İlk filmler taze yönetmenlerin sırtına çok büyük yük bindirir; tabiri caizse onları vezir de yapabilir, rezil de. Eğer kısa metraj çalışmalarıyla kendini kanıtlamış bir isimse söz konusu olan, bu yük daha da fazladır. Ama en nihayetinde ortaya iyi bir iş çıkmışsa, seyirci için takip edilecek yepyeni bir deha doğar küllerinden. Bu başarılı ilk filmler, yeni yönetmenler için pek çok kapıyı açar ve gelecek kariyerlerinde daha iddialı filmler yapmaları için bir vesile olur. Ne üzücü ki bazıları için ilk filmleri, aynı zamanda son filmleridir.
Burak Hazine'nin Radikal'deki haberine göre, 25 ünlü sinemacının başarılı ilk filmleri şöyle:
25. The Virgin Suicides (Sofia Coppola, 1999)
Jeffrey Eugenides imzalı aynı isimli romandan uyarlanan film, sinemayı yiyip bitirmiş bir ailenin genç üyesi Sofia Coppola’nın ilk yönetmenlik denemesiydi. Biri intihara kalkıştıktan sonra beş kız kardeşin hayatında yaşanan değişikliklerin anlatıldığı filmde ebeveynler daha kontrolcü davranmaya başladıkça kızlar da daha isyankâr yanıtlar vermeyi tercih ediyordu.
Coppola’nın bu ilk filminde, ruh hali değişken karakterler, şaşırtıcı müzikler ve göz alıcı görseller tarzını belli eden unsurları ilk kez gördük. Yönetmenin şöhreti 2003 tarihli Lost in Translation ile yükseldi, fakat ilk filminin aksine, içerikten ziyade stile odaklanmaya devam ederse bu şöhreti daha fazla koruyamayacak gibi gözüküyor.
24. Ratcatcher (Lynne Ramsay, 1999)
James adında bir çocuk, arkadaşının bir kanalda boğulduğunu seyreder. Sonrasında ise herhangi bir harekette bulunmadığı için doğan suçluluk duygusunun önünü kesmek için elinden geleni yapar fakat gün geçtikçe bazı gerçekler açığa çıkacaktır…
Her ne kadar çalışması zor bir yönetmen olarak tuhaf bir şöhreti olsa da, Lynne Ramsay’in bu ilk filmi, onun açık saçık ve gerçekçi karakterlerini, sosyoekonomik arka planlarından bağımsız şekilde inşa etme yeteneğini gösteriyor. We Need to Talk About Kevin ile ismini dünyanın dört bir köşesinde duyuran Ramsay’in Ratcatcher’ı kırsal yaşamı tek kelimeyle olağanüstü biçimde tasvir ediyor ve harikulade bir hikâye anlatıcılığına sahip.
23. Hunger (Steve McQueen, 2008)
Özgür İrlanda Ordusu’nun Michael Fassbender tarafından canlandırılan Bobby Sands önderliğindeki hapishane açlık grevini anlatan Hunger, politik adaletsizlikleri ve hapishane vahşetini deşen unutulmaz bir film. McQueen’in bu açık seçik stili, onu daha sonra Amerikan köleliği ve seks düşkünlüğü üzerine incelemeler yapmaya da itti. Sonraki iki filmiyle çok daha fazla ödül kazanmış olsa da eleştirmenler ve sinemaseverler, hala Hunger’ın, onun başyapıtı olduğu konusunda hemfikir durumda.
22. Sweetie (Jane Campion, 1989)
Seneler önce, Jane Campion adında bir kadın düşük bütçeli bir film yapmaya karar verir. Kafasında yarattığı Sweetie karakterini Gerard Lee ile paylaşır, 1987 Şubat’ında bu karakter üzerinden yazmaya başladıkları senaryo mayıs ayında son vuruşla birlikte hazır hale gelmiştir. Campion’ın kız kardeşine armağan ettiği filminin başrollerindeki kız kardeşleri Genevieve Lemon ve Karen Colston canlandırır. Film, Campion’ın daha sonra ismiyle özdeşleşecek kadın filmlerinden bir örnek ile absürt bir aile draması arasında gezinir…
21. Chocolat (Claire Denis, 1988)
Günümüzün en başarılı kadın yönetmenlerinden Claire Denis’i sinemaya katan Chocolat, France isimli bir kadının çocukluğu üzerine düşünüp hayallere dalmak için Kamerun’a yaptığı yolculuk sırasında annesi ile o dönemlerde hizmetkârları olan Afrikalı Protee arasında yaşananları hatırlamasını anlatıyor.
Başlarda Denis’in kendi çocukluğu üzerine yazılmış otobiyografik bir eser olarak ele alınan film, ilerledikçe daha az kişisel olmaya ve metaforik bir anlatımla güçlenmeye başlıyor. Yönetmenin en anlaşılabilir filmlerinden biri olmasına rağmen sonraki filmlerinde işlediği temalarla benzer özellikler barındıran Chocolat, ırkçı ve etnik problemleri ele alış bakımından önemli bir eser olarak kabul görüyor.
20. Being John Malkovich (Spike Jonze, 1999)
Tutkulu bir prodüksiyon olan “Being John Malkovich”, Spike Jonze’un ünlü aktörü alıp onun zihnine, uzaylıların, cinsel olarak baskılanmış kadınların ve yalnız bir kuklacının yaptığı yolculukları anlatan ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Charlie Kaufman’ın senaryosu ile Jonze’un eşi benzeri olmayan hayal gücünün birleşmesiyle ortaya çıkan Being John Malkovich, sürreal imgelerle absürt komediyi başarılı şekilde harmanlıyor.
19. Strike (Sergei Eisenstein, 1925)
Sovyet sinemasının efsanesi Eisenstein, Strike filmi ile bir fabrika grevini alıp kendi sinemasal teorilerini aydınlatmak ve izah etmek için metaforik bir konsepte dönüştürüyor. Yönetmenin pek çok filminde olduğu gibi Strike da sinema evreninin potansiyelini keşfetmeye yönelen üst klasman bir eser. Sonraları bir takım kültürel figürleri tasvir edişi itibariyle sansüre uğrasa da Eisenstein, sinefiller için üzerine okuması ve düşünülmesi bitmeyecek zengin çalışmalar bıraktı.
18. Blood Simple (Joel & Ethan Coen, 1984)
Zengin ve kıskanç bir adamın, karısı ve sevgilisini takip etmesi için bir ajan tutmasını anlatan Coen Kardeşler’in bu ilk filmi, neo-noir kavramının sinemadaki ilk örneklerinden birini teşkil ediyor. Karanlık mizah ile şiddeti bir araya getiren filmin absürtlüğü, Coen’lerin daha sonraki filmlerinde işleyecekleri temaları da besliyor. Böylelikle de sinemaseverler, uğruna pek çok şeyden feragat edebilecekleri yepyeni bir akımın evlatlarıyla tanışmış oluyor.
17. La pointe courte (Agnès Varda, 1955)
Deniz kenarındaki bir kasabada bir adam ve bir kadının, sona ermekte olan ilişkilerinin paramparça kalıntılarıyla meşgul olduğu bu film, ilişkinin spesifitesi ile kasabanın yerlilerine atılan evrensel bir bakışı arasında gidip gelen yapısıyla dikkat çekiyor. Faulkner’in çalışmalarından etkilenen Varda’nın bu ilk denemesi kurmaca karakterleri realistik bir yaklaşımla ele alıyor. Kendine özgü estetik süslemeleri olan bu stil, Varda’nın kurmaca evrenini ve pek başarılı belgesellerini fazlasıyla etkilemişti.
16. Reservoir Dogs (Quentin Tarantino, 1992)
Bir grup adamın büyük bir elmas mağazasını soymak için plan yapması ve planın sekteye uğramasıyla kanın gövdeyi götürmesini anlatan Rezervuar Köpekleri, Amerikan bağımsız sinemasının çehresini değiştiren ve yepyeni bir dehayı sinemaya katan önemli bir yapımdı. Şiddeti ve kan kırmızısını imzası olarak belleyen Tarantino, yalnızca iki sene sonra Altın Palmiyeli bir yönetmen olmadan önce kendine hayran bırakan filmografisinin ilk örneğini böylece vermişti.
15. Shadows (John Cassavetes, 1959)
Amerikan sinemasının en önemli bağımsızlarından olan Cassavetes’in Shadows’u, pek çok sinemacı tarafından bağımsız sinemanın dönüm noktası olarak kabul görür. Müziklerinden tutun doğaçlama repliklerine, geleneklerden uzak karakterleri ve konusuna kadar Cassavetes eşi benzeri bulunmayan bir bakış açısı yakalamış ve Amerikan sinemasında çok nadiren gördüğümüz bir patlamayı yaşatmıştı. Amerikan kültürünün güçlü bir betimlemesi olan Shadows, kendi kültürünün en azimli sinemacılarından birinin yeteneklerini sergilediği bir sanat harikası.
14. Night of the Living Dead (George Romero, 1968)
Kardeşinin bir mezarlıkta öldürüldüğüne tanık olan Barbra, yaşadığı bu derin acının ardından oradan terk edilmiş bir eve kapanır. Orada kendisi gibi bir şeylerden kaçmış altı insanın daha olduğunu fark eder. İlk zombi filmi olmasa da ilk zombi felaketi filmi olarak tüm zombi evreninin babası olarak değerlendirilebilecek Night of the Living Dead’de Romero, gerilim dolu bir atmosfer ve zamanla yarışan tuhaf karakterler yaratmayı başarmıştır. Bağımsız havası ve eşi benzeri olmayan yaratıklarıyla yeni bir zombi akımı başlatan film daha sonra defalarca işlenecek bir evrene de ön ayak olmuştur.
13. Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Mike Nichols, 1966)
Orta yaşlı bir karı kocanın ızdırap verici aşk – nefret oyunlarının içerisine yeni tanıştıkları genç bir çifti de çekmeleri ve alkolün de etkisiyle sabaha dek süren bir didişme, acı çektirme oyunu sonunda içlerindeki her şeyi ortaya dökmelerini anlatan Who’s Afraid of Virginia Woolf?, Nichols’ın patlama yaratan bir eserle sinema dünyasına girmesiyle sonuçlanmıştı. Üç Oscar ödülü de cabası.
12. Sex, Lies, and Videotape (Steven Soderbergh, 1989)
Başarılı yönetmen Steven Soderbergh, kariyerine cinsel tecrübelerini tartışan kadınları kayıt altına alan iktidarsız bir erkeği incelediği Sex, Lies and Videotape ile başlamıştı. Film, yalnızca dağıtıcısı olan Miramax’ı ulusal camiada odak noktası haline getirmekle kalmadı, aynı zamanda Soderbergh’in art house tekniklerini ticari oyuncularla nasıl ustalıkla harmanlayabildiğini da göstermiş oldu.
11. Ivan’s Childhood (Andrei Tarkovsky, 1962)
Birkaç başarılı kısa metraj denemeden sonra Tarkovski, Vladimir Bogomolov’ın Ivan isimli kısa hikâyesini Ivan’ın Çocukluğu adıyla beyazperdeye uyarlayarak ilk uzun metraj yönetmenlik denemesini gerçekleştirmişti. Rüya sekansları, zamanda ileri ve geri gitmeler ve savaşın ortasına düşen bir çocuk olan Ivan’ın yaşadıkları ile güçlü bir hikâye örgüsü kuran yönetmen, bu çalışmasıyla uluslararası camiada büyük övgüler kazandı -üstelik Tarkovski’nin kendisi bile kurgu hakkında eleştiriler getirmişti.
10. Les quatre cents coups (François Truffaut, 1959)
François Truffaut, dünyaya 400 Darbe’nin başkarakteri Antoine Doinel’ı tanıttığında sinemada bir devrim başlatmıştı. Film, Doinel’ın ebeveynlerini kızdıran, öğretmenini rahatsız eden isyankar doğasını ele alıyordu. Her ne kadar bir sene öncesinde Cannes’dan kovulmuş olsa da bu filmiyle festivalde en iyi yönetmen ödülünü kazanan Truffaut, sinemaseverlere de Fransız Yeni Dalgası’nın ne olduğunu göstermişti. Hiçbir zaman meslektaşı Godard kadar deneysel olmayan Truffaut, her daim sinema aşkını ve enerjisini yakalamayı başarmıştı.
9. L’Atalante (Jean Vigo, 1934)
Listenin en üzücü filmi L’Atalante zira bu eser, Jean Vigo’nun ilk ve ölmeden önceki son uzun metraj filmi. Jean ve Juliette isimli iki aşığın evlenip bir gemide sürdürdükleri yaşamın şiirsel bir portresini çizen Vigo, bu filminde sinema tarihinin en nefes kesici sahnelerinden bazılarını yakalamayı başarmıştı. Jean’ın, Juliette’in simasını suda gördüğü ünlü sahneyi kim unutabilir ki? Bu gibi görüntüler, sinemaseverleri içinden çıkılmaz bir soruyu sormaya da itiyordu: Acaba Vigo yaşamış olsaydı sinema sanatı bugün nasıl olurdu?
8. Badlands (Terrence Malick, 1973)
Çok uzun yıllar boyunca az ve öz filmler yaparak sinemaseverleri bir bakıma hüzne boğan Terrence Malick’in şiirsel kariyeri Sissy Spacek’in canlandırdığı Holly ve Martin Sheen’in hayat verdiği Kit isimli iki aşık karakterin odağındaki Badlands ile başladı. Malick evreninde eşsiz bir deney olan Badlands, banliyö yaşamının karanlık yönünü iki karakterin sıkılmasıyla birlikte neler yapabileceğini göstererek ifşa ediyor. Üstelik bunları yaparken The New World ve The Tree of Life filmlerinde olduğu gibi transandantal stile başvurmadan yapıyor.
7. Noz w wodzie (Roman Polanski, 1962)
Herkesin bir birey olarak Roman Polanski ve bir sanatçı olarak Roman Polanski şeklinde farklı, kendine özgü fikirleri vardır. Geçmişine dair kişisel bir takım sorunları olsa da, Polanski’nin yetenekli bir yönetmen olduğu konusu tartışmaya pek de açık değil. Kendisi, bu yeteneğini ilk filmi The Knife in the Water’da da konuşturmuştu. Film, evli bir çiftin teknelerine aldıkları genç bir otostopçu ile yaşadıkları gerilim dolu hikâyeyi ele alıyor. İlk filmi olmasına rağmen Polanski, paranoyak karakterlerle dolu psikolojik bir manzara yakalayabilmeyi başarıyor.
6. Pather Panchali (Satyajit Ray, 1955)
Satyajit Ray, bu ilk filmi ile sinema tarihinin en ilham verici ve ikonik Bengal filmlerinden birine imza atmıştır. Oldukça kısıtlı bir bütçeyle ve yapım aşamasında yaşadığı bazı sınırlamalarla yönetmen, Bengal’de yaşayan fakir bir çocuğun yürek sızlatan hikâyesini ele almıştır. Film, yalnızca Ray’i uluslararası sinema seyircisine tanıtmakla kalmamış, aynı zamanda eleştirmenlerden tam puan alan Apu Üçlemesi’nin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştur. Üçlemenin diğer iki filminde yönetmen, karakterinin yaşamının ileri evrelerini ele alır.
5. 12 Angry Men (Sidney Lumet, 1957)
Sidney Lumet’in ilk uzun-metraj denemesi olan film 1957, ABD yapımıdır. Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan esinlenerek uyarlanan 12 Angry Men, 1957 Amerikasını, karakterlerin psikolojik, sosyolojik ve dönemin toplumsal yapısını ele alarak ön yargıları kırmaya yönelik, insan hayatının önemini vurgulayıcı doktrinler sunar.
4. Eraserhead (David Lynch, 1977)
Blue Velvet (1986), Wild at Heart (1990) ve Mulholland Drive’ın (2001) evrenlerini yaratan kötü şöhretli yönetmen olmadan önce David Lynch, ilk yönetmenlik denemesini ortaya koymaya çalışan acemi bir sinemacıydı. Uzun süren bir sabır evresi ve Jack Fisk ile Sissy Spacek’in yardımları sonucu Lynch sonunda Eraserhead’i tamamlamıştı. Varlığını, canavarımsı çocuğunun sinir bozucu ağlamalarını, kız arkadaşıyla sona ermek üzere olan ilişkisini çözmeye çalışan bir adamın tuhaf ve sürreal portresini çizen yönetmen, bu ilk denemesi ile gece yarısı meraklılarının ilgisini çekmiş ve gelecek projeleri için de açık bir kapı bırakmıştı.
3. L’age d’or (Luis Buñuel, 1930)
1929 tarihli Un Chien Andalou isimli kısa çalışmasından sonra L’age d’dor (Altın Çağ)’ı yaratan Luis Buñuel, bu ilk uzun metraj denemesi ile cinsellik, fetişler ve genel düzenle adeta oyun oynayan tartışmacı bir filme imza atıyordu. Filmde Buñuel’in en provokatif imgelerini deneyimlemek mümkün. Başlarda seyirci tarafından düşmanca tepkiler alsa da, film zamanla sinemaseverler tarafından tekrar ve tekrar izlendikçe Bunuel filmografisinin en üst sıralarında kendine yer edindi.
2. Citizen Kane (Orson Welles, 1941)
Orson Welles’in ünlü Citizen Kane’inin ilk sırada yer almadığı bir film listesindeyiz. Zengin bir gazete patronunun ölümünü anlatan film, dünya sinema tarihi açısından ilham verici ve dönüm noktası olarak kabul edilebilecek bir eser. Citizen Kane’in hayranı olmasanız dahi Welles’in senarist, yönetmen ve oyuncu olarak sergilediği zengin yeteneklerini ayakta alkışlayabilirsiniz.
1. A bout de souffle (Jean-Luc Godard, 1960)
Sinemaseverler bazen “Serseri Aşıklar’dan öncesi ve Serseri Aşıklar’dan sonrası” diye ikiye ayrılırlar. Godard’ın 1960 tarihli bu çıkış filmi içerik ve stil itibariyle tam olarak da herkesin aradığı patlama noktasıydı. Amerikan kız arkadaşıyla saklanmaya çalışan bir gangsterin entrikalı ve merak uyandıran hikâyesini anlatan bu filmdeki deneysellik, Godard’ın 1960’ların sonlarına doğru politik sinemaya yönelmesine kadar devam edecekti.