Tolga Şirin

04 Ocak 2022

Sokak köpekleri neden barınaklara hapsedilemez?

Hukukumuzda hayvanlar henüz bir hak öznesi sayılmadığı için insanların bedensel bütünlüğünün karşısına hayvanların haklarını koyamıyoruz. Böyle olunca da devlete çok geniş bir takdir yetkisi tanınmış oluyor. Peki ama bu takdir yetkisinin bir sınırı yok mu?

Geçtiğimiz hafta Gaziantep'te büyük bir trajediye tanıklık ettik. İddiaya göre bazı site sakinleri tarafından beslenen iki köpek, dört yaşında bir çocuğa saldırdı. Minik Asiye (Ateş) ağır yaralandı. Ailesine ne kadar geçmiş olsun desek az. Acısını paylaşmak istesek de, tarifsiz büyüklükte bir acı olsa gerek.

Bu türden olaylar ilk değil. Kentin çeşitli yerlerinde on kadar sokak köpeğini bizzat besleyen biri olarak şunu, tanıklıklarıma dayanarak, biliyorum: Kimi köpekler, sürü olarak gezmeyi seviyor ve bir araya geldiklerinde, kendilerine tehdit olarak algıladıkları kişi veya nesnelere karşı saldırganlaşabiliyor. Bunun büyük ölçüde nedeni, kimi insanların köpeklere dönük geçmişteki saldırgan tutumları ve köpeklerin buna bağlı hafızaları. Fakat nedeni ne olursa olsun bu saldırılar bazen yaralamalara, nadiren de olsa ölüme kadar varabiliyor.

Öyle ki bu konuda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin önüne kadar gelen davalar var.

Bu kararlardan ilki, Romanya'da yaşanan bir olayla ilgiliydi. 71 yaşında bir kadın, evinin önünde yedi sokak köpeğinin saldırısına uğramıştı. Saldırı nedeniyle kafa travması geçiren kadının kemiği çatlamış, bu nedenle de dört gün hastanede yatmak zorunda kalmıştı. Taburcu olduktan sonra, çok sayıda pahalı ilaç kullanmak zorunda kalan ve engelli statüsüne geçen kadın, konuyu Strazburg'a taşımıştı. İnsan Hakları Mahkemesi bu davada Romanya devletini hem sokak köpeklerine karşı gerekli önlemleri almadığı hem de bu konuda tazminat olanaklarını sağlayamadığı için Sözleşme'yi ihlal eder buldu.

İkinci karar Türkiye'ye karşıydı. Dokuz yaşındaki Gazal Berü, Bingöl'de arkadaşlarıyla köy mezarlığının yakınlarında yürürken beş altı sokak köpeğinin saldırısına uğramış ve yaşamını yitirmişti. Bu olayda minik Gazal'ın ailesinin iddiası, köpekleri jandarmanın saldırttığı, öyle olmasa bile saldırıyla ilgilenmediği yönündeydi. Konu Strazburg'a taşındığında Mahkeme, olayın trajik yönünü kaydetmiş fakat köpeklerle jandarma arasında ilişkiyi tespit edemediğini ayrıca devletin bu riski bildiğine dair bir kanıt olmadığını söyleyerek başvuruyu reddetmişti.

Aralarında bazı gelgitler olan bu iki karardan şunu anlıyoruz: Devletin, haberdar olduğu koşullarda, kişilerin sokak köpeklerinin olası saldırılarına karşı korunmak için bazı yasal ve eylemli adımlar atması gerekiyor. Buna "devletin pozitif yükümlülüğü" deniyor. Bu yükümlülük kuramı uyarınca devlet, sokak hayvanlarının insanlara saldırmasını önlemeye dönük kurallar koymak ve bu kuralları etkili biçimde uygulamakla mükellef. Buraya kadar yazılanlar açık sanıyorum.

Tartışma, önleme kurallarının hangi politikaya dayanacağı noktasında.

Hukukumuzda hayvanlar henüz bir hak öznesi sayılmadığı için insanların bedensel bütünlüğünün karşısına hayvanların haklarını koyamıyoruz. Böyle olunca da devlete çok geniş bir takdir yetkisi tanınmış oluyor.

Peki ama bu takdir yetkisinin bir sınırı yok mu?

Çatışmayı yerli yerine oturtmak

Öncelikle şu noktayı vurgulayalım: Devletin, insan yaşamını ve bedensel bütünlüğü koruma yükümlülüğü, "ne pahasına olursa olsun" türü bir koruma değildir. Bu yükümlülük, hak, ödev ve sorumluluklar ışığında hayata geçirilir.

Acaba hayvanların korunması bunlardan birine girer mi? Bence girer.

