Zuhal Şeker

22 Kasım 2020

Starların yönetmen oğlu Hira Tekindor: Sahne arkasının sessiz insanı!

Hira'ya merak ettiğim konuları tek tek sordum. Gelin hep birlikte dinleyelim bakalım bize neler anlatacak…

Arzu Tramvayı'nı bundan birkaç yıl önce izledim. Oyunun yönetmeni Hira Tekindor'du. Sonra Hira ile birkaç kez bir araya gelip sohbet etme imkanım oldu. Hep merak ettiğim bir kişiliği vardı ama uzun uzun konuşma fırsatı bulamamıştık. Fırsat yaratıp konuşmaya başlayınca daha da etkilendim.


Blanche & Mitch - Arzu Tramvayı

Hayranı olduğum iki sanatçının, Zerrin ve Çetin Tekindor'un oğlu olan Hira, hayatının erken yıllarında ne istediğini iyi planlamış. Attığı her adım da o yönde. 30 yaşında olmasına rağmen yaşının ötesinde bir olgunluğu var. Çok konuşkan olduğunu söyleyemem ama konuştuğunda da boş konuşmayan birisi.

Zaman zaman içindeki küçük çocuğu çıkarır Hira. O hali de pek tatlı oluyor.

Hira'ya merak ettiğim konuları tek tek sordum. Gelin hep birlikte dinleyelim bakalım bize neler anlatacak…

 

Ankara'da geçti çocukluğum. 3 yaşında gitmeye başladığım Charles de Gaulle'ün anaokulunun büyük bahçesi geliyor aklıma. Böcek toplardık, yaprak toplardık. Okuma bilmediğimiz için resimden defterlerimizi bulabilelim diye, herkese bir hayvan seçtirmişlerdi; ben hipopotam seçmiştim. Annem de "seçe seçe bunu mu seçtin" demişti gülerek.

Top ve balona çok meraklıymışım. Evde sayamadığımız kadar top vardı, irili ufaklı. Oyuncakçıdan sadece top aldırırmışım. Her baloncudan balon aldırıyormuşum, balona da "bodo" diyormuşum bu arada. Sonra da balonu "hadi 'aydede'ye gönderelim" diyerek bırakıyormuşum elimden. Balon uçup gidince de arkasından ağlıyormuşum, "bodo... bodo..." diye.

Dediğin gibi; annemle babam çoğu zaman ya provada ya da oyunda oldukları için, benimle evde olan kişi anneannemdi. Çok eğlenirdik. Sürekli kendi uydurduğu masalları anlatırdı. Babam ya da annem gelince de, anneannem evine dönerdi.

Galatasaray'ın kalecisi olmak istiyordum çocukken. En büyük hayalim buydu.

Ben 6-7 yaşlarındayken galiba, babam Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Nâzım Hikmet'in Kuvay-ı Milliye oyununda oynuyordu. Dekorunda devasa bir ay vardı arkada. O ayın daha ziyade benim odamda durmasını uygun gördüm. Bunun üzerine de oyunun yönetmeni Ergin Orbey'e mektup yazıp, o ayı bana göndermesini rica ettim. Oyun bittiğinde de ayı gerçekten bana vermişlerdi.

Bir de 1997'de annemle babam David Hare'in yazdığı Göğe Açılan Pencere (Skylight) oyununda oynuyorlardı. Kaç kere seyrettim hatırlamıyorum. Oyunun finalinde de çok zengin bir kahvaltı sahnesi vardır. Yemeye başlarlar, perde kapanır. Seyirciler çıkarken ben hemen sahnenin arkasına geçer, masada ne varsa yerdim.

Misafirlerle dolup taşan, kıyamet kopan bir ev değildi bizimki. Çok sakin bir evdi. Annemle babamın arkadaşları, Ankara'daki tiyatroculardı. Mesela doğum günlerime Ayten Gökçer gelirdi ama ben onu Ayten diye biliyordum çocukken. Şimdi anlıyorum ne kadar şanslıymışım. Benim arkadaşım, akrabam gibi gelirdi bütün o yönetmenler, yazarlar, oyuncular…

Hiçbirimiz ailelerimizin mesleklerini merak etmiyorduk zaten. Kimse bana annem babam hakkında bir şey sormazdı. Ben de onlara sormazdım. Dolayısıyla birbirimizden bir farkımız yoktu.

Hiç rahatsız olmuyorum, hatta istediklerinde ben çekiyorum fotoğrafları.

8-9 yaşlarında tatil için gittiğimiz Cannes'da, tesadüfen tam o sırada Cannes Film Festivali vardı. O afişler, kırmızı halı, merdivenler… Oradan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Türkiye'ye dönünce de babamdan bana kamera almasını rica ettim. Sürekli evde kısa filmler çekerdim. Hatta kamerayı streç filme sarıp, küveti suyla doldurup, su altı çekimleri bile yapmışlığım vardır. Annem kafayı yemişti görünce. 

Kent Üniversitesi'nin benim okuduğum "Film Studies" bölümü çok iyi. Ayrıca Canterbury masal kasabası gibidir. Orada 3 yıl geçirmek çok güzeldi.


Canterbury

Okulun sinema salonunda her hafta filmler izleyip, o filmleri tartışıp hakkında yazılar yazdığımız derslerimiz olurdu. Amerikan sineması, İngiliz sineması, ses kullanımı, Hitchcock bu planda neden kırmızıyı kullanmışa kadar, her şeyi tartışırdık. Çok eğlenceliydi. Ayrıca Canterbury'de olmak müthişti. Hayat boyu yaşanabilecek bir şehir. Doğası, havası, genişliği, insanları harikadır. Dolayısıyla şahane bir 3 yıl geçirdim orada.

Yetenek başlangıçta önemli ama eğitimle beslersin bunu. Eğitim dönemi, seçtiğiniz bölümle ilgili en yoğun olduğunuz dönemdir. Bunu iyi kullanan da vardır, tam kullanmayan sonradan idrak eden de. Her sanatçı yolunu kendini buluyor sonunda. Kötü bir öğretmenden de eğitim alıp çıkabilirsin, ya da çok iyi bir öğretmenin de olabilir, ama bu bir yere kadardır. Sanatçının kendi çabası, kendi tahliline kalmış bir şey.

Annem, babamla mukayese edilmek hoşuma gitmezdi tabii ama oyunculuğu seçmememin nedeni bu değil. Başta da söylediğim gibi; o işin yapılma hali, hazırlık süreci, prova dönemi, bir fikri üretip, bütünleştirmek bana daha çekici geldi hep. Oyunculardan farklı olarak, bir fikri nasıl anlatacağına karar verip; müzik, dekor, kostüm, ışık gibi unsurları da bir araya getirip, o fikri harekete geçirmek daha heyecanlı benim için.

Ben 2005'te İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Berkun Oya'nın yazıp yönettiği Yangın Duası oyununu seyrettiğimden beri Berkun Oya hayranıyım. 6 kere seyretmiştim o oyunu. Ülkü Duru, Ali Atay ve Berkun Oya çok iyi oynuyorlardı. Mükemmel bir metin, şahane bir rejiydi. O zamandan beri de, her yaptığını takip ederim.

Bir Başkadır, Netflix'in en iyi Türk dizisi olabilir ama ben Berkun Oya'nın tiyatro için yazdığı Bayrak'ı, Güzel Şeyler Bizim Tarafta'yı, Yangın Duası'nı ayrı tutarım.

O kadar iyi yönetmenler ve o kadar iyi oyuncular var ki. Saymakla bitmez.

Duygusu yüksek, enteresan fikirleri olan oyuncu, iyi oyuncudur bana göre. Bilindik şeyi yapmayıp, özel buluşları olan, diğerlerinden farklı olmak için çabalayan ama bu çabayı gözümüze sokmayıp kendiliğinden oluyormuş gibi yapabilen.

İngiliz tiyatrocular çok disiplinliler her şeyden önce. Burada bir oyun başladığında haftada 8 kez oynuyorlar, en az 3 ay boyunca aralıksız. Hiç aksatmadan aynı disiplinle yapabiliyorlar bunu. Hepsi de sporcu gibi, fiziklerine inanılmaz önem gösteriyorlar. Maalesef bizim ülkemizde, belli bir yaştan sonra herkes salıyor kendini…

Vazgeçmesini öneririm. Ama bu da çok zor bir şey çünkü yeteneksiz olan kendini yetenekli sanabiliyor bazen. Tıpkı kulağı olmayanın melodiyi doğru söylediğini sanması gibi. İnanılmaz da hırslı olabiliyorlar.

Oyuncu ve seyirci işi beraber götürüyorlar tiyatro salonunda. Büyü oradadır. Online oyunlar, pandemi sürecinde tiyatro özlemini biraz gidermiş olabilir bazıları için ama benim için tiyatro salonunda cereyan eden o şahane işle kıyaslanamaz. Umarım en kısa zamanda eskisi gibi dolu salonlarda oyun seyredebiliriz. Çünkü gerçekten tiyatroya gitmek ritüel gibi bir şey benim için. Hayat bu kadar karmaşık ve hızlıyken önceden biletini alıp, o salona girip, 2 saat oyun seyretmek ciddi bir çaba gerektiriyor. Çaba gerektiren şeylerin de, tadı daha farklıdır. 

Londra her bakımdan çok zengin ve yaşaması çok kolay bir şehir. Kültürüyle, doğasıyla, medeniyetiyle birçok yerden çok farklı. 17 yaşımdan beri burada yaşıyorum, çok seviyorum burada yaşamayı. Çok da "ben şuralıyım buralıyım" olma halini pek sevmem aslında. Dünyada başka şehirlerde de yaşamak isterim ilerde.

Müzikal çok severim. Londra'ya geleceklere Hamilton'ı, & Juliet'i, Everybody's Talking About Jamie'yi tavsiye edebilirim.

Marttan bu yana üç tane yeni oyun çevirdim. Tiyatrolar eski haline döndüğüne umarım sahnelenmeye başlayacaklar. Çok güzel metinler hepsi. Murat Mahmutyazıcıoğlu'nun yazdığı yeni oyun Toz'un provalarına başlamıştık ama pandemi sebebiyle yarım kaldı. Her şey normale döndüğünde provaları bitirip, sahnelemeye başlayacağız oyunu. Covid döneminde de evde sürekli dondurma yedim, film izledim, Fifa oynadım. Pek yaratıcı bir süreç olduğu söylenemez.

Megan's en sevdiğim yer. Kahvaltısı çok iyi. Evime de çok yakın. Kings's Road'daki Chicama ve Medlar da sevdiğim restoranlar. Arka sokağımdaki Chelsea Ram adlı pub da sürekli gittiğim bir yer. 

Edward Albee - Kim Korkar Hain Kurttan (Who's Afraid of Virginia Woolf?)

Shakespeare - Fırtına (The Tempest)

Tennessee Williams - Arzu Tramvayı (A Streetcar Named Desire)

Tony Kushner - Angels in America

Jez Buttrworth - Jerusalem

Coco (2017)

Rear Window (1954)

Hable con Ella (2002)

Possession (1981)

Mysterious Skin (2004)

The Crown

Normal People

Succession

Pose

BoJack Horseman

Londra'da en çok Chelsea'yi seviyorum. Binalar çok yüksek olmadığı için her saniye gökyüzünü görebiliyorsun. Sokaklarında yürümesi çok zevkli, aradığın her şeyi çok kolay bulabiliyorsun. Sinema salonları, çiçekçisi, kafeleri... hepsi tablo gibi. Çok park var, köpeğimle saatlerce dışarda kalabiliyoruz güzel havalarda. Thames nehrine de çok yakın. Nehrin kenarında yürüyüş yapmak çok eğlenceli. Cumartesi günleri Duke of York's Square'e yemek marketi kuruluyor. Her Cumartesi gidiyorum. Yine orada çok güzel bir galeri olan Saatchi Gallery var. Sloane Square'de de Londra'nın en iyi tiyatrolarından biri olan Royal Court var.


Sloane Square (solda), Duke of York Square

Normalde haftada 5 gün spora giderdim ama şimdi Korona döneminde kapalı olduğu için gidemiyorum. Instagram'da takip ettiğim personal trainer'ların canlı yayınlarını seyredip evde spor yapmayı denedim. Ama 2-3 gün yapabildim. Hiçbir şekilde motive edemedim kendimi evin içinde. Birkaç gün yapmayınca da zaten, tamamen kopuyorsun işten ne yazık ki.

Tam disipline girip yapacaksam gerçekten hiç aksatmadan yapabiliyorum. Dikkat etmediğim zaman da gerçekten hiç dikkat etmiyorum ve anında kilo alıyorum. Diyetisyen Ferin Batman'ın teyzem olması da büyük şans. Bir telefonla diyet planı mailimde.

Arkadaşlarımla, ailemle gittiğim her türlü tatil beni mutlu eder. Ama arada bir tek başıma bir yerlere gitmeyi de çok severim. Bilmediğim bir şehirde oralıymışım gibi yaşamak, kafelerde oturup, ara sokaklarına girip çıkmak da eğlenceli oluyor. 

Sosyal medyayla aram fena değil. Facebook ve TikTok dışında her şeyim var galiba. Karantina döneminde bir arkadaşımla Türk resim sanatı hakkında konuşurken, çok da fazla Türk ressam tanımadığımı fark ettim. Instagram'da @artistsofturkey diye bir sayfa açtım. İki-üç günde bir, Türk bir ressamın bir resmini paylaşıyorum. Tamamen kendimi eğitmek, biraz da karantinada uğraşacak bir şeyler olsun diye açtığım bir hesap. Dört bin küsür takipçisi oldu 3 ayda.

Hira'ya güzel sohbeti için teşekkür ederken artan Covid sayıları hepimizi daha fazla kaygılandırıyor biliyorum. Aman dikkat, maskesiz dışarı çıkmamak lazım. Bir de ben hep cam açıp oturuyorum eğer mekanda benim dışımda birileri varsa.

Şimdilik sağlıkla kalın. Sağlıklı günler dilerim. Haftaya görüşmek üzere….