Uzun bir tatilden sonra Londra sokaklarını tekrar keşfetmek heyecan vericiydi. Benim için İstanbul ve Londra arası gidip gelerek yaşamak enteresan bir duygu.
Farklı mekanlar, farklı kültürler, farklı insanlar hayatınıza girip çıkıyor.
Bazen çok heyecan verici, bazen çok yorucu…
Yaşadığım bu duygu sadece mekansal bir göç ile ilgili değil; aynı zamanda insanlardan da göç gibi geliyor bana.
Yaş aldıkça da atalardan kalan sözlerin derinliğini daha mı iyi kavrıyorum ne?
"Gözden uzak gönülden uzak."
Bu yaz bazı ilişkiler bana bunu hissettirdi açıkçası.
Derinlerde olan duygular, yaşanmışlıklar, dokunabileceğin kadar yakın gelse de güncellenmemiş, üstüne yenileri eklenmemiş paylaşımlar, beni bazı arkadaşlarımdan uzaklaştırmış, onu fark ettim.
Oysa sehirler öyle mi?…
Hemen seni içine alıveriyor hiç yadırgamadan, sorgulamadan.
Hadi gel! İstanbul tam da böyle sarıp sarmaladı beni… Hadi gel…
Kendimi yeni yerleri keşfederken başka bir heyecanın içinde buldum İstanbul'da.
Yeni açılan kafeler, restoranlar, galeriler, mağazalar… Kalabalığın içinde garip bir turist gibiydim. Belki de hoşuma giden buydu: şehirlerde turist kalmak ve bağlanmamak…
Ya Londra…
Uçaktayken merak ediyordum. İki buçuk aylık bir aradan sonra ilk ne hissedeceğimi?
Nereye gideceğimi?
İlk olarak yolum beni hiç bilmediğim sokaklara ve caddelere taşıdı. Kendimi yeniden bu şehrin yabancısı hissettim.
Ne güzel, daha çok keşfedeceğim ve öğreneceğim şey var diye düşündüm birden. Yine hiç sıkılmayacaktım. Yine kaldığım yerden keşfetmeye devam edebilecektim.
İlk olarak boş buzdolabımın bir an önce dolması gerekiyordu. Whole Foods'a (supermarket) doğru yola çıktım.
Kendimi Kensington High Street'in o kalabalık sokağına bıraktım. Şehrin ana yollarından biridir bu cadde. Aklınıza gelebilecek büyük markalar, kafeler, caddeye renk veren kırmızı Londra otobüsleri, büyük süpermarketler hepsi bir aradadır.
Oradan oraya koşuşturan insanların yarattığı trafikle tam bir cümbüştür.
Gail's kafeye girdim hemen. Kruvasanlar, kekler, birbirinden lezzetli sandviçler yine çok çekiciydi… Hızla kahvemi kapıp çıkabilmek için büyük bir irade savaşı verdiğimi itiraf etmeliyim.
Soluğu hemen yakınlardaki Holland Park'ta aldım. Biraz sessizliğe ihtiyacım vardı. Sincapları özlemiştim.
Londra sanırım dünyada en çok yeşil alana sahip metropollerden.
Şehrin en kalabalık caddelerinden birinde yürürken bile birden kendini bir ormanın içinde kolaylıkla bulabiliyorsun. Ne büyük bir lüks bu… Keşke diyorum, keşke biz de bunu başarabilseydik.
Bazen gördüğüm her iyi şeyi sırtlayıp taşımak isterim İstanbul'a, memleketime…
Ama her geçen gün benim gibi naif birinin bile artık bunu hayal etmesi zorlaşıyor…
Holland Park'ın içinde çok sevdiğim bir bölüm var: Japon bahçesi.
"Kyoto Garden"
1991 yılında Kral Charles ve Japon prensi tarafından birlikte açılan bir park.
Burayı bilmeyen arkadaşlarımı mutlaka ilk iş oraya götürmeye çalışırım.
Sadece bahçeye hayran kaldığım için değil, bir ülkenin kendini başka bir şehrin içinde yaşatma çabası ve başarısı hoşuma gider.
Marka yönetme konusuna kıyısından köşesinden bulaşmış herkesin bilebileceği gibi bir marka için en büyük başarı hayatın içinde olabilmeyi başarabilmektir.
Bir şehri merak ettirip sonra o şehre turist çekebilmenin pek çok yolu vardır tabii. Ama bence o ülkenin kültürünü bir başka şehirde, üstelik 9 milyon kişinin yaşadığı kozmopolit bir şehirde deneyimlemek harika bir fikir.
Uzun uzun bahçeyi izledikten sonra yola devam ettim.
Tam Whole Foods'a yaklaşmışken Japon Bahçesi'nin de etkisiyle üstünde JAPAN HOUSE yazan yerden içeri girdim.
Japonların o sade ve mesafeli dinginliğini sergileyen bir galeriye girdiğimi düşündüm ama tam o da değildi.
Garip bir sekilde etrafta pek Japon çalışan da göremiyordum.
İlk karşılaşma alanında kocaman bir kafe çıktı karşıma. Tokyo'ya gittiğimde aldığım o çok pahalı ama çok lezzetli bisküvileri hemen tanıdım. Ambalajlarını uzun süre atmaya kıyamamıştım.
İçerde tekstil ürünlerinden tutun da, defter, kalem, aksesuar, dekoratif ev eşyaları gibi her biri birbirinden güzel tasarım objeler var. Fakat satılan her şey çok çok pahalı. Ama her şey bir sanat eseri zarafetinde ve bir sergi havasında sergilenmişti…
Sonra alt katta Japon kozmetik markası Shiseido'nun özel bir toplantısı olduğunu gördüm.
Binanın üst katında da Japon mutfağını tanıtmak için Akira adında bir lokanta vardı.
Merakla etrafıma bakmaya devam ederken buranın hangi amaca hizmet etmek için açıldığını nihayet anladım.
Burası da tıpkı Kyoto Garden gibi Japon Kültür Bakanlığının desteklediği tamamen ülke ve kültür tanıtımı için açılmış bir sergi veya adına ne derseniz bir flagship store'du.
Bir ülkenin kültürel gelenekleri ancak bu kadar zarif anlatılabilirdi. Showroom'un arkalarında bir yerde de bir desk var, oradaki görevli de size Japonya'yla ilgili bilgi veriyor. Hatta isterseniz tatil programınızı bile organize ediyor. Japonya'nın her şehriyle ilgili sayısız katalog ve broşür var etrafta.
İnanılmaz etkilendim.
Her şey bütçe deyip kestirip atmamak lazım. Evet, bu tip operasyonları şehrin göbeği bir yerde yönetmek çok pahalıdır ama etkisini de yabana atmamak lazım.
Üstelik Londra gibi bir yerde sadece İngilizlerin değil burada yaşayan ve turist olarak gelen herkesi yakalama şansları var.
Sonra eve gelip internette gezinip Japon House'u araştırmaya başladım.
2018 yılında Prens William tarafından Japon kültür bakanı ile birlikte açılmış. Dünyada iki yerde daha varmış: biri Los Angeles'ta digeri de Sao Paulo'da.
Sonra yine kocaman bir keşke daha dedim ve hayal ettim…
Londra'nın en kalabalık caddelerinin birinde, içinde sadece deniz, kum, güneşle değil edebiyatçılarımızla, ressamlarımızla ,sanatçılarımızla, filmlerimizle, tarihimizle, yemeklerimizle dopdolu bir yer hayal ettim…
Kalın sağlıcakla.