Öncelikle bu konu, insanların kişiliğini serbestçe geliştirmesinin, yani öznel gelişme hakkının kapsamındadır. Pek çok insan, yaşamlarını, hayvanlarla kurduğu ilişkiyle anlamlandırır. O kadar ki bu, başta yalnız yaşayan, yaşı ilerlemiş vb. kişiler olmak üzere pek çok insan için dış dünyayla bağ kurmanın başlıca araçlarından biri olabilir. Öte yandan, mesela bir vejetaryen açısından konu bir dünya görüşü meselesidir. Dolayısıyla düşünce ve vicdan özgürlüğüyle de ilintili yönler de mevcuttur.

Bu bakımlardan terazinin bir kefesinde maddi ve manevi bütünlük bulunsa da diğer tarafında da öznel gelişme hakkı, hatta dolaylı da olsa vicdan özgürlüğü vardır.

İkincisi, hayvanlar doğanın bir uzantısıdır. Sokak hayvanları da hem kentsel yaşamın hem de geniş anlamda çevrenin bir parçasıdır. Dolayısıyla meselenin (hayvanlar bağlamında) çevre hakkına bakan bir yönü vardır.

Üçüncüsü, bu denklemde hayvanların bir değer olarak tamamen yok sayılması mümkün değildir. Hukuk düzeni, hayvanları hak öznesi saymasa bile, onlara salt eşya muamelesi de yapmaz. Düşündükleri, uzun vadeli planlama yapabildikleri, acı ve keder duyabildikleri bilimsel olarak kanıtlanmış olan hayvanları sıradan nesneler olarak göremeyiz. Zaten bu nedenledir ki Türkiye'de yasama organı, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu çıkarmış, "hayvanların rahat yaşamlarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamak" amacını resmî olarak ifade etmiştir.

Hayvanlara zarar vermenin sadece hayvanlara değil, zarar veren insanı da değer kaybına uğrattığına dönük deontolojik yaklaşımları da akılda tuttuğumuzda asılında meselenin etik de bir boyutu olduğunu görürüz. Bu bakımdan çatışmanın "genel ahlakın korunması" gibi bir meseleyle de ilintili boyutu vardır.

Sonuç olarak; terazinin kefelerini şöyle tarif edebiliriz: Terazinin bir tarafından insanların sokak hayvanlarının saldırılarına karşı maddi ve manevi bütünlük hakları, diğer tarafında ise sokak hayvanlarına bakan insanların öznel gelişim hakları, çevre hakkı ve hayvanların acı ızdırap ve eziyetten korunması gerekliliği bulunuyor.

Yetkililer, meseleyi tek yönlü değil bu denkleme uygun olarak çok boyutlu olarak algılamalı.

Fotoğraf: Demet Aran / csgorselarsiv.org

Pratik uyuşum yöntemi

Anayasa hukuku alanında bu türden meselelerin nasıl çözüleceğine birikmiş bir literatür var. Bu literatürde Alman hukukçunda kabul gören yöntemlerden birine "pratik uyuşum" deniyor. Buna göre; bir çatışma çözülürken bir tarafın kazanıp diğer tarafın kaybettiği bir yaklaşımdan ziyade "kazan-kazan" yönteminin uygulanması, yani sorunun optimum fayda sağlayan yöntemlerle ele alınması gerekir.

Buradaki çatışma, bu yönteme tam olarak uyuyor. Fakat optimum noktayı bulmak için öncelikle sorun çözme olasılıklarının skalasını çıkarmak gerekiyor. Buna göre kamuoyunda gündeme gelen tedbirler, katıdan yumuşağına göre şöyle sıralanabilir:

Sokak köpeklerini;

(1) Zehirlemek,

(2) Barınaklara kapatmak,

(3) Periyodik bakım kaydıyla, kentin daha az insan bulunan yerlerine (gruplaşmayı önleyecek şekilde) taşımak,

(4) Kısırlaştırmak.

(5) Sokak köpeklerini kayıt altına alıp sürekli denetimde bulunmak.

(1) Zehirleme

Bu skaladaki birincisi, en zalimce olanıdır. Türkiye'de 2004 yılına kadar belediyelerin zehirli mama bütçesi de ayırarak resmî biçimde, 2004'ten sonra ise örtülü olarak uyguladığı bu tutum kesinlikle Anayasa'ya aykırıdır. Zira bu, insanların maddi ve manevi bütünlüğü dışında hiçbir değer tanımayan, hatta bizzat insan onurunu deontolojik olarak zedeleyen arkaik bir seçenektir. Bu seçenek kesinlikle reddedilmelidir. Gerçi zaten mevcut mevzuata göre sokak köpekleri, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanunu'nun öngördüğü istisnai koşullar (sınır kapısından kanunsuz sokulmak istenen ve bulaşıcı hastalığı bulunan kimi hayvanlara özgü özel koşullar vs.) dışında kesinlikle öldürülemez. Dolayısıyla yürürlükteki hukuk bile, bunu olasılık olmaktan çıkarmıştır.

