12 Eylül mıntıkayı temizlemiştir ve ondan sonra Türkiye’nin sistemi küresel ekonomik sistemle entegre edilmiştir. Daha sonra uzun bir süre geçti. Evet, Refah-Yol hükümeti Türkiye’de bu anlamda gerçekten Türkiye’de halkın ekonomisini canlandıran programlar uyguladı. On bir ay gibi kısa bir sürede iktidarda kalmış olmasına rağmen fevkalade başarılı ekonomik programa imza attı. Zaten başarısız olsa arkasından teneke çalar oynarlardı. Ama 28 Şubat bu anlamda bu ekonomi politiğin değiştirilmesi için yapılmıştır. Dünyadaki küresel ekonomik sistem bir adım daha ileriye gitmiştir. Ve dünyada artık uluslararası finans kapitalizmi dediğimiz tamamıyla paraya dayalı, para babalarının gücüne dayalı yeni bir ekonomik sisteme Türkiye’nin entegrasyonu istenmiştir. Bu anlamda da Refah-Yol hükümeti yolda duran bir engel olarak algılandı ve kenara konuldu. 28 Şubat, Türkiye’nin uluslararası finans kapitalizminin ağlarına düşürülmesi için yapılmış olan bir uluslararası operasyondur. Ondan sonra maalesef tarımda, sanayide, üretimde özelleştirmede, dışarıdan çok para çekiyoruz denilerek cari açığıyla, bütçe açığıyla Türkiye bir ekonomik programın içine sokuldu ve maalesef hükümetler aynı programı uygulamaya devam etti.
İl Başkanınız Mehmet Bekaroğlu’nun kitabında okumuştum. Bunu kendisine de sormuştum. O dönem bir MÜSİAD kongresinden bahsediyor. MÜSİAD kongresinde yenilikçilerin kürsüye çıktığında ciddi bir şekilde alkış aldığını, Recai Kutan’ın aynı alkışı almadığını söylüyor. Burada da palazlanan İslami sermayenin, yani küreselleşmeye adapte olan İslami sermayenin tercihinden bahsediyor. Siz böyle bir şey hissediyor muydunuz?
Tabi ben o sahneyi hatırlamıyorum, o toplantıda yoktum. Ama zaten Refah Partisi’ni de iktidara getiren, Türkiye’nin orta sınıflarını oluşturan Anadolu sermayesi dediğimiz büyük kitlenin -ki o dönemler MÜSİAD bu kitleyi ağırlıklı temsil ediyordu- bir iktidar talebi vardı. Yani bu iktidar talebinin üstünde, bu kitleyi iktidara taşıyabilecek bir umudu belki yenilikçi kanat gösterdiği için bu kitleler yenilikçi kanadı tuttu. Bir de o dönemde parti içerisinde gelenekçi kanadın temsilcileri olarak görülen isimler daha statükocu, daha değişime kapalı gruplar olarak görülüyordu. Zaten sadece Fazilet Partisi içindeki mücadele olarak değil, Türkiye’de 1990’lı yılların başına geldiğiniz zaman 1990’larda Türkiye’de toplumsal bir değişim çok kuvvetli bir talepti. Ve bu talebin üç ana toplumsal damarı vardı. Bunlardan birisi İslamcı kitle diyebileceğimiz, muhafazakar kitle diyebileceğimiz kitledir. İkincisi, Kürt siyaseti. Üçüncüsü ise liberal aydınlardır. Liberal aydınların sinerjisi yüksekti, ama toplumsal güçleri, tabanları zayıftı. Kürt siyaseti politik olarak çok güçlüydü ama Türkiye nüfusunun azınlık bir grubunu temsil ediyordu. Dolayısıyla toplumun yüzde altmışını, yüzde yetmişini, seksenini temsil eden bu muhafazakar ana tabanın üzerinden bir değişim talebinin olacağı aşikardı. Zaten Refah Partisi’nin 1991 seçim kampanyası şimdiye kadar muhafazakar partilerin Türkiye’de ortaya koymuş olduğu en devrimci seçim kampanyalarından birisidir. Toplumun geniş kesimlerine uzandı. Hem işçi kesiminin yanında yer aldı, hem faizin bir sömürü aracı olarak kullanılmasına karşı oldu. Hem hayat kadınlarından ezilen Kürt yurttaşlarımıza kadar toplumun alt kesimlerinin taleplerini dile getirdi. Ve bu anlamda zaten o kampanyayla birlikte Refah Partisi bu toplumsal dalganın ana merkezi oldu. Zaten arkasından 1994 seçim başarıları da o 1991 kampanyasının ortaya koyduğu ittifakların sonucu oluştu. Dolayısıyla bu talep vardı. Hem sistemin değişmesi talebi vardı. Hem de artık geniş kitleler, Anadolu insanı, artık yeter, biz de bu sistemden payımızı alalım, diyorlardı. Bunu temsil eden en kuvvetli grup da orta sınıf tüccar kesimiydi.
