Arkadaşım seslendi: "İspanya'ya gidiyorum, gezi notlarını versene! Sen İspanya'da çok gezdin, şimdi sıra bende"
Aslında o kadar emindim ki her şeyi yazıp not aldığıma. Meğer çok azını yazmışım, üstelik o kadar da balık hafızalıyımdır ki… Ama söz verdim bir kere; o liste bir şekilde hazırlanıp verilecekti…
Her şeyi baştan hatırlayabilmek için fotoğraflara, harcama dökümlerine baktım… Büyük iş oldu yani. Bir yerde iyi de oldu; hem seyahat anılarım tekrar canlandı hem de bu sefer onları zihnimde çok güzel bir şekilde düzenledim, notlar aldım.
Bütün bu fotoğraflara tekrar bakınca ne kadar şahane bir İspanya tatili geçirmiş olduğumu hatırladım ve bundan sonraki seyahatlerde daha güçlü bir akıl defteri tutmaya karar verdim.
Sene başında kendime söz vermiştim, daha fazla gezip yeni yerler görecektim.
İspanya'da sadece Barcelona, Madrid ve Kanarya Adaları'nı görmüştüm. Oysa İspanya'nın hem kültürü hem de tarihi hep ilgimi çekmişti
Gezi arkadaşımın da yardımıyla gitmek istediğimiz yerleri iki bölüme ayırdık. İlk seferde Endülüs bölgesini gezecektik, ikinci seferde ise Bilbao ve San Sebastian.
Endülüs
Yolculuğumuz Londra Gatwick'ten Malaga havaalanına uçarak başladı. Havaalanında arabamızı kiraladıktan sonra Marbella'ya doğru hareket ettik. Burası zengin turistlerin uğrak yeri olan bir liman şehri. Benim için tüm gezdiğim yerler arasında hafızamda en az iz bırakan yer oldu.
Fakat burası bile ülkenin turizm gelirlerinde liman şehri olarak önemli bir pay almış. Endülüs bölgesi Covid-19 sonrası çok ilgi görmüş. Geçen yılın sayılarıyla 13 milyondan fazla turist gitmiş buralara. Bunların yüzde 30'u da İngiltere'den... Bölgenin yarattığı gelir ise 8 milyar Euro'nun üstünde. Geçen yılın sayılarına göre tüm İspanya'nın turizm geliri 159 milyar Euro'yu geçmiş.
Tabii hemen aklıma Türkiye geldi. Bizim geçen seneki gelirlerimiz de 46 milyar USD civarında gerçekleşmiş.
Neyse bu kadar sayıdan sonra dönelim bizim geziye…
Liman şehirlerindeki marinalar para makinesi gibi. Etrafına açılan lüks restoran ve dükkânlar cazibeyi arttırdığı gibi şehir ekonomisine de büyük katkı sağlıyor.
1970'lerde inşa edilen Puerto Banus da böyle bir liman işte… Açıkçası beni çok etkilemedi. Ben oralardayken çok sayıda zengin, ileri yaşta Amerikalı turist vardı.
Buranın en lüks oteli Marbella Club Hotel'i mesken edinmişler.
Marbella Club Hotel, yeşilliklerin arasında, denize sahili olan, içinde güzel restoranların ve butiklerin olduğu 5 yıldızlı bir otel. Konaklamanız şart değil ama mutlaka benim gibi gidip görün derim. İnsanın görgüsü, bilgisi artıyor, gözü doluyor, estetik algısı gelişiyor.
Otelin genel olarak mimarisi çok etkileyiciydi. İçinde birden fazla restoran var, her biri ayrı bir mutfak ve dizayn ile yapılmış. İçindeki butikler de baş döndürücü. Chanel'in vitrini o kadar güzel renklerle bezenmişti ki ilk oraya girdim. O kadar çeşitli ürünü daha önce Londra'daki mağazalarında görmemiştim, demek ki buranın cirosu baya yüksek…
Sonra satış elemanı ile biraz sohbet ettim, "Ne oldu Chanel'e, niye bu kadar fiyatları arttırdı?" diye sordum. Artık lüks markalar kendi markalarını gerçekten satın alabilecek o müşterileri istiyorlarmış mağazalarında. Covid-19 işin bahanesi olmuş. Böylece taklit alıp takanlarla kendi müşterileri de ayrışabilecekmiş.
Hadi biz kendi sempatik otelimize dönüp tatilin tadını çıkarmaya devam edelim dedik ve Booking.com'da değerlendirme puanı 9 olan Molo Luxury Suites Puerto Banus'daki odamıza yerleştik. Odamız gayet temiz ve konforluydu. Fiyatı da makul bir oteldi. Üstelik terasta şahane bir kahvaltı servisi de vardı. Ay şimdi hatırlayınca kalkıp tekrar gidesim geldi... Bavullardan zorunlu olan şeyleri çıkarıp hemen kendimizi dışarıya attık.
Otelin müdüründen tavsiye olarak aldığımız balık restoranı Hogar Del Pescador şahane çıktı. Çok iddiasız, temiz bir aile restoranı. Sokak arasında ufak bir yer; ısrar kıyamet dışarıdaki masalardan birine oturmayı başardık. Yediklerimiz tek kelimeyle lezzet şöleniydi. Kendimi birden Vedat Milor gibi hissettim haha...
Senenin ilk plaj açılışını da Puente Romano Beach Resort sahilinde yaptım.
Dani García'ya ait Lobito de Mar ise bir balık restoranı ve Michelin Guide tavsiyeliydi. Etrafınız şık insanlarla dolu fakat benim için lezzet abidesi değildi.
Marbella Old Town'da küçük, sempatik butikler ve harika eski evler var. Çoğunun duvarlarından çiçekler sarkıyor.
İki gün Marbella'da gezdikten sonra arabamıza atlayıp kuzeye, Sevilla'ya doğru devam ettik. Yolda Ronda'ya uğramayı da ihmal etmedik. Alameda del Tajo parkı harika, hele en ucuna kadar yürüyüp uçurumdan aşağı bakmak unutulmaz bir keyifti.
Meşhur Rondo köprüsü Puente Romano ve boğa güreşlerinin yapıldığı Bullring of the Royal Cavalry of Rond insanların ne kadar vahşi ve savaşçı olduğunu görüp ürkmek için harika bir yer.
Nihayet Sevilla'daki otelimiz Hotel Vincci Molviedro ulaşmıştık.
Hava o kadar sıcaktı ki bir ara "Hiçbir güç beni otel odasından çıkaramaz" diye çığlık atıp, bildiğim tüm küfürleri saydırıyordum kendime…
Odanın konforu, dışarının cehennem sıcağı ve şehri gezmeye olan merakım arasında mücadelem devam ederken kendimi otelin üst katındaki havuzda buldum. Havuz küvetten halliceydi.
Otelden saat 17.00 gibi çıkıp, Roma döneminde yapılan gotik katedral Saint Mary'i görmeye gittim. İnanılmaz etkileyici bir yapı hem içi hem dışı. Endülüs döneminde yapılan minare şimdi çan kulesi. Giralda ise cami minaresi olarak inşa edilmiş fakat kilise çan kulesine dönüşmüş. Bunu görmek de üzücüydü.
İnsanoğlu kendi kültürünü kendi dinini savunabilir, koruyabilir ama ondan önce orada var olan başka bir medeniyetin, başka bir kültürün, başka bir dinin yapısını niye bozmak ister, niye saygı duyup onu korumaz? Aslolan bunu becerebilmek.
Daha sonra, yarım ay şeklindeki Plaza de Espana'ya gittik. Endülüs seramikleriyle yapılmış birbirinden güzel 52 adet bankta boş alan bulup fotoğraf çekebilmek epey zor. Sonra şanslıysanız meydanda dans eden İspanyol dansçılarının Flamenko danslarını izlemek de harika.
Burada iki restoran tavsiye edeyim size. İlki Casa Robles. Ben burada gayet hesaplı ve çok lezzetli bir et yedim.
La Brunilda Tapas'a mutlaka ama mutlaka gidin. Burada yediğim risotto şahaneydi.
Tatlı ve kahveleri de olmazsa olmaz. Bir de çok eski bir aile lokantası olan El Rinconcillo.
Sevilla'dan sonra Endülüs'ün başkenti Cordoba'ya geçtik. İlk görmek istediğim yerler Cordoba Köprüsü ve Kurtuba Camii (Great Mosque of Cordoba) oldu.
Camiinin mimarisi baş döndürücü. Özellikle içindeki mihraptan çok etkilendim; sütunlar nefes kesiciydi.
Oradan da son durağımız olan Granada'ya geçtik. Oteli bulmaya çalışırken o kadar çirkin binaların yanından ve daracık sokaklardan geçtik ki biraz korktum açıkçası.
Neyse buradaki otel de harika çıktı. Otelimizin adı Mosaiko Homes Catedral Granada'ydı…
Lobisi bile olmayan bu otelde her şey cep telefonundan idare ediliyor, şarjınız biterse yandınız…
Sabah odamda uyanıp karşımda şahane bir katedral görmek inanılmaz bir histi.
Hemen Alhambra'ya (El Hamra Sarayı) bilet almalıydık. Yılda 3 milyon ziyaretçisi olan bu yeri bir an önce görmek istiyordum.
Biletleri alıp oraya doğru yürümeye başladık, o sıcakta resmen tırmandık o yolu.
Aman tanrım bu nasıl bir yapı, nasıl bir tarihi zenginlik, nasıl bir yaşanmışlık... Anlatamam size.
Hafızamda geziden kalan en büyük yapı bu oldu. Şahane bir kapanış oldu diyebilirim. Alhambra gerçekten kelimelerle anlatılmaz bir yer. Gidin ve görün lütfen.
Akşam üstü yemeğini ise Carmen Mirador De Aixa'da ya da El Balcon de San Nicolas'ta yiyebilirsiniz.
Şimdilik benden bu kadar…
Kalın sağlıcakla.
https://www.siir.gen.tr/siir/y/yahya_kemal_beyatli/enduluste_raks.htm