(2) Barınaklara kapatmak

Barınağa taşıma, Recep Tayyip Erdoğan'ın bir çözüm olarak dile getirdiği, sonrasında Adalet Bakanı ve diğer bazı yetkililerin de tekrarladığı seçenektir. Bu seçenek fiili gerçeklerle son derece uyumsuzdur. Türkiye'de hem hayvan barınağı sayısı yetersizdir hem de koşulları zalimanedir. Resmî sayılara göre mevcut bin üç yüz doksan belediyedeki toplam hayvan barınağı (bakımevi) sayısı sadece iki yüz otuz yedidir. Buralardaki veteriner hekim sayısı da oldukça düşüktür. Çok sayıda ciddi rapor, barınakların hayvanlara zulüm getirdiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca bu tercih, kenti, sokak hayvanlarından tamamen arındırmak demektir. Bunun yukarıdaki gerekçelerle, pratik uyuşum sağlamayan bir dengesizlik getireceği açıktır.

Dahası bu seçenek, mevcut mevzuata da aykırıdır. Hayvanları Koruma Kanunu, sahipsiz hayvanların hayvan bakımevlerine taşınmasını kategorik ve kalıcı olarak izin vermemiş; rehabilitasyon amacına bağlı kılmıştır. Zaten o nedenledir ki ilgili Yönetmelik de, sahipsiz hayvanların nakledilmesi "güçten düşmüş olma" kaydına tabi kılmıştır. Örneğin kimseye zararı olmayan, sokakta doğmuş ve büyümüş kendi hâlindeki sağlıklı bir köpeğin barınağa taşınması kanuna aykırıdır.

Ayrıca güçten düşmüş olanlar için dahi sınırlı sayıda amaçla gerçekleştirilen nakillerin, sahipsiz hayvanların kendi mekânlarında, bulundukları bölge ve mahallerde yaşamaları sorumluluğunu üstlenen gönüllü kişilerce (yerel belediyelerle iş birliği içinde) yapılmasının öngörüldüğü de unutulmamalıdır.

(3) Farklı yere taşımak

Üçüncü olarak, sokak köpeklerini kentin daha az insan bulunan yerlerine (gruplaşmayı önleyecek şekilde) taşıma seçeneği ileri sürülüyor. Bu seçeneği ileri sürenler, belediyenin kent dışındaki mekânlarda köpeklere bakım sağlaması koşuluyla bunun makul olduğunu dile getiriyor. İlk bakışta makul gibi görünen bu seçenek, sokak hayvanlarına bakan kişilerin öznel gelişimini, sokak hayvanlarının yüksek yararını, kentteki çevresel dengenin bir parçası olduğunu ve Türkiye'nin kültürel tarihindeki kendine özgü yerini fazlasıyla göz ardı ediyor.

Öte yandan, geçmişte sokak köpeklerinin "Hayırsız Ada"ya (Sivriada) toplu olarak nakledilmesi ve bunun hayvanların üzerindeki olumsuz etkisini de göz ardı edemeyiz. O deneyim, bu politikanın oldukça zalimane olduğunu göstermiştir.

Dahası, böyle bir politika da mevcut mevzuatla uyumsuzdur. Kanun, güçten düşmüş sahipsiz hayvanların bakımını düzenlerken, "müşahade yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır" demektedir. Güçten düşmüş hayvanlar için dahi alındıkları ortama bırakma esasken, sağlıklı durumdaki sahipsiz hayvanların yaşam alanlarından koparılmaları "evleviyetle" (a fortriori) yasaktır.

(4) Kısırlaştırmak

Buraya kadar yazılanlar, yasal olmadığı gibi çatışan hak ve menfaatler arasında pratik uyuşum da sağlar görünmüyor. Dolayısıyla anayasal da sayılmaz. Fakat bu aşamadan sonraki seçenekler bu marja girmeye başlıyor.

Kısırlaştırma, günü birlik çözümlere göre en gerçekçi ve ayakları yere basan seçenektir. Hayvanların aile kurma veya insana özgü toplumsal ilişki biçimleri olmadığı için kısırlaştırmanın hayvanlar üzerinde ağır sosyo politik etkileri yoktur. Kent yaşamında doğal yaşama nazaran çok daha sık temas hâlindeki sokak hayvanlarının kontrolsüz üremesinin engellenmesi, onların yaşam kalitesini arttırır. Kısırlaştırmanın meme ve prostat kanserini önleyici yönü de dikkate alındığında bu seçenek, hayvan sağlığını koruyan ve aynı zamanda sorunu hem kökten hem de uzun vadede çözen bir potansiyel taşır.

Zaten Kanun da bu mantıkla kaleme alınmıştır: "Kontrolsüz üremenin önlenmesi için, hayvanlara acı vermeden kısırlaştırma müdahaleleri yapılır." Denmiş, ayrıca sahipli hayvanlar için dahi "kontrolsüz üremeