Umut Beşkırma

25 Ekim 2020

Mutlu olamayıp mutsuz olacağıma, hiç mutlu olmam daha iyi

Mutluluk doğası gereği ulaşılması zor bir duyguyken bir de yalanlar üstüne mutluluk inşa etmeye çalışmak büsbütün mutsuzluk oluyor

İnsanın bir türlü kurtulamadığı en büyük yanılgılarından biri dünyaya mutlu olmak için geldiğini zannetmesi... Belki de yaşadığımız tüm mutsuzlukların bu kadar ağır gelmesi de bu yüzden. Hiç durmadan mutluluğun peşinden koşuyoruz ve çoğu kez duvarlara tosluyoruz. Freud'un dediği gibi "İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir."

Mutlu olmak için birçok şeyin bir araya gelmesi gerekirken mutsuz olmak için tek bir neden yetiyor. Hiç geriye dönüp eskiden mutluyduk demeyeceğim. Sadece şimdi daha mutsuzuz diyeceğim.

Bir taraftan müthiş bir 'post-truth' çağında yaşıyoruz. Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var mı bilemem ama post truth'un mutsuzlukla bir ilgisi olduğuna eminim. Günümüzü anlatan önemli kavramlardan biri post truth. Bu kavram hakikatin önemini yitirdiği bir durumu tanımlıyor. Artık internet çağında neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilemiyoruz. Bir politikacı çıkıp bir şeyler söylüyor ve bir kitle inançları doğrultusunda onun tüm söylediklerine inanıyor ve arkasından gidiyor. Bazı durumlarda politikacının söylemlerinin aksi kanıtlansa dahi kitle bunu kabul etmiyor ve "hayır, ben inanıyorum" diyebiliyor. Ve o politikacı yalan konusunda giderek daha da küstahlaşıyor.

Sosyal medya üzerinde artık herkes içerik üretebiliyor. Herkes duyduğu yalan yanlış şeylerin üzerine kendi fikirlerini de koyarak paylaşabiliyor. Milyonlarca içerik... Yalanlarla hakikatlerin birbirine karıştığı dev bir kaos. Belki de insanlık tarihi bu kadar yalan ve yanlışı hiç bir arada görmemiştir.

Tüm bu yalanlar bizden iki şeyi çalıyor. Bir; adalet duygumuzu zedeliyor, iki; umudumuzu yok ediyor. İnsan, adalete olan inancıyla hayata sarılır ve umut etmeyi ancak bu şekilde sürdürebilir. Adalet olabilmesi için de hakikatlere ihtiyacımız vardır.

İşte bu post truth çağın etkisiyle adalet daha da yara aldı. Çünkü artık iyiyle kötüyü, güzelle çirkini, masumla suçluyu birbirinden ayırt etmek güçleşti. İnsanların dünyasında adalet zaten hep yaralıdır. Hukukun güçlüden yana olması, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, coğrafi dezavantajlar gibi faktörler adalet duygumuzu yeterince yıpratmışken bir de bu post truth zamanların içine düştük. Yani kısaca neye inanacağımızı, neye güveneceğimizi şaşırdık. Vaziyet böyleyken gel de mutlu ol...

Evet, vaziyet bu... Fakat mutlu olabilmek ve kendimizi iyi hissedebilmek için her yolu denemekten vazgeçmiyoruz. Fotoğraflarımızı binlerce filtreye boğarak sosyal medya profillerimizde yakışıklı/güzel/cool olmaya çalışıyoruz. Fit vücutlara özenip spora yazılıyoruz ve yalnızca salonun aynasından birkaç fotoğraf çekip çok geçmeden sporu bırakıyoruz. Kimileri bir hevesle Nişantaşı'nda ya da Bağdat Caddesi'nde yogaya yazılıyor ama kısa süre sonra vazgeçiyor. Kimi ise estetik operasyonlara başvurup kendini baştan yarattırıyor. Hepsi ama hepsi kendimizi daha güzel hissedebilmek için... Tüm bu yaptıklarımızla, yarattığımız bu yalan dünyalarla mutluluğun ve hazzın peşinde koşuyoruz. Haz geçiyor ve çok geçmeden ruhumuz yerini hemen aynı boşluk ve anlamsızlığa bırakıyor. Asla ruhumuza hakim bir iç huzuruna kavuşamıyoruz. Kendimizi olduğu gibi kabul etmeyip, bize dayatılan onlarca şeyi yapmak zorunda kalarak kendimize eziyet ediyoruz. Ne için? Daha iyi hissedebilmek için...!

Orwell "Mutluluk ancak kabullenişle mümkündür" demiş. Şu içinde bulunduğumuz çağda en azından kendimizi olduğu gibi kabul etmeyi denemeliyiz. İçsel ve hakiki huzura giden yolun ilk adımı bu kabulleniş olabilir. Ardından mutlu olmaya geldiğimiz fikrinden de biraz vazgeçebilirsek belki ideal mutluluğu yakalayabiliriz.

Bu yazıyı yazmaya Lalalar'ın bir şarkısını dinlerken karar verdim. Şarkıda şöyle diyor:

Mutlu olamayıp, mutsuz olacağıma
Hiç mutlu olmam daha iyi.