T24 Haber Merkezi
1968: İsyan, Devrim, Özgürlük başlıklı derleme kitap Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıktı. Kitap Türkiye’de 68 hareketinin üç önemli ismi Nadire Mater, Fatmagül Berktay ve Masis Kürkçügil’in 68’i değerlendirdikleri bir yuvarlak masa toplantısının metni ile açılıyor. Kitapta yer alan 22 farklı bölümde sadece Türkiye’deki 68 gençlik ve öğrenci eylemleri değil, ABD, Batı Almanya ve Çekoslovakya gibi farklı bağlamlarda olan bitenler ele alınıyor.
Kitabın tanıtım etkinliği kapsamında 27 Eylül'de Eminönü’deki Tarih Vakfında panel düzenlendi. Kitabı derleyen Ömer Turan’ın moderatörlüğünde yapılan panelde kitapta yazılarıyla yer alan Bülent Somay yurt dışında olduğu için Skype bağlantısıyla katılırken, Esin Paça Cengiz, Cemil Boyraz ve Çimen Günay Erkol konuşmacı olarak yer aldı.
Kitabın öyküsü ve kitaptaki farklı bölümlerin dert edindiği sorular hakkında editörlüğü üstlenen Ömer Turan ve farklı bölümlerin yazarları şunları söylediler:
Ömer Turan (Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi)
1968’in 50. yılında Toplumsal Tarih için bir özel sayı hazırlamıştık. Derleme kitap o özel sayının genişletilmesi ile oluştu. Özel sayıyı tasarlarken de şunları düşünmüştük: 68’in en önemli özelliklerinden biri tek bir ülkeye bakılarak anlaşılamayacak olması. Ayşen Uysal buna “toplumsal hareketlerin uluslararası dolaşımı” diyor. Bir yerde ortaya atılan bir fikir, bir itiraz ya da eylem biçimi oldukça farklı bağlamdaki eylemcilere ilham veriyor. Bu nedenle ortaya çıkan kolektif kitap Türkiye’ye odaklanan katkıların yanı sıra, başka ülkelerdeki 68 hareketlerine dair ilginç fotoğraflar sunuyor. Okurlar bu derleme kitapta Türkiyeli 68’lilerin işçilerle dayanışmalarını görecekler. O dönemdeki fikir tartışmalarını ve best-seller kitapları görecekler. Ve elbette 68 içinde kadınların rolünü görecekler.
Ayşen Uysal (Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesiyken, Barış iBildirisi'ne imza attığı gerekçesiyle, KHK ile kamu görevinden çıkarıldı. “Mayıs 68 ve Toplumsal Hareketlerin Uluslararası Dolaşımı” başlıklı bölümle bu derleme kitaba katkı sundu.)
Türkiye’de toplumsal hareketler meselesi daha çok anılarla, politik yazılarla literatürde kendisine yer bulur. Bilimsel çalışmalara ise, başka ülkelerle karşılaştırıldığında nadiren konu olur. Ömer Turan’ın derlediği 1968 İsyan, Devrim, Özgürlük kitabı meseleyi çok boyutlu bir biçimde ve bilimsel araştırmalardan hareketle irdelediği için çok önemli bir katkı. 68 Hareketi denildiğinde her ne kadar akla ilk olarak Fransa ve Amerika, hatta daha özelde Paris sokakları ve Amerikan üniversitelerinin kampüsleri gelse de, hareket sadece bu ülkelerle sınırlı kalmadı, o ya da bu ölçüde dünyayı sardı ve sarstı. Almanya’dan Çin’e, Meksika’dan Türkiye’ye uzandı. Öyle ki, 68 Hareketi bu ülkelerin kendi bağlamları ve kültürleri çerçevesinde farklı biçimler aldı. O nedenle “68 Hareketi” yerine “68 Hareketlerinden” söz etmek bana daha doğru geliyor. Dolayısıyla kitaba yazdığım bölümde tartıştığım fikirlerden biri bu. Bir diğeri ise toplumsal hareketlerin kadim meselelerinden. Bir toplumsal hareketin çok sayıda farklı yerde, az çok eşzamanlı olarak ortaya çıkmasının nedeni nedir? İktidarların iddia ettiği gibi “birileri düğmeye mi basmaktadır?” Yoksa düşünce ve pratikler dolaşıma mı girmektedir? Ben yazımda düşünce ve pratiklerin hangi dolayımlarla ve nasıl dolaşıma girdiğini ele aldım. Bir coğrafyada ortaya çıkan düşünce ve eylem biçimlerinin nasıl transfer edildiğini, ihraç ve ithal edildiğini 68 örneğinden yola çıkarak tartıştım. Kitaba sunduğum katkının toplumsal hareketlere dair sıklıkla maruz kaldığımız komplocu yaklaşımlara bir yanıt niteliği taşımasını ve tartışmanın bilimsel zemine oturmasını amaçladım. Toplumsal hareketleri sloganlar ve komplo teorileri arasındaki sıkışmışlığından kurtararak, yani özgürleştirerek, bilimsel zeminde tartışmanın önemine inanıyorum.
Bülent Somay, (Çalışmalarına Berlin’de devam ediyor ve Off University kapsamında ders veriyor. Bu derleme kitap için “‘Burada Bir Şeyler Dönüyor’: Devrim Olarak Müzik” başlıklı bölümü kaleme aldı.)
Karşımızdaki ilk soru, 1968’in bir ‘Devrim’ olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı. Wallerstein, Hopkins ve Arrighi’ye göre, ‘Devrim’ olduğuna şüphe yok, üstelik 1848 devrimiyle birlikte iki gerçek dünya-tarihsel devrimden biri. Bu önermenin ikinci kısmıyla ilgili uzun uzun tartışabiliriz, abartılı bulabiliriz, ancak ilk kısmı oldukça net: 1968 bir devrimdir, çünkü dünya çapında birçok şeyi kalıcı bir biçimde değiştirmiştir. Üstelik bizim ‘Devrim’ tanımımızı, devrim hakkındaki kanaatlerimizi de değiştirmiştir. Devrimin verili bir politik birimde (bir ülkede) politik iktidarı (meclis binasını, sarayı, vs.) ele geçirmek anlamının ne kadar sınırlı olduğunu göstermiş, devrimin politika ve ekonomide olduğu kadar, bir toplumun kültürel, psikolojik ve düşünsel yapısında da radikal bir değişiklik anlamına geldiğini kanıtlamıştır. Devrimin ulus-devlet sınırlarının ötesinde, dünya-tarihsel bir moment olduğu hakikatini gözler önüne sermiştir.
1968 bütün bir kuşağın yaşam tarzında, inançlarında ve kültüründe radikal bir değişime yol açtı. Ardından gelen muhafazakâr dalga (1975-1990) ve onu izleyen otuz yıllık neoliberal dönem her ne kadar bu değişimi adım adım geriye çektiyse de, Pandora’nın Kutusunu kapatmayı başaramadı. Tek başarısı, 1968’i yaşamamış, anılarına bile sahip olmayan 1970’ler ve 1980’ler kuşaklarını bu yeni ‘Devrim’ anlayışından uzakta tutmak oldu. Son yıllardaki sağ popülist yükseliş ise, bu gerilemeyi perçinlemek yerine, 1968’in mirasını canlandıran yeni bir kuşağın ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu yeni kuşak, yeni bir feminist ve LGBTQ+ bilinç ve radikal bir çevreci anlayışla donanıyor. Üstelik kendilerinden bir önceki (1970’ler ve 1980’ler doğumlu) kuşakların sinik, karamsar ve yorgun tavrının üzerinden atlayıp, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn gibi, 1968’den kısmen de olsa bozulmadan kalmayı başaran radikal isimlerle dolaysız bir bağ kuruyor. Occupy Wall Street’ten Gezi’ye ve şu anda süren iklim grevlerine kadar uzanan bu yeni uyanış, önümüzdeki dönemde, giderek pervasızlaşan ve saldırganlaşan sağ popülizme ve gezegeni topyekûn yıkımla tehdit eden çevre krizine karşı tek (ve belki de son) şansımız olabilir.
Çimen Günay-Erkol (Özyeğin Üniversitesi öğretim üyesi, “Yarın Yarın: 1968’in Romanında Kadın Olmak” başlıklı bölümle kitaba katkıda bulundu.)
Bu kitapta, 1968'ten bize kalan mirası değerlendiriyoruz. Her geçen gün 1968'in kazanımlarından uzaklaştığımızı düşünenler olsa da, yitirdiklerimize değil elimizde kalanlara bakmak gerektiğini hatırlatmak istedik. Toplanma alanları alışveriş merkezi veya otoparka dönüştürüldüğü için, bugün İstanbul'da hissedilen deprem sonrası bir karmaşa yaşandı; insanlar nereye gideceklerini bilemediler. Bir grup insan Taksim'e Gezi Parkı'na gitmiş, parktan "bu alanı kışla yaptırmayanlara selam olsun" diye tweet attılar. Elimizde kalanlara, kazanımlara bakmak gerek derken kastettiğimiz tam da böyle bir şey: 1968'den geriye, çok can alıcı bazı refleksler miras kaldı ve bu refleksler bugünümüz için de kurtarıcı.
Benim bu kitaptaki yazım, Pınar Kür’ün Yarın Yarın (1976) adlı romanından hareketle, 1968’in Türkiye'deki özgürlük talebinin kadın cinselliği söz konusu olduğunda nasıl köşeye sıkıştığını değerlendiriyor. Bu romanda Kür'ün hem erkeklerin karar mekanizmalarında olduğu sol örgütlerin işleyişine hem de bu çerçevede kurulan erkeklik paktına açık/örtük destek veren kadınlara eleştirel bir yaklaşımı var. Romanın iki ana karakteri Selim ve Seyda üzerinden, Fransa'nın cinsel özgürlükleri de tartışma konusu edinen özgürlük hareketiyle, erkeklerin liderlik pozisyonlarına yerleştikleri Türkiye'deki özgürlük hareketi yan yana getiriliyor. Kür, kadınların onları tabi kılan sisteme verdikleri onayı da görünür kılıyor. Böylece 68’in kitlesel mücadelesinde merkezi olan bir varsayımın, aydınlatılıp ikna edilen kalabalıkların mücadeleye topyekûn destek vereceği varsayımının tekrar tekrar sorgulanması gerektiğini hatırlatıyor ve bence Türkiye 68'inin yıkıcı bir eleştirisini yapıyor. Kadın cinselliğinin hak ve özgürlükler temelinde ele alınışı, Türkiye'de 80 sonrası filizlendiğini konuştuğumuz feminizmin temel meselelerinden biri, dolayısıyla 68 üzerin çalışmak, aslında bu konudaki öncül ilgiyi daha erken tarihlerde bulabileceğimizi gösteriyor.
Cemil Boyraz (Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi. Bu derleme kitap için “Türkiye’de 1968 ve Eğitime Dair Talepler” başlıklı bölümü kaleme aldı.)
Türkiye’de 1960’ların ortalarından itibaren giderek hızlanan siyasallaşma dinamiklerinin önemli merkezlerinden birinin üniversiteler olması şaşırtıcı değil; keza sayıları hızla artan üniversite gençliğini etkileyen sorunlar çok yönlüydü. 1968’e dair bu derlemede yapmaya çalıştığım şey söz konusu siyasallaşma sürecinin en önemli parçası olan üniversite gençliğinin en önemli talepleri arasında yer alan eğitim süreçlerine odaklanmaktı.
Türkiye’deki 1968 değerlendirilirken çoğu zaman dünyadaki 1968 hareketi ile farklılıklar öne çıkarılır. Öte yandan 1968’in önemli merkezlerinden biri olan Avrupa’ya baktığımızda da, Türkiye ile ortak yönlerini en çok eğitime dair taleplerde görmek mümkün. Buradaki öğrenci protestolarında da Türkiye’dekine benzer şekilde üniversitelerin geleneksel muhafazakâr ve otoriter görünümün değişmesi gibi niteliksel ve aynı zamanda da fiziki ve insan kaynağı imkânlarının geliştirilmesine yönelik niceliksel talepler dile getiriliyor.
Türkiye 1968’inde eğitime dair talepler esas itibariyle çok kapsamlı bir listeden oluşuyor. Başlıklandırmak gerekirse, yönetmeliklerle ilgili sorunlar, sosyo-ekonomik sorunlar ve yükseköğretim politikasına dair sorunlar çerçevesinde tartışmaların yoğunlaştığı gözlemlenebilir. Okurlar söz konusu taleplerin çeşitliliğini ve derinliğini bu derleme kitapta görebilirler. Burada belirtilmesi gereken şey, üniversite gençliğini oluşturan farklı bileşenlerin aktif ve katılımcı tartışma mekanizmaları kurmasının rolünün büyük olduğu. Boykot komiteleri, işgal konseyleri ve öğrenci forumları bu bağlamda öne çıkıyor. Bu süreçte ortaya çıkan ve daha sonra derinleşecek sağ-sol kutuplaşmasını önceleyen “Sağ sol yok, boykot var!” sloganı ise, başlangıç aşamasında üniversite gençliğinin farklı bileşenlerinin genel sorunlara dair ortak hareket etme iradesini göstermesi açısından önemli. Türkiye’de özellikle son 20 yılda hızlı bir üniversiteleşme olgusundan bahsetmek mümkün olsa da, 50 yıldan fazla bir süre öncesinde dile getirilen pratik ve sisteme ilişkin sorunların halen güncelliğini koruduğunu da maalesef söylemek gerek.
Deniz Cenk Demir (University of Akron’da doktora çalışmalarına devam ediyor. Bu derleme kitap için “68 Rüzgarında Türkiyeli Kürtler” başlıklı bölümü kaleme aldı.)
1960’lar Kürtler için birçok şeyin hızlı bir biçimde değiştiği bir dönem oluyor. Aslında uzun 60’lı yılları Kürtler açısından 1959’daki ünlü 49’lar Operasyonu ile başlatıp 1974’te Ecevit Affı ile noktalanan dönem ile birlikte okumak daha sağlıklı olur. Kürtler, 60’lı yıllarda hem TİP ile beraber siyasal zeminde ağırlıklarını hissettirirken, 60’lı yılların başlarında yaptıkları yayınlar ve özellikle Mehdi Zana özelinde Silvan’da yaşanan gelişmelerle 68’e giderken, dönemin önemli siyasal ve sosyal bir hareketi olarak belireceklerinin sinyallerini önceden veriyorlar. 1963’te devletin bir operasyonla 23 Kürt entelektüel ve aktivistini tutuklaması da bu ivmeyi kırmaya yetmiyor. O dönem zoraki olarak Doğuculuk olarak isimlendirilen ve hatta bölgecilik yapmakla suçlanan Kürt aktivistleri radikalleşerek 1968 sürecinde adeta üzerlerindeki zincirleri kırıyor diyebiliriz. Hem Doğu Mitingleri ile alanlarda, hem de parlamentoda olan bir siyasal parti olarak TİP’e ünlü 4. Kongresinde varlıklarını resmi olarak kabul ettirdiklerini düşünürsek bunu daha iyi görürüz. Sadece bu da değil, Sait Kırmızıtoprak ve T-KDP üzerinden silahlı mücadele meselesinin ve Kürdistan’ın sömürge olduğu tezinin erken Cumhuriyet dönemi isyan ve katliamlarından sonra ilk kez tekrar gündeme geldiğini görüyoruz. Türkiye siyasal sahnesine etkili bir aktör olarak dönüş yapan Kürtleri, 68 ve 69 dönemecinde salt Devrimci Doğu Kültür Ocakları gibi kendi örgütlenmeleri ile değil aynı zamanda 1968’deki ünlü İstanbul Üniversitesi işgalini hem ayakta tutan, hem de bir sosyal isyana çeviren grup olarak da gözlemliyoruz. Dahası Gezmiş, Çayan ve Kaypakkaya’nın örgütsel yapılarında yer alan, onların ve örgütlerinin Türkiye’ye ve Kürdistan’a dair tahlillerini ciddi anlamda etkileyenlerin 68’in bu Kürt aktivistleri olduklarını görüyoruz. 1970’lerin sonunda PKK ile kristalleşecek mücadelenin bu süreçte temellendiğini de unutmamak lazım. Kitap için yazdığım bölümde tüm bunlara değinerek, döneme ciddi anlamda damgasını vuran grubun Kürtler olduğunu, 68’i adeta bir isyana dönüştürdüklerini; ama Türkiye 68 sürecinin tarih yazımı anlamında hakkı en çok yenilmiş grup olduğunu söylüyorum.
Esin Paça Cengiz (Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi. “1968 ve Radikal Sinema: Avrupa merkezci Bir Bakışın Ötesine Geçmek” başlıklı bölümle derleme kitaba katkıda bulundu.)
Benim yazdığım bölüm 1968’in dünya sineması üzerindeki etkilerine odaklanıyor. 1968’in sinemayla olan ilişkisini yalnızca Avrupa sinemalarına bakarak yazan metinlere eleştiri getiren bir bölüm bu. Esas olarak 1968 ve sinema ilişkisinin Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika ve Asya sinemalarına ve sinemacılar arasında kıtalararası işbirliklerine bakılarak yeniden değerlendirilmesi gerektiğini öne sürüyorum. Yazı bu bağlamda öncelikle 68 ruhunun Batı Avrupa sinemalarındaki yansımalarına, toplumsal ve siyasal olaylarla doğrudan angaje olan filmler üretmek için sinemacılar arasında yapılan tartışmalar, üretim-tüketim-gösterim yapısında gidilmesi öngörülen değişikler ve sinema dilinin geçirdiği dönüşüm üzerinden bakıyor. Sonrasındaysa, Filistin, Senegal, Küba, Brezilya, Arjantin, Vietnam gibi pek çok farklı ülke sinemasından örnekler vererek angaje sinemanın Avrupa’da karşılığını bulunmasına ve farklı kıtalardaki sinemacıların birlikte üretim yapmasına ön ayak olan hareketin, üçüncü dünya ülkelerinde 60’ların başında ortaya çıkan devrimci ve yenilikçi sinema pratikleri olduğunu ileri sürüyor.