Herkesin kendine saklamak istediği, kendinden başkası okuduğunda hasetlendiği bir yazarı vardır. Benimki Mehmet Bilal Dede. Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinde "eşcinsel" anahtar kelimesiyle arayıp, bulduğum ilk kitabı "Üçüncü Tekil Şahıs"ın üzerinden yirmi yıl, benim Mehmet Bilal'in satırlarıyla tanışmamın üzerinden ise on beş yıl geçmişken yeni bir kitabı geldi: Unutmadan.
Hemen edindim, bir çırpıda okudum. İster istemez diğer kitaplarıyla mukayese ettim. Karakterlerin içine o kadar girdim ki, kimine kızdım, kimine acıdım, kimiyle kendimi bir tuttum, kararlarını yargıladım. Cümlelerini bu kadar sevdiğim yazarla tanışmaktan biraz çekinsem de, şehir farkından sanal ortamda da olsa çaldım Mehmet Bilal'in kapısını. Başladık sohbete.
Kitaptan çok Fırat'ı, Yılmaz'ı ve ilişkilerini konuşurken bulduk kendimizi. Fırat, bence saplantılıydı, Yılmaz'a tutkusu yerine başkasına aşık olmasına izin verebilirdi. Mehmet Bilal ise karakterini yedirmedi benim soğuk gerçekçiliğime. "Halis aşk, halis dostluk, halis yoldaşlık, hepsi ve hiçbiri" dedi Fırat'ın hislerine. Anlayacağınız, roman karakterlerinin dedikodusunu yapar gibi konuştuk. Konuşurken de aileye, eve, kursakta kalan ilişkilere, alışkanlıklara değindik. Bütün bu demlerin fonunda akan toplumsal çürümeyi de es geçmeden.
Her dedikodu gibi eksik, ama her muhabbet gibi fazla söyleşimizle karşınızda Unutmadan…
"Nerede duracağımızı, nerede tekrar sarılacağımızı bilmediğimiz bir serüven var"
- Kitabın tanıtımında Fırat ve Yılmaz hakkında ya dost ya da yoldaş deniliyor ama ilişkileri bundan çok daha farklı. Hatta ortada bir ilişki olup olmadığı bile muamma. Fırat için Yılmaz neydi, kimiydi, nesiydi?
Tanıtımlardaki tarifler en azından başlangıç için doğru. Ben oraya hiç müdahale etmek istemedim. Çünkü okurun sayfalar boyunca serüven ilerledikçe kendisinin keşfetmesini, o duygunun tanımına kendisinin karar vermesini istedim. Onları en başta yan yana getiren şey arkadaşlık ve dostluk. Dostluktan sonra belki yoldaşlık. Ama Yılmaz ilk andan itibaren Fırat için bambaşka bir şeye dönüşüyor. Hatta çok şeye dönüşüyor. Bu da çok büyük bir açlıktan dolayı muhtemelen. Fırat'ı ilk tanıdığımız andan itibaren eksiklerini de tanıyoruz. Aynı anda onun İstanbul'da misafir olduğunu, kısa dönem bir kurs için İstanbul'a güç bela geldiğini, bu yaşa kadar içinde bulunduğu ortamı, ailesi ile kasabasını tanıyoruz. Fırat'la tanıştığımızda onun arayış içinde olan bir karakter olduğunu görüyoruz. Yılmaz'la da tanıştığı Beyazıt'taki o ilk eylem, Fırat'ın da ilk şoku. O görkemli mitingde coşuyor. Şimdiye kadar kasabasındaki ufak tefek eylemler, onun için playback yapmak gibi. Ama o miting bambaşka bir şey.
Tam onun üstüne tehlike başlayınca kahraman gibi Yılmaz'la karşılaşıyor. Ve ona "iyi misin, nasılsın" diye soran biri Yılmaz. Bir de o gördüğü kişi fiziğinden beynine, eylemlerinden doluluğuna kadar hayran olduğu bir model oluyor. Günler geçtikçe ona hayranlığı da büyüyor çünkü kendinde olmasını istediği her şey onda var. Şehirli, karnı tok, İngilizcesi var, kolejden mezun, kaloriferli bir dairesi var. Ve duygusu zaman içerisinde değişse de değişmeyen büyük bir hayranlık var. Fırat, Yılmaz'a dibine kadar hayran. Tam bir "buldum" duygusuyla onda olan her şeyi kapmak, öğrenmek istiyor. Yılmaz'a sarılıyor, onun aurasına sarılıyor.
- Çemberimde Gül Oya dizisinin başlangıç hikâyesini çağrıştırdı biraz da bana. Bu sefer iki erkek var. Dizinin tersine zengin olan solcu, devrimci. Ama o eylem anındaki karşılaşmalarında tabii kitapta farklı olarak Fırat'ın coşkusunu da görüyoruz. O kadar insanı görünce "devrim olur" diye coşuyor…
Evet, evet… Kasaba ile büyükşehir arasındaki nicelik farkıyla coşuyor aslında. Kasabada ya da herhangi bir lisede yaptığınız protestonun çapıyla; ucunu bucağını göremediğiniz bir kalabalığın atmosferi bambaşka. O kadar insanı görünce gayrı ihtiyari "devrim olur" diye coşmamak elde değil.
- Ama devrim olmuyor. O kalabalığa coşan Fırat açısından tüm duyguları Yılmaz'a yöneliyor. Hayatının kıblesi oluyor Yılmaz ama bu 40 yılda aslında toplasak hepi topu birkaç yıl birlikteler. Böylesi bir tutku, hatta saplantı durumu var.
Bu bir okuma evet. Bugünden geçmişe baktığımızda sizin dediğiniz gibi olabilir ama olayları başından aldığımızda aslında hangi aşamalarda vazgeçeceğimizi, nerede duracağımızı, nerede tekrar sarılacağımızı bilmediğimiz bir serüven var. Bir yandan Yılmaz'ın mülteci olarak Köln'e gittiğini öğrenmeden önce zaten bir şekilde vazgeçmişti. Köln'de ise geçmişte hayal ettiği, mutlu olduğu ya da birlikte yürümeyi, büyümeyi düşündüğü Yılmaz'la değil; başka biriyle tanışıyor. Bunun üzerine tekrar unutmayı deniyor. Sonra tekrar bir telefon, bir haberle bu sefer başka bir evre.
"Kursakta kalan bir yolculuk"
- Bu hikâyede bir türlü vuslatlarını görmüyoruz. Fırat'la Yılmaz arasında olan biteni de bir yere koyamıyoruz, tarifleyemiyoruz. Dost desen değil, yoldaş desen değil, iki aşık desen değil. Bu biraz da sadece Fırat'ın penceresinden bakmamızla ilgili. Yılmaz'ın penceresinden nasıl tüm bu hikâye? Fırat, Yılmaz'ın nesi?
Her aşkta ya da her ilişkide iki yabancı bir araya gelir. Öyle yaşamaya çalışırlar. Ya da yaşayamazlar. Ben, Yılmaz tarafını hep flu tuttum. Hastalığı da ona layık gördüm zaten. Bunun en büyük sebebi şu: Biz aşkla severek tutunduğumuz kim varsa, onu gerçekten tanımayız. Bilmeyiz. O kısım hep biraz arafta, karanlıkta, karanlık sahilde durur. Bilmiyorum karşı tarafı tamamen anlayan bir partner var mıdır? Partner olması da şart değil yani bir ilişkide diğerini gerçekten tanıdığını, bildiğini söyleyebilen biri var mıdır? O bir şey söylerken, yaparken, kaçarken ya da dönerken, özür dilerken ya da hasretle sarılırken hangi duygularla, içgüdülerle hareket ediyor? Bunları aslında bilmeyiz. Kendimiz yorumlarız. Aşktaki yalnızlıktır bu bence ya da ilişkilerdeki yalnızlıktır. Biraz öyle istedim. Yılmaz hep ulaşılmaz olsun, çözülmez olsun istedim. 40 yıldır tanıdığım arkadaşlarımda bile bazen bunu hissediyorum. Öyle çözmek diye bir şey yok.
- İlk eseriniz Üçüncü Tekil Şahıs'ta da benzer bir tema vardı sanki. Bütün arka plan ve hikâye farklı olsa da fazlasıyla kırılgan ve yalnız birinin, yalnızlığıyla yarattığı bir figür. Zihnindekiyle, gerçekte olan arasındaki uçurum. 2003'te yazmıştınız o kitabı. Yirmi yıl sonra aynı olmasa da benzer bir temaya dönmek nasıl bir his?
Benzer ya da aynı tema mı tam olarak bilemiyorum. Yarı karşılıklı bir ilişki olması açısından evet benzer. Ama bence Unutmadan'ın hem hikâyesi hem niyeti ve aslında bence teması daha geniş. Daha doğrusu, gökyüzü bu kitapta daha geniş. Üçüncü Tekil Şahıs'ta o hikâyenin gerektirdikleri, belki de benim yazarlık acemiliğimden veya o günlerin psikolojisinden dolayı okuru sağdan, soldan hizalayarak gösterdiğim bir serüven var. Unutmadan'da ruhumu daha serbest bıraktım. Okura da daha çok yer bıraktım yorumlaması, anlamlandırması için. Bu, yaşımın getirdiği bir olgunluk da olabilir; kitaptaki ilişkinin getirdiği bir anlatım biçimi de…
Bir ilişkide belirsiz alanlar vardır, tarifi zor yerler. Çok kritik noktalardır iki tarafın aynı anlamlandırmadığı yerler. Ama dıştan baktığımızda kolayca tarif edemeyecekleri ya da çerçeveye koyamayacakları bir serüvendir bu. Tabii ki aslında iki kişi desek bile biliyoruz ki Fırat'ın serüveni bu. O yüzden de tanımlamaya girmek istemedim. Aşk değil mi? Bence halis bir aşk. Ama dostluk mu? O da evet. Belki o bildiğimiz anlamda aşk ve aşıklık olsaydı geçmişlerinde; bugün o kitabın son 50 sayfasında olanlar olmayabilirdi. Fırat bunu göze alamayabilirdi. Belki de hâlâ aç olduğu içindir. Belki de hâlâ o doymamışlık hissi vardır. Bunun illa cinsel olması da gerekmiyor. Arkadaşlığa da doymadı ki Fırat. Kursağında kalan bir yolculuk oldu Yılmaz'la ilişkisi.
Ve aralarına giren engel, tahmin edilemez bir engel. Darbe oluyor. Fırat da tahmin edemez ki tüm memleketi etkileyen bir şeyin yollarını ayıracağını. Böyle bir şey olmasaydı Fırat'ın beklentisi Yılmaz'ın nazarında nasıl bir karşılık bulurdu, onu da bilmiyoruz. Hiçbirimiz bilmiyoruz. Fırat'taki o tutku, biraz manyaklık seviyesindeki o şey sorgulattığım da bir şey ama sadece Fırat'la ilgili değil. Hayat da bırakmadı ki onu. Tam vazgeçtiği anda bir haber daha geliyor. Yayınevine gelen şiir, seneler sonra gelen telefon iki majör an. O yangının külünü tekrar harlıyor.
"O adam, o oğlunu evin kapısından dışarı atmış bir adam olmayacak"
- Fırat'ın bu arada flörtleri de olduğunu satır aralarında öğreniyoruz. Cinsiyetlerini bilmiyoruz. Ama kasabaya dönmek zorunda kalan o kısacık sürede, kasabada saygı gören eski okul arkadaşı Tolga, başka bir seçenek de sunuyor Fırat'a. Tolga'nın kapatması, metresi olabilir, kasabanın gülü olabilir. Açıkçası Fırat'ın yerinde olsam, bunu seçerdim. Ama Fırat'ta başka bir şey var…
O kasabanın gülü olacağım ya da hiçbir şey yaşayamasam da bir şeye tutunacağım ve devam edeceğim hissi yok Fırat'ta. Başka bir karakter olsaydı dediğiniz gibi kasabanın gülü olabilirdi. Fabrikanın çiçeği olabilirdi. Tolga'nın göz bebeği olabilirdi ya da. Ama bir yandan da bilmiyoruz: Tolga, ertesi gün ne yapardı? Fırat zaten temkinli, korkak ama kararlı birisi. İnadı ve biraz da domuzluğu var. Ne istemediğini çok iyi biliyor Fırat. Ne istediğini de aslında okurlar çok iyi biliyor. Etiyle, kanıyla, tüm varlığıyla Yılmaz'ı istiyor. İsteyip utanıyor da. Bunun muhasebesini çok sık yapıyor. Kendini utandırıyor.
Bir yandan da Tolga gibi bir tipi zaten İstanbul'da da bulabilir. Ama Tolga demek, kasaba demek. Fırat'ın hayatta en korktuğu şey kasaba. Bazı oğullar vardır, baba ne yaparsa tam tersini yapmak ister.
- Ev de kritik bir tema. Babasının Fırat'ı bir türlü sevmeyişi, damatta aradığı oğulu bulması, Fırat'ın özel ders için gittiği evlerde yapamayışı… Virginia Woolf'un "kendine ait bir oda" arayışını aşan bir ev hikâyesi var Fırat'ın. Nenesiyle kendisine ait odası da yetmiyor, ev de yetmiyor özgürleşmesine. Fırat, nasıl özgürleşir?
O oda dikkat ederseniz işgal ediliyor yavaş yavaş. Karar verici, ataerkil bir güç olan nenesi gidiyor. Onu kaybettikten sonra Fırat'ın nazlanacak ya da tutunacak bir dalı kalmıyor kasabada. Nenesi gidince o odanın Fırat'a ait olmadığını tam kasabalı bir tarzla hissettiriyor ailesi. Yavaş yavaş, uyanık bir şekilde ona orada yer olmadığını görüyoruz. Aile dediğimiz çekirdek çıtır çıtır yemeye başlıyor Fırat'ı. Barınamaz hale getiriyor. Kitaplarını yok etmeleri, nenenin seccadesini kaldırmaları…
Bu, biraz da bize, Şark toplumlarına ve kasabaya özgü bir şey. Danimarkalı bir aile olsaydı belki de karşısına çekip, "Bu oda senin değil, artık git bu evden" derdi. Bizde bunlar denmiyor, senin anlaman bekleniyor. Çünkü bunu söylemek, sorumluluk almak demek, birey gibi davranmak demek. Bizde aile kovmak yerine, "sen anla ve git" diyor bir yandan.
- Böylece aile, suçlu da olmuyor.
Tabii, işte uyanıklık orada, kasaba uyanıklığı ya da Şark kurnazlığı. Böylece mesela o adam, o oğlunu evin kapısından dışarı atmış bir adam olmayacak. Bir yandan da kasabada böyle olur. Daha sert, döven, söven bir baba yerine sanki anlayışlıymış gibi olan ama asla çocuğunu sevmeyen bir baba profilini bilerek tercih ettim. Daha gerçekçi geldi bana. Çünkü kavga etmek de bir şeydir, bir ilişkidir. Tartışmak da öyle.
"Artık gerçeklerin değil algıların dünyasında yaşatılıyoruz"
- Hikâye, başa dönerek bitiyor. O silahın patlayacağını biliyorduk ama o silahın patlaması ve bir ayrılıktan sonra Fırat açısından alışık olduğu sahaya dönme hissi var. Kırk yıl boyunca yapageldiğini yapmaya devam ediyor. Seyrediyor Yılmaz'ı yine.
Evet, gençliğinde Nişantaşı'nda o manolya ağacının altında nasıl bekleyip izliyorsa; neredeyse oraya döndü. Bir çember tamamlanıyor. Yaşın da yorgunluğu var. Bildiği alana dönmesi çok doğru bir tespit. Ama yorgun da. Dikkat ederseniz kendini savunmuyor bile. Silah var vurulan var. Vurulan Yılmaz olsaydı daha kolay suçlayacaktı kendisini belki de. Buna rağmen yine de suçluyor.
- Kitabın adına da dönerek, ana karakterimizin hikâyesini okurken fonda bir leitmotiv olarak ülkede muazzam bir değişim var. 70'lerden neredeyse günümüze kadar geldiğimizi ülkedeki değişimden, teknolojik gelişmelerden, mektuptan cep telefonlarına geçişten anlıyoruz. Fırat, bu akıntının dışında kalıyor. Hikâyenin sonunda hasta olduğu için unutan Yılmaz olsa da esas Fırat mı unutuyor?
Hem evet, hem hayır. Fırat daha çok seyreden ve kaydeden biri ama unutmuyor. Hikâyeye katkısı çok olmadığı için hızlı geçtim ama bir yandan öğretmenlik yapıyor, eylemlere katıldığı için memuriyetten atılıyor. Rahat da durmuyor yani. Her fırsatta hayata katılmış. Bir lezbiyen arkadaşıyla kâğıt üstünde evlilikten geçici flörtlere… Katılmış hayata, bir şeyler yapmış, yapmaya çalışmış ama biliyorsunuz ki 2000'lerden sonra hele eski kuşak için her şey biraz daha zorlaşıyor. Hayat, başka bir terbiyeye, üsluba ve akışa geçti. Kendince yapıp, sonra yorulup çekilen birisi Fırat. Birçoğumuz gibi.
- Diğer kitaplarınızla birlikte 20 yılınıza bakınca, yavaş yavaş artan bir şekilde toplumsal çürüme kokusu alıyorum. Sanki her kitapla birlikte daha da çürüyen bir toplumu seyreden birileri var. Nasıl görüyorsunuz gidişatı?
Peş peşe gelen birkaç etkinlik için dönüp eski röportajlarıma baktım. Bazı cümleleri erken mi etmişiz diye düşünmekten kendimi alamadım. Veya o zaman da bu kadar yoğun bir çürümüşlük var mıymış? Çok tuhaf bir şekilde eskiden kurduğum cümleleri şimdi de kurabilirim. Sadece biraz daha altını çizebilirim belki de.
Ama bu çürüme biliyorsunuz ki anlık değildir. Bazıları erken fark eder, bazıları çok geç hisseder, bazılarını da teğet geçer. Ama büyür. Geçmişin cennet olduğunu söylemiyorum ama özellikle son on yılda ahlaki olarak da dinsel olarak da çok ilkel, çok tuhaf bir çürümenin içindeyiz. Biraz aklı başında olan, iyi kötü okuyan eden, bunları da geçtim bir lokmacık vicdan sahibi olan herkesin çok rahatsız olması gereken bir dönemdeyiz. Bir kere çok kalp kırıcı bir dönem. İnsanın çok aşağıda bir yerden cevap vermek zorunda kaldığı bir dönem. Mecliste bir milletvekili "bizden önce traktör üretilmiyordu" diyor. Biz bu kafanın vatandaş karşılığıyla muhatap oluyoruz. Artık gerçeklerin değil algıların dünyasında yaşatılıyoruz. Ben uzun süredir şöyle bir örnek veriyorum arkadaşlarıma: Öyle bir dönemdeyiz ki ben birinin elinde bıçakla birini bıçakladığını görüyorum. "Niye yaptın" diyorum. "Ben yapmadım" diyor. Gördüm ki sen yaptın. "Hayır, sen algı oluşturuyorsun" diyor. Sana da ya ne algısı adamı öldürdün diye çırpınmak kalıyor. Israr ediyorsun. Bu sefer de suçlunun sen olduğunu söylüyor. Goebbels'in hayran kalacağı bir mekanizma. Kendi görse şaşardı. Böyle bir inkar olabilir mi? Göz göre göre yapılıyor. Uyarınca sen yalancı oluyorsun. Bize bunu kabul ettiriyorlar. Vicdansız bir dönem bu yaşadığımız. Ben 1999 depremini yaşadım. O dönemin psikolojisini biliyorum. Bu yıl seçimden biraz önce olan depremlerin psikolojisi ile karşılaştırdım. Çok ürktüm. Çünkü 99'da gerçekten bir başkasının acısı canımızı yakmıştı. Ama bu sefer samimiyetin yerini hesap kitap aldı.
Yıldız Tar kimdir? Sıfatsız gazeteci, Boğaziçi terk, Cranberries hayranı, fantastik roman müptelası. 2013 yılında gazeteciliğe başladı. Etkin Haber Ajansı'nda editör, Özgür Radyo'da program yapımcısı ve sunucusu olarak çalıştıktan sonra 2014'ten beri LGBTİ+ internet gazetesi KaosGL.org'ta sırasıyla muhabir, editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Halen bu görevi sürdürüyor. Sol, sosyalist siyasi partilerle LGBTİ+ hakları üzerine röportajları "Yoldaş Ben İbneyim" başlığıyla, trans kadınlarla röportajları "Dönmelere Doyamadık" ve Türkiye'deki LGBTİ+ hareketinin tarihine ilişkin sözlü tarih çalışması "Patikalar: Resmî Tarihe Çentik" ismiyle kitaplaştı. Kaos GL Derneği'nin senelik medya izleme raporunu kaleme alıyor. Çeşitli gazete, dergi, kitap ve dijital mecralarda LGBTİ+ hakları, hafıza çalışmaları, edebiyat, nefret söylemi ve medya okur yazarlığı üzerine yazıları yayımlanıyor. T24'te "İnsan Manzaraları" başlıklı portre röportajlar yapıyor. |