Geçen yazımda Kahramanmaraş'a gideceğimden bahsetmiştim. Döner dönmez yazacaktım ama seçim gündemi hepimizi esir aldı. Kadınlar ve kadınlık kavramı da bu gündemin içinde önemli bir yere sahip. Bunun üzerine yazmadan önce Kahramanmaraş'taki tanıklığıma dair birkaç cümle yazmak istiyorum.
Üç gün boyunca Avşar çadır kentinde sahnelediğimiz ebeveyn-çocuk tiyatrosu oyunumuz ve sonrasında yaptığımız atölyelerde birçok çocuk ve birkaç kadınla yakından tanışma fırsatım oldu.
Bu tanışıklıktan bende kalanlardan önce, bahsetmek istediğim bir araştırma var. 2017 yılında iki akademisyen Özge Üstünel ve İlden Koçkar İstanbul'da yaşayan, 6-11 yaş aralığında üç binden fazla çocuğun katılımıyla çocukların okul dışında ne tür faaliyetler yaptığını ölçerler. Bu araştırmanın sonucuna göre çocukların yüzde 86'sı okul dışındaki zamanlarda ev ödevi yaparken, yüzde 62'si televizyon seyrediyor. Yine aynı çocukların yüzde 73'ü müze/sergiye, yüzde 49'u tiyatroya, yüzde 48'i sinemaya hiç gitmediğini bildiriyor. İstanbul'da hiç tiyatro izlememiş çocuk oranının yüzde elliye yakın olduğunu bilince Kahramanmaraş'taki çocukların durumunu tahmin ama daha çok merak etmiştim.
İlk gözlemim çadır kentte yaşayan çocukların neredeyse tamamının daha önce dekorlu bir tiyatro oyunu izlemedikleriydi. İlk gün çoğu, oyunun ortasında girip çıktılar; dikkatlerini oyuna veremediler çünkü en ufak bir megafon sesinde çadır kente getirilip dağıtılacak bir şeyi kaçırma kaygısı taşıyorlardı. Biz de ilk gün sürekli "Bize ne vereceksiniz?" sorusuyla karşılaştık, elimizde oyun dışında bir şey yoktu elbette. Doğal olarak oyuna hemen ikna oldular ve ertesi gün inanılmaz bir izleyici performansına ve atölye katılımına şahit olduk. Psikolog ve eğitmen ekibimizle birlikte oyundan sonra yaptığımız atölyelere ikinci gün nihayet anneler de katıldı. Çıkışta kendilerine teşekkür edip ayak üstü sohbet ederken Nuray'la tanıştım. 35 yaşında, üç çocuk annesi bir kadın. Sohbet bittikten bir süre sonra Nuray yanıma geldi ve beni çadırlarına kahve içmeye davet etti. Akşam üzeri için sözleştik ve psikolog arkadaşımla birlikte gittik.
Nuray, yaşadıklarına "yeter" diyerek üç erkek çocuğunun bakımını kendi üstlenmeyi göze almış ve boşanmış. İnanılmaz güçlü bir kadın. Burada elbette Nuray'ın neler paylaştığını anlatmayacağım, ancak onunla ve sonrasında konuştuğumuz birçok kadında (ve çocukta) depremin, hayatlarındaki son travmaları olduğu sonucuna vardım. Bu travmaların çoğunluğu aile ve özellikle erkek kaynaklıydı. Şiddet, taciz ve madde bağımlılığının yaygınlığını konuştuğum neredeyse her kadının hikayesinin içinde duyduğuma hem üzüldüm hem de bu denli başat olmasına biraz şaşırdım; bu kadar olacağını beklemiyordum. Kültürel olarak erk(eğ)in sözüne daha fazla itibar edildiği bir toplum olduğumuzu hepimiz biliyoruz; büyük çoğunluk da bunu kabul ediyor, dolayısıyla itibar ediyor.
Bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kökenlerinde elbette ataerkin kendini nasıl konumlandırdığı belirleyici. Virginia Woolf birçok feminist kuramcıya referans olmuş kitabı "Kendine Ait Bir Oda"da bu konumlandırmayı, babaerkilin kendisine 'doğuştan gelen bir üstünlük yakıştırması' üzerinden yapar. Çoğunlukla erkeğin kadından üstün olduğu bilgisinin hem kadın hem erkek tarafından bu denli içselleştirilmesinde tek tanrılı dinlerin, Tevrat'tan itibaren, bu savı ortaya koymasının payı büyük. Yine Woolf bu ataerkin üstünlük hissinin kadın tarafından nasıl desteklendiğini ayna metaforu üzerinden anlatıyor kitabında:
"Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü birer ayna görevini yerine getirmişlerdir. (…) Uygar toplumlarda kullanımları nasıl olursa olsun, aynalar, tüm şiddete dayalı ve kahramanca eylemler için gereklidir. Napolyon ve Mussolini, her ikisi de, bu nedenle kadınların zayıflığı üzerinde önemle dururlar, çünkü kadınlar daha aşağı düzeyde olmasalardı büyüteç işlevini yerine getiremezlerdi."
Kadının, kendisini devleştiren bir ayna olmaktan vazgeçerek gerçek görüntüye dair konuşmaya başlaması, büyüklük yanılgısını erkeğin elinden almasıyla, erkeğin yaşam karşısındaki uyumu bozulmaya başlar:
"Erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında göremezse, kararlar vermeyi, yerlileri uygarlaştırmayı, yasalar koymayı, kitaplar yazmayı, özenle giyinip yemekli toplantılarda konuşmalar yapmayı nasıl sürdürecektir?"
Woolf'un bu yakıcı sorusunun toplumumuz erkeklerinin yaşam pratiğinde ne denli yeri olduğu çok açık. Öyle ki, son milletvekilliği seçiminde Meclis'e giren partinin sözcüsü aynadaki görüntüsünü kaybetmek istemeyen erkeğin de sözcülüğünü üstlenir:
"Kadın narindir, naziktir; çalışmak zorunda bırakılmasın."
Bu cümleye cevap yaklaşık yüzyıl önce verilmiştir:
"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!"
Bu cümlenin kuvvetine inanan kadınlardan biri de toplumsal cinsiyet üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız sevgili Elif Candan. Elif yaptığı araştırmalardan mülhem kaleme aldığı "Bir Tatlı Kaşığı Çamur" isimli tiyatro oyununu yazar. Yapımcısı dostum Gökhan Civan'ı ayrı tutarak neredeyse tamamı kadın işi harika bir tiyatro oyunu ortaya çıkar, yöneten Pınar Akkuzu, iki harika performansıyla sahnede parlayan Bengisu İspir ve Cansu Canaslan. Ritmi oldukça yüksek bu oyun, toplumun normları ile şekillenmiş kadın hayatının yılları içinde, bir sarkaçtaymışcasına sallıyor seyirciyi…
Pınar Akkuzu oyuna dair görüşlerini, Bir Tatlı Kaşığı Çamur, tek bir kadının ağzından dökülenler gibi görünse de; herhangi bir aidiyete sahip olmadan da aynı paydada buluşabilen bütün kadınların ortak hikayesi. Ev içi emeğin kadına zorunlu olarak 'bahşedildiği', çocukluktan itibaren sadece 'kadın' cinsiyetine atfedilen kalıpların ve zorunlulukların normalleştirilip toplumsal normlar haline getirildiği öğretilerle kendi kendisinin öz denetimcisi ve kural koyucusu olarak topluma adaptasyonun rahatlıkla 'aşılandığı' paydada buluşabilen kadınların hikayesi. Oyunun dünyası da tam bu 'ortak paydadan' beslenerek hayat buluyor." cümleleriyle özetliyor.
Gerçekten de çocukluktan babaanneliğe, hiç büyünülmeyen ilk aşk yaşından "bugün ne pişirsem?" yaşlarına doğru metin öyle güzel işlenmiş ki, bu coğrafyada kadının sıvılaştırılıp istedikleri şekle girmesi için harcanan çabanın başardıkları ve başaramadıklarını büyük bir netlikte ortaya koyuyor.
Tiyatro bütünlüklü bir sanat dalı, iyi bir oyun sahneye çıkarmanın kendi içinde mayonez tutturmaktan daha hassas bir ölçüsü var. Örneğimi biraz da oyuna gönderme olması için böyle seçtim, ipucu bu kadar, Echoes Sahne ve Nushu Tiyatro ortak yapımı oyunu izleyin efendim. Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sından yola çıkan kadınların kendilerine ait bir mutfakta yüzünüze fırlatılan "Bir Tatlı Kaşığı Çamur"un tadını çıkarın.
Yazıyı yetiştirmek için çabalarken Cannes'dan gelen haberle hem mutlu oldum hem de gurur duydum. Oyuncu Merve Dizdar, Kuru Otlar Üstüne filmindeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı. Filmi izlemediğim için oynadığı karakterin adını konuşmasında duydum, Nuray'mış. Dizdar'ın ödül konuşmasıyla bitirmek istedim yazımı:
"Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele eden ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim. Ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray'ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor."
Son söz… Canım kadınlar, bu ezberleri hep birlikte bozmaya devam edeceğiz, oy kullanmak da bunlardan biri elbette.
Vildan Güleç kimdir? Sosyal girişimci, yapımcı, yazar, dilsel gelişim oyunları tasarımcısı, iki genç annesi. Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı'nda eğitim aldı. 2017-2021 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Danışma Kurulu üyeliği görevini yürüttü. 2022 yılı itibarıyla Tiyatro Kooperatifi Yönetim Kurulu üyesi. Yeni Asır Gazetesi Gençlik Tiyatrosu kurucu oyuncularından biri olarak amatör ruhla sahnede başlayan tiyatro deneyimini, oyun yazarı kimliğiyle birleştirerek 2017 yılında Wise Akademi'yi kurdu. Çift dilli, yani aynı anda hem ebeveyne hem de çocuğa hitap eden ve psikoloji literatüründen kuramlar üzerinde yükselen ilk "Ebeveyn-Çocuk Tiyatrosu" oyunlarını yazdı. Okul, aile, çocuk üçgeninde, sanatın iyileştirici gücünü kullanarak psiko-sosyal eğitim verme amacıyla bağımsız Akademik Danışma Kurulu onaylı tiyatro oyunları ve oyun sonrası uzman psikologlar yürütücülüğünde tamamlayıcı atölyeler geliştirdi. Aktif olarak Wise Akademi bünyesinde ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları sahnelemekte, ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları, ebeveyn-çocuk hikâye kitapları yazmakta, eğitimler ve atölyeler vermektedir. Boğaziçi Üniversitesi'nce gerçekleştirilen "Çocuklar İçin Felsefe (P4C) Eğitmeni" uzmanlık programını tamamlayan Güleç, halen psikoloji yüksek lisans eğitimine devam etmekte ve çocukların dilsel gelişimine yönelik çalışmalar yapmakta ve bu alanı destekleyici kutu oyunları tasarlamaktadır. |