Yerden biraz yükselmiş bir toprak birikintisi, çevresindekilere göre ufacık kalmış. Yığılmış toprağın baş ucunda bir mezar taşı, peşi sıra dizilenlere göre daha kalabalık kelimeler. Suriye'de çekilmiş bu fotoğraftaki taşın üstünde el yazısıyla "kimliği belirsiz, yeşil kazak giyen kız" yazıyor Arapça. İçerisinde küçücük bir beden yatıyor. Adını bilmediğimiz, dilini duymadığımız, dinini henüz seçememiş yaşta bir çocuk, 6 Şubat depreminin sonuçlarından biri olarak toprağın altında. Ölmeden önce yeşil kazak giydiğini bildiğimiz bu kız çocuğunun sadece uyruğu belli: Suriyeli. Bu dünya için yeterli bir bilgi aslında, değil mi? Yıllardır savaşın ortasında kalmış komşu ülkede, esmer bir kız çocuğu…
Büyüseydi kendi coğrafyasında başka ülkelerin savaşını da görecekti, kaçak yollarla Türkiye'ye gelecekti, istenmeyen misafir olacaktı, aşağılanacaktı, belki yağmacı diyeceklerdi arkasından, belki hırsız gibi bakacaklardı yüzüne, belki istismara uğrayacaktı yoksul bedeni. Tutunamayacaktı, düşecekti, kalkıp yeniden koşmaya devam edecekti. Nefes alabilmek için Yunanistan açıklarında bottan atlayıp yüzmeye çalışacaktı. Yeni bir hayat kurabilmek için Balkan kamplarında, Viyana sınırında, Belçika kapısında umut arayacaktı. Kaçak yollarla kurduğu hayalleri ölünce de Vatikan'ın bahçesinde heykeli kalacaktı… Bunların hiçbirini yaşamadan gitti yeşil kazak giyen kız, toprağa karıştı, öldü. Adı bilinmeden gömüldü. Ne ismi kaldı geriye ne cismi. Mezar taşına adını yazacak kimsesi kalmadı bu dünyada. Ailesi ya depremde ya da savaşta ölmüştü. Arkadaşları yeşil kazak giyen kızın yaşındaydı, bu dünyada kalsalar dahi acıları bildiği kelimelerden büyüktü... Şimdi bize kalan tek şey, son giydiği kazağın rengi oldu. Yüzünü hiç görmediğimiz bu kız çocuğunun toprak altında yatan bedenine üzüldük, duygulandık, iç çektik, vicdanımız sızladı. Depremin toprağa bıraktığı sahipsiz ve isimsiz bu mezar taşının fotoğrafı canımızı yaktı. Peki ya sonra? Bu fotoğrafa dökülen her gözyaşı karşısında çoğalan kocaman bir yalan kaldı geriye: Hem yeşil kazak giyen kız çocuğuna üzülüp hem mültecilere düşman olabilir mi insan? Oldu.
Ege kıyılarında şişme botlarla denize açılan yüzlerce Suriyeliyi ölüme terk edip sonra da sahile vuran onlarca ölü çocuğun fotoğrafına üzüldüler... Zonguldak'ta madende bir Afganistanlıyı ucuza çalıştırıp iş cinayetine kurban ettiler, yetmedi kaçak madenleri zarar görmesin diye ölüsünü yakıp ormana bıraktılar... Yemen'de yoksulluk var diye ağıtlar yakıp, Ankara'da bir Somalilinin işlettiği lokantayı kapattılar… Bir İranlıya sözde entelektüel duyarlılıkla kucak açıp, ardından bir Pakistanlıyı sokak ortasında linç ettiler... Savaşın ortasında her gün bombalanan Filistinliye üzülüp İstanbul'da mahalle arasında bir Iraklıyı önce yaftalayıp sonra hırpaladılar... Ve bunlara tepki gösterenler, iyi örnekleri sıralayanlar, anlatmaya çalışanlar, sosyal medyada atılan faşizm naralarıyla linç edildiler... Hatırlayın, koca bir ülke, iki seçim arasındaki kampanyasını Suriyelileri kovmak üzerine yürüttü. Neden? Kendi ülkelerindeki savaştan, iktidar baskısından ya da yoksulluktan kaçan farklı dile, aynı dine, farklı ırka mensup insanlar diye, farklı diye! Kendisi ev sahibi ya, o misafir olamaz diye! Şimdi, yeşil kazak giyen kıza dökülen gözyaşlarının gerçek olduğuna kim inanır?
Hatırlatma
6 Şubat depreminde Türkiye'de on binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlerce kişi yaralandı ve yüzlercesi kayboldu. Yaralılar sahra hastanelerine götürüldü, ölüler toplu mezarlara gömüldü. Peki ya kayıplar? Geçtiğimiz hafta meclise sunulan, depremde kaybolanların tespiti ve çocuk kaçırma iddialarının araştırılmasına yönelik önerge kabul edilmedi! Neden? Deprem bölgesindeki kayıp çocuklara ne oldu? Bu soru gündemde kaybolmadan cevabını aramaya devam etmeli! Bu sorunun cevabının sesli söylenmesini engellemeye çalışanlar bu suçun ortağıdır. Çocuklar hiçbir tarikatın veya cemaatin projesi ya da oyuncağı değildir. Çocuklar, çocuktur efendiler!
Tufan Taştan kimdir?Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir. |