Kültür-Sanat

25 yıl önce yarım kalan proje, 97 sanatçıdan 114 eserle hayata döndü: Hakiki eleştiri, yaratıcı düşüncenin önünü açacak bir diyaloğa dönüşür...

Sezer Tansuğ'un yarım kalan projesi, Art On İstanbul'da sanatseverlerle buluşuyor

15 Aralık 2018 03:07

Sakine Korkmaz

Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Sezer Tansuğ, 1993’te 66 Kare adlı bir sergi ve kitap projesi gerçekleştirir. Her bir sanatçıdan  geleneksel kültürümüzdeki Kâbusnâme, Hüsn-ü Hat, Nedîm Divanı, Bâbürnâme gibi metinlerden yola çıkan 20x20 cm ölçüsünde işler ister. 43 sanatçıdan gelen 66 Kare, önce Tansuğ’un TÜYAP’taki standında, ardından Aslıhan Pasajı’ndaki galerisi Beyoğlu Sanat’ta sergilenir. Sonrasında eserler, yayımlanacak kitabın karşılığı olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağışlanır ve Atatürk Kitaplığı Koleksiyonu’na devredilir.

Tansuğ, aynı yıl projenin devamını “Çağdaşlara Saygı Dizisi” başlığı altında gerçekleştirmek ister. Listesindeki sanatçılara bu kez “metin” vermez; Cumhuriyet tarihinden farklı sanatçıların “adını” verir ve 40x40 cm boyutunda eserler ister. 100’e yakın sanatçının bir kısmı eserlerini teslim eder. Sergi, Pera Sanat Merkezi’nde kitapsız ve sessiz sedasız açılır. Fakat Tansuğ’un sergiyle birlikte beklediği eleştirel ortam oluşmaz. Halbuki “Sanat Tarihi ve Eleştirisinde 40. Yıl Etkinliği” başlığıyla tasarladığı sempozyumla birlikte “sanat eleştirisi”nde bir canlanma yaratmak istemektedir Tansuğ.

Art On İstanbul, Sezer Tansuğ’un yarım kalan projesine 25 yıl sonra kendi ifadeleriyle “sahip çıkan” bir sergi açtı.  29 Aralık’a kadar görülebilecek olan sergiyi, küratörü Gökşen Buğra ile konuştuk.

Bu sergiyi gerçekleştirmekle neyi amaçladınız?

Her şeyden önce, sanat eleştirisinin yokluğunun çok sık dile getirildiği bir dönemde, Sezer Tansuğ eleştirisinin önemini “hatırlatmak” istedik. Serginin fikri, Sezer Tansuğ’a aitti. Kültür tarihimizde mimari, müzik, edebiyat, görsel sanatlar, tarih ve bilim alanlarında değerli katkıları olan isimlere saygı niteliğinde, sanatçılara 40x40 cm bir eser sipariş etmişti. Bu sergiyle biz de aralarında Sedad Hakkı Eldem, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Arf, İsmail Hakkı Tonguç, İlhan Mimaroğlu gibi isimlerin de olduğu, bu değerli zincirin halkalarını “hatırlamış ve hatırlatmış” olduk. 97 sanatçıdan 114 eserin izleyiciye sunulduğu sergiye eşlik eden bir de kitap yayınladık. Galerinin, ticari bir kazanç alanından ziyade değer üreten, sanat tarihine kalıcı katkıları olan, yayın yapan bir enstitü gibi çalışmasını arzu ediyoruz. Bu doğrultuda Sezer Tansuğ’un mirasına sahip çıkmakla, aslında sanat tarihiyle ilişki kurmanın, tarihsel perspektifle meselelere bakmanın bizim önceliğimiz olduğunu belirttik.

Bu projeye başlarken çok eleştirileceğinizin farkında mıydınız?

(Gülüyor) Biz, projeyi konuşmaya başladığımızda, sanat çevresinden söz ettiğimiz insanlar, “çok riskli değil mi, sizi topun ağzına koyabilirler” gibi sözlerle kaygılarını belirtmişti. Sezer Tansuğ’un Sarkis’le yaşadığı polemik bir cephede, bizim küratöryal olarak yeni isimleri sergi listesine ekleyecek olma sorumluluğumuz bir cephede... Biz, bunların ötesinde başka bir cephe açmanın gayreti içindeydik: Eleştirinin niteliğini hatırlama ve zengin bir soyutlama çeşitliliği sunma cephesi. Nihayetinde yapacağımız serginin ve kitabın bu kaygıları bertaraf edeceğinden emindik. Söz konusu olaylar üzerinden taraf tutmayı seçmedik. Sergi kapsamında ele alınan çok değerli insanları hatırladık; kitap üzerinden durduğumuz yeri ve baktığımız yeri işaret ettik; konuşmalarla bu “hatırlama” eylemini destekledik.

Yoksul dil ve üsluplarla eleştirildik de... Keşke yetkin bir dil ve üslupla eleştirilseydik; bunun tadını çıkarabilseydik, polemik değil yaratıcı düşüncenin önünü açacak bir diyaloğa dönüşseydi... Hakiki eleştiri, bunu başarır. Neticede sergiden çıkarılabilecek onca önemli tespit, eser sahiplerinin soyutlama biçimlerine ilişkin zengin yorum olanakları varken yalnızca polemik atağına kapılmayı, manasız ve yersiz bulduk. 25 yıldır kimsenin sözünü etmediği bir projeyi yapmak üzere heyecanımızı, emeğimizi ve maddi kaynağımızı ayıran biz olduk. Ne bir müze ne bir enstitü, kâr amacı güden-gütmeyen herhangi bir kurum, bugüne kadar 66 Kare’den söz etmedi ya da yarım kalan projenin peşine düşmedi.

Sergiyi, Tansuğ’un listesindeki isimlerle yetinerek bugüne taşımayı düşündünüz mü?

Yalnızca Sezer Tansuğ’un listesiyle sınırlamayı düşünmedik hiç. Sezer Tansuğ anısına, 66 Kare’ye saygı amaçlı bir sergi yapmayı düşünürken başka temalar, formlar geçiyordu aklımdan. Bütün bu sorumluluktan azade olsun, daha yalın bir cümle kursun, istiyordum. 2003’te Ömer Faruk Şerifoğlu sayesinde ilk kez gördüğüm ve bugün Vakıf’tan ödünç alınan işlerden bazıları, hafızamda derin yer etmişti. Yalnızca Tansuğ’u ima eden değil, gerçekten o zamanın ruhuyla bugünü birleştiren bir sergi yapmayı daha anlamlı bulduk. Ömer Faruk’un da desteğiyle arşivde bulduğumuz notlar ve yayınlar, Sezer Bey’in isteğinin de bu yönde olduğunu gösterdi.

Sezer Tansuğ’un projesinin dışındaki isimleri seçerken kriteriniz neydi?

Demin söylediğim gibi serginin bir anı sergisi gibi yalnızca Vakıf’taki işlerle sergilenmesi fikri, bizim için 1993 ile bugünü bağlayacak bir kimyadan eksik kalıyordu. Ancak bir davet olacaksa da bunun, Sezer Tansuğ’un yaklaşımına yakın olması gerekirdi. Vakfın arşivinde gözden geçirdiğimiz, Tansuğ’un kendi çıkardığı Yeni Oluşumlar isimli dergide, “Çağdaşlara Saygı” olarak andığı bu dizi için genç sanatçılara bir açık çağrıda bulunması, serginin gelişip, büyüyen bir proje olmasına ilişkin beyanı, kararımızı destekledi. Nitekim Sezer Tansuğ’un yapmaya çalıştığı, 66 Kare’de de olduğu gibi sanatçılara bir ışık tutmak, kültürel mirasa sahip çıkan bir yol önermekti; bu öneriyi bugünün genç sanatçılarına da sunmak, onun fikrini sürdürmek anlamına geliyordu. Bugün sanat ortamında güncel üretimlerini sergileyen isimlerden yaklaşık 130 kişilik bir liste yaptık; bu listeyi hazırlarken de elimizden geldiğince kapsayıcı olmaya çalıştık. Elbette bu büyüklükte bir proje yaparken bazen en yakınınızdaki isimleri gözden kaçırabiliyorsunuz. Fakat bir yerde durmak zorundaydık çünkü galerinin fizik mekân olarak kapasitesi de sınırlıydı. Neticede, dört başı mamur diyemeyeceğimiz bir liste bu. Bir ilave denemesi. Bu sergi, ileride gelişir ve tema çeşitlenirse bu eksiklikleri telafi edebiliriz. Yahut bir başkası çıkar, daha iyisini yapar, alkışlarız.

“Gelenek” temalı serginin Cumhuriyet öncesini, “Çağdaşlar” temalı serginin Cumhuriyet’i imlediği gibi bir ayrımdan yola çıkarsak 66 Kare’nin 99 Kare’ye görsel olarak ters çevrilişi neyi imliyor? Birbirinin mefhum-u muhalifi gibi bir durum sözkonusu mu?

Sergi kitabında, Hilmi Yavuz, bu durumu bir ironik değerlendirme olarak okumanın, kültürel sürekliliğin kesintiye uğramasını imleyebileceğini belirtti. İtiraf etmeliyim ki, bu yorumdan çok memnun oldum. Memnuniyetim, böyle bir maksadımız olduğu şeklinde anlaşılmasın çünkü yoktu. Fakat “gelenek” ve “çağdaşlık” kavramlarını konuşurken, böyle bir görsel karşılaştırmanın karşıtlık üzerinden okunması, son derece anlaşılabilir. Bu tersine çevirmenin, çeşitli yorumlara açık olması, arzu edeceğimiz bir yorum zenginliğini getirdi.

Peki siz bu ters çevirmeyle ne anlatmak istediniz?

Biz, aradan geçen zamanı imleyen görsel bir hareket uygulamayı düşündük.

Sezer Tansuğ bir sanat eleştirmeni olarak “bize ait sanatın nasıl olması gerektiği” konusunda düşünmüş ve işler ortaya koymuş bir isim. 66 Kare’nin –“Tanzimat’tan bugüne” kalıbını kullanmayacağım, çünkü çok daha eski bir mesele- genelde medeniyetlerin etkileşimleri özelde “modernleşme” bağlamında Doğu’nun varoluşu ve devamı konusunda bize söyledikleri var. 99 Kare bu bağlamda yeni bir şey söylemeyi hedefledi mi yoksa senin de yazında belirttiğin gibi “hatırlama ve hatırlatma” ile meseleyi bugün yeniden düşünür olmakla mı yetindi?

99 Kare, bu bağlamda Sezer Tansuğ’un tezini yeniden düşünmekle yetindi. Ancak bir açık yapıt gibi ilişkilendirilmeyi bekleyen 114 eser, bu meseleye dair görsel bir dil aracılığıyla epey bir şey söylüyor. Her şeyden önce “Sezer Tansuğ, neden bu iki projeyi yapmayı seçti” sorusunu sormak, önemli. Bu doğrultuda kapitalizmin dayattığı ortak dünya medeniyeti anlayışının insanlığı köşeye sıkıştırdığı bir zamanda Tansuğ’un tezini nereye koyabiliriz, nasıl yorumlayabiliriz... Bunları hatırlamak, bu soruları yeniden sormak, heyecan verici...

Sergi kapsamında “Çağın Tanığı Olmak” başlığıyla seminerler devam ettiriyorsunuz? Bana bu da Sezer Tansuğ’a yakışır bir hareket geliyor. İşin teorik kısmına verilen ağırlık... Devam edecek mi bu seminerler?

Sezer Tansuğ, 1992’de Tarık Zafer Tunaya’da “Eleştiride 40 Yıl” isimli bir sempozyum programı yapıyor. 99 Kare’de gösterdiğimiz işleri de sempozyuma paralel açacağı sergide göstermek üzere izinleri dahi alıyor. Ama bilemiyoruz neden, sergi yapılamıyor. Bu vesileyle baktığımız belgelerde onun konuşmalar için tuttuğu notları, göz ardı etmediği konuşmacıları ve konuları inceledik. Hatırlama ve hatırlatma eylemini, işlerin yanı sıra bir de çağın tanığı olanlardan dinlemek, müthiş bir zenginlik kattı projeye.

93’ten kalan resimlerle bugün eklediklerinize bakarak bu 25 yılda Türk resminde nasıl bir gidişat görüyorsun? Bunu istersen daraltıp “Tansuğ eleştirisi” üzerinden konuşalım. Bizans- Osmanlı mirasını çağdaş formlarla dönüştürebilmek bağlamında ne görüyoruz bu 25 yılda?

Birinci soru, hakikaten çok önemli. Bence en hayati noktalardan biri, Türk resminde malzemeye erişimin ve malzemeyi dönüştürmek bakımından teknik donanımın son 25 yılda büyük ölçüde sınıf atlamasıdır. 93’te kaç galeri vardı; koleksiyon kurmak ne kadar önemliydi; tuval, boya, vernik gibi malzemeler hangi çeşitlilikte bulunabiliyordu ve sanatçı bu malzemelere ne kadar hakimdi? Bugün bu koşulların fevkalade iyileştiğini ve sanatçıların dünyayla aynı koşullarda ve olanaklarla iş ürettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sorunun ikinci bölümüne gelince, Bizans-Osmanlı mirasını dönüştürmek, yerel olanı bir zenginlik, bir kök, kaynak olarak görebilmek, zannediyorum malzeme/teknik/konu olmaktan ziyade bir aidiyet problemi olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada genel bir yorum yapmanın mümkün olmayacağını ve bu aidiyet meselesinin çok nadir olarak problematize edildiğini söyleyebilirim.

Sezer Tansuğ sanat çevrelerinde dışlanıyor mu sence?

Sanat çevreleri, ülkeyi, Tanpınar’ın  deyişiyle kendi gerçekliği içinden okumaya başladığı zaman sis kalkıp daha net bir algıya kavuşabilir. Evet, dışlanıyor; göz ardı ediliyor. Bu da yeni bir şey değil; bir cephelenme oluştuktan sonra eski tesirini kaybediyor. Ancak şunu anlamakta güçlük çekiyorum; dergiler, sanat gazeteleri birbiri ardına eleştiri yokluğundan şikayet ediyor. Sezer Tansuğ’u okuyan, bilen bir yazar dahi yok. Bunu illa desteklesinler, fikrine tâbi olsunlar diye söylemiyorum. Ama şiiri, şiirden öğrenirsiniz. Eleştiri metni yazmak için iyi eleştiri metni okumanız, çözümleme yöntemini analiz etmeniz, oradan bir şeyler koparıp kendinize eklemeniz lazım. Şenlikname Düzeni bir yana yalnızca Topkapı Sarayı çözümlemesi, Yapısal Bütünlük yazıları dahi, Sezer Tansuğ’u Türkiye’nin en yetkin çözümlemelerini ve tezlerini  ortaya koyan eleştirmen yapmak için yeterlidir.

Art On İstanbul neden onu “sahiplenmeyi” düşündü?

Sohbetin başında da söylediğim gibi Türkiye’de bir galerinin yalnızca sergi yapması ve iyi işler sunması değil bir enstitü gibi fikir üretmesi, kendi işini yaparken o sektörün diğer birimlerini de abad etmesi zorunlu. Londra’da bir galerinin misyonunu böyle tanımlamayabiliriz ama İstanbul için böyle olduğuna yürekten inanıyorum. Sanat eseri sergilemekle, izleyiciye belirli bir donanım vermek eşzamanlı ilerlemeli. Nitelikli eleştiri, bir işi izlemeyi ve kavramayı entelektüel bir düzeye çıkarır. Biz de bu inançla, eleştiri geleneğinin en önemli temsilcisini hatırlayarak başlamak istedik.

Sergi katoloğunda  adı  seminerlere başlık da olan bir şiir var, Behçet Necatigil’den “Çağın Tanığı Olmak”. “Fırlat at uzağa / Döner gelir bumerang” diye başlıyor. Necatigil’in poetikasıyla Tansuğ eleştirisi bir yerde birleşiyor. Edebiyatla görsel sanatlar ilişkisine dair neler söyleyebilirsin?

Ben, eğitim olarak edebiyat kökenliyim. Sanatın üreticisi için dahi bir meslek olmadığını hayat olduğunu çok erken yaşlarda fark ettim. Herhangi bir iyi sanat yapıtı, şiir de olsa resim de müzik de her şeyden önce kendisini bir aşma aracı olarak içeriyor. Necatigil, şiir yazarken şiiri teorik olarak da inceleyen, yalnızca iyi şiir yazmak değil şiiri ve şiir geleneğini iyi kavramak isteyen bir örnek. Genetik hafızanın, kodlara işleyen bir geçmişin önemini anlamış bir şair. “Fırlat at uzağa / döner gelir” dediği yine çağdaşlıkla gelen inkara rağmen içerdiğimiz bilgi. Bu içkin bilgi, evlatlık bir çocuğun anne babasına olan merakına yakın bir şey... Doğadaki gibi her şey, evrilmeye açık olduğu kadar kaynağına dair bilgiyi de taşımayı ve aktarmayı sürdürür. Necatigil poetikasıyla Sezer Tansuğ’un tezi, geleneğin tanımlanması, tanınması ve o köklerden hareketle sanatın temellendirilmesi bakımından örtüşüyor. Edebiyat ve görsel sanatlar ilişkisinin son derece hayati bir besin alışverişi olduğunu düşünüyorum. Çok iyi örnekler var bu ilişkiyi açık izleyebildiğimiz... Bu sergi çerçevesinde de edebiyat okurlarının görsel sanatlardaki soyutlamayı izlemesi ve karşılaştırmasını keyifli ve zihin açıcı buluyorum.