Peki, bu kesimin giderek küresel ekonomiye adapte olduğunu, klasik İslamcılıktan çıkıp farklı bir yöne kaydığını düşünüyor musunuz?
Henüz bir illüzyon içerisinde bu geniş muhafazakar kitleler hareket ediyorlar. Bu da şudur. Aslında Türkiye, iktisaden gelişiyor. Ama bu iktisadi gelişmenim içerisinde çok geniş kitleler, mesela bugün diyelim ki iktidar partisine oy vermiş kitlelerin çok az bir kısmı Türkiye’deki iktisadi gelişmeden payını alıyor. Ama yine yüzde sekseni, doksanı için maalesef fukaralığa, gelir azlığına, işsizliğe, iktisadi olarak alt tabakada kalmaya devam ediyor. Ancak bu muhafazakar kesim içerisinden çok az da olsa belli kimselerin üst sınıflara doğru hareketlenmiş olması Türkiye’de geniş kesimler için, acaba biz de bu iktidar imkanlarından yararlanabilir miyiz, diye bir illüzyon oluşturuyor.
Türkiye’de bildiğiniz gibi sermayenin gelişimi devlet olanakları sayesinde oluyor. “Ben bu iktidara yaklaşırsam, bu ihalelerden pay kaparım” gibi bir düşünce bu kesim içinde yaşanıyor mu?
Her iktidar kendisine bağlı bir zengin sınıfı oluşturuyor. Ama Ak Parti’nin iktidara gelmesindeki başarı, kendisini iktidara taşıyan orta sınıflar ve hatta orta alt sınıfların beklentileriydi. Esas Ak Parti’nin başarılı olduğu alan burası. Evet, bunun içerisinde çok az bir kitleyi belki zengin edebilirsiniz. Ama üzerine oturduğu bu tabanın gerçekten ekonomik olarak güçlenmesiydi. Yani ben şunu söylüyorum. Türkiye’de halkçı bir hükümetin iki maddelik bir programı olur aslında. Gerisi hikayedir. Birincisi ekonomiyi halkın eline vermek, halkın tercihleri, talepleri doğrultusunda ekonomiyi halka yaymak... İkincisi de milleti özgürleştirmek. Şimdi bu talepler üzerine iktidar olan iktidar partisi Derviş-Fischer programı gereği refahı topluma yayamaz. Hatırlayacaksınız, zaman zaman Kemal Derviş de aynı şeyi söyledi. “Efendim, biz bu programın sosyal boyutunu unutmuşuz.” Üsküdar’da sabah oldu. Zaten sosyal bir boyutu yok ki bu programın. Bu programın içinde paylaşma yok, adalet yok, gelir dağılımında adalet yok, emeğin değerlendirmesi yok. Hatta emeğe saygı yok. Şimdi böyle bir programın içerisinde şey çıkmaz. Adaletli bir dağıtım çıkmaz. Adaletli bir dağıtımı yapsın diye Adalet ve Kalkınma Partisi’ne millet oy verdi. Dolayısıyla AK Parti’ye oy verenler içerisinden çok az bir kesimin zengin olmuş olması, Ak Parti kitlesinin bile taleplerini karşılamaz ki Ak Parti’nin en temel siyasi çelişkisi buradan ortaya çıkıyor.
28 Şubat’a dönersek, siz “AKP iktidarı 28 Şubat’ın ürünüdür” diyebilir misiniz?
Ürünüdür demek haksızlık olur. Ama şöyle desek herhalde doğru olur: Nasıl 12 Eylül olmasaydı Anavatan Partisi kurulamaz idiyse, 28 Şubat olmasaydı da Adalet ve Kalkınma Partisi kurulamazdı.
Bazı cemaatler 28 Şubat’a karşı açıktan tavır almadı; fakat yine de 28 Şubat sonrası “zulüm gördüğü” söyleniyor. Siz böyle bir döneme şahit oldunuz mu? Buna katılır mısınız?
Yani 28 Şubat’ın cemaatler konusunda çok ayrımcı olduğunu söyleyemeyiz. 28 Şubat, “irtica ile ilgili” kimi gördüyse onun üzerine yürüdü. Dolayısıyla maruz kaldıkları şiddetin dereceleri farklı olsa da aşağı yukarı bütün cemaatler bu 28 Şubat dalgasının etkisi altında kaldı.
Peki, 28 Şubat’a açıktan cephe almayan cemaatler olmadı mı?
Oldu, onlar bile bu süreçten nasiplerini aldı. Çünkü o bir süreçti, karar verilmişti ve irtica üzerinden Türkiye’de kamplaşma yapılacaktı. İki alanda 28 Şubat’ın bir müdahalesi çok somut oldu. Bunlardan birisi İmam Hatip Liseleri’nin kapatılması, katsayı meselesi... İkincisi de başörtüsü meselesi. Bunlar aslında Türkiye’nin yukarıya doğru toplumsal hareketlilik dediğimiz, yani toplumun alt kesimlerinin, fukara kesimlerinin, Anadolu insanının sistemin içinde olmayan kesimlerin okuması, sosyal hayata katılması, iş güç sahibi olması toplumsal olarak yukarıya çıkmanın göstergesi olan alanlardır. Mesela İmam Hatip Liseleri olmasaydı, çok büyük ihtimalle Anadolu insanının önemli bir kısmı okuyamayacaktı. Dolayısıyla zaten İmam Hatiplerin halk tarafından bu kadar benimsenmesinin sebeplerinden birisi buydu.
Bu biraz abartılı değil mi, 1980 öncesinde İmam Hatip’lere bu kadar ciddi bir talep var mıydı? Bu siyasi İslam’ın büyümesiyle, İslamcılığın yükselmesiyle alakalı değil mi?
Belki ikisi birbiriyle eş zamanlı şeyler. Bu toplumun nihayetinde genel olarak muhafazakar, İslam’a saygılı, yani kendisi ibadetini yapmasa bile İslam’ı toplumsal kimlik olarak kabul eden, değer olarak kabul eden geniş bir kitleye sahip. O kitle önceden hep bastırılıyor ve kenarda tutuluyordu. Yani bir elitler, iktisadi ve siyasi elitler Türkiye’nin ekonomisini, siyasetini, eğitim alanını, her şeyini kontrol ediyorlardı. 1980 sonrasında bu hareketlilik başladı işte. Yani hem iş dünyasında, hem eğitim alanında, hem siyaset alanındaki gelişme bence birbirine paralel olarak yürüdü. Anadolu insanı şehirleştikçe, kendi inançlarını, değerlerini de şehirlere getirdi. Şehirleşmeyle de birlikte bu üç alanda yukarıya doğru hareketlilik başladı. Birbirlerinin etkisini artırdıklarını düşünüyorum.
Peki siz MİT kriziyle ortaya çıkan, cemaat ve AKP arasındaki tartışmaya nasıl bakıyorsunuz? Siz gelenek itibariyle iki tarafı da bilen bir insansınız. Nedir bu problem? Aralarındaki sorun nedir?
Bu her halükarda Türkiye’nin kurumları arasında bu kadar büyük bir kavga görüntüsü, Türk Silahlı Kuvvetleri bir tarafta, emniyet bir tarafta, MİT bir tarafta, hükümet bir tarafta, yargı bir tarafta… Ve sanki kurumlar arasında sürekli bir sürtüşmenin olduğu bir tablo var. Kurumlarda Ahmetleri alıp bizim Mehmetleri koyarsak sistem demokratikleşir diye düşünmek fevkalade büyük yanlışlıktır. Yani YÖK olduğu gibi duracak Anayasa Mahkemesi olduğu gibi duracak, HSYK olduğu gibi duracak, Türkiye’nin diğer üst yargı sistemleri olduğu gibi duracak. Milli Güvenlik Kurulu bir anayasal kuruluş olarak duracak. Yüksek Askeri Şura bir anayasal kuruluş olarak kalacak. Bunların başlarını Ahmetleri, Mehmetleri alıp koyduğunuz zaman bunun adına sistem değişikliği demezler, bunun adına kadro değişikliği derler. Adalet ve Kalkınma Partisi’yle baştan beri en temel farklılıklarımızdan birisi bu. Adalet ve Kalkınma Partisi bütün buraları millete açmak, millet ne diyorsa o olsun şeklinde bir sistem değişikliği sağlamak yerine kadro değişikliği sağlamaya çalıştı ki bu büyük bir yanılgıdır. Tartışmanın da esas kaynağı budur.
Tamam ama asıl kavga neyin kavgası? Biz sonuçta dışarıdan bir gözle bakıyoruz, elbette fikrimiz var ama tam anlayamıyoruz.
Biz de anlayamadık. Çok kapsamlı, çok taraflı bir mücadele olduğu görülüyor. Özellikle MİT müsteşarıyla ilgili, biliyorsunuz İran’ın uranyum takası programı vardı. O takastan itibaren başlayan, Uludere süreciyle devam eden bir süreç var. Biliyorsunuz İsrail’de bazı gazetelerde çok açık bir şekilde ismen de kurum ismini de sayarak, şahıs ismini de sayarak MİT’e karşı yazılar yayınlandı. Dolayısıyla bunun bir takım uluslararası ayakları da olabilir. Ama çözüm dediğim gibi kişiye özel düzenlemelerle bu sürecin içinden çıkmak değil. Başbakan kendi açısından doğru olanı yaptı. Eğer bu adımı atmasaydı ayakta duramazdı. Ama sonuçta yapısal değişikliği ortaya koymak lazım ve devletin halk tarafından denetlenmesi lazım…
Siz Türkiye’de bazı cemaatlerin İsrail ya da büyük güçlerle ilişkiye geçtiğini mi düşünüyorsunuz?
Öyle bir şeyi düşünmek istemem. Çok büyük bir iddia olur.
Ama özel yetkili mahkemelerin belli bir cemaatin elinde olduğu söyleniyor. Ve siz diyorsunuz ki İsrail’in de müdahalesi olabilir. Nasıl kurdunuz bu bağlantıyı?
Yani bir kere “özel yetkili mahkemeler herhangi bir cemaatin elindedir” demek, bu da çok haddi aşan bir iddia olur. Şu ya da bu cemaatin kurumlar arasında belli bir etkisi olabilir. Ama Türkiye’de hiçbir kurumunun hiçbir cemaatin elinde olmadığını düşünmek isteriz.
Öyle olması gerekir. Ben bu süreçleri bir denklem olarak görüyorum. O arada birçok etki üst üste gelmiş olabilir.
İktidar kavgası demişken, İslamcılara dair şöyle bir eleştiri oluştu. Klasik bir espri diyeyim, “Önceden mücahittiler, sonradan müteahhit oldular, şimdi her şey müsaitler” gibi… Bu dönüşüm yüzünden ciddi bir rant kavgası var mı iktidar içerisinde?
Çok büyük bir rant olduğu biliniyor. Bu rantın nasıl, ne şekilde, kimler tarafından paylaşıldığını bilmiyoruz. Ama bize göre de insan topluluklar arasında eşitliği bozan en temel şeylerden birisi kamu kaynaklarıyla zenginleşme meselesidir. Bizim seçim meydanlarında bas bas bağırdığımız gibi asıl olan milletin, devletin kaynaklarıyla zenginleşmenin önüne geçmektir. Başka hiçbir şeye gerek yok. Bu bile tek başına bir hükümetin, bir siyasal iradenin, iktidarın bozulmasını tek başına sağlayacak bir hastalıktır.
‘Herkes oturduğu yeri tahkim ediyor, statüko dediğiniz şey de bu’
Siz referandumda ne oy kullanmıştınız?
Evet oyu kullandım.
Peki, sonucunda kurumların bir partinin tekeline girmesi sonrası bir sıkıntı yaşadınız mı? Yoksa normal mi karşıladınız?
Biz o zaman şunu söyledik. “12 Eylül’de evet, 13 Eylül’de hayır” diyeceğiz, “yeni anayasa istiyoruz” dedik. Ve ısrarla bu eleştirilerimizi o gün de söyledik. Kurumları ele geçirmek, kurumlara “bizim adamları” atamak anlayışı sistemi değiştirmek değildir. AK Parti’ye millet on senedir sistemi değiştirip, milletin egemenliğinin önünü açsın diye oy veriyor. Hep bu yöndeki eleştirilerimizi gündeme getirdik. Ama o gün evet, olumlu bir adımdı. Çok büyük bir mesafe değil, çok devasa bir adım değildi, olumlu bir adımdı. En azından eski sistemin o vesayetçi yapısından biraz daha ileri bir adımdı. Bu adımın atılması gerekiyordu, ama ne yazık ki devamı gelmedi. 12 Eylül 2010 üzerinden bu kadar bir uzun süre geçmiş olmasına rağmen ne yazık ki hiç kayda değer, sistemi değiştirmeye dönük kayda değer bir adım atılmadı.
Ama yeni bir statüko kurulduğu görülüyor?
İşin doğası zaten oraya gider. Yani siz, eski statükoyu değiştirmediğiniz sürece… Örnek vereyim, Yüksek Askeri Şura’da Sayın Başbakan, Yüksek Askeri Şura’nın başında oturuyor. Çok güzel bir görüntü… Milli Güvenlik Kurulu’nda Sayın Cumhurbaşkanı oturuyor, asker, sivil karışık oturuyor. Bu da güzel bir görüntü… Ama kimin nerede oturduğu değil, kimin nerede durduğu önemlidir. Aman, bu görüntü ne güzel artık sistemle ilgili milletin problemi kalmamıştır dersek büyük bir yanılgı içerisine düşeriz. Ve bu sefer, herkes oturduğu yeri tahkim etmeye başlar ki statüko dediğiniz şey de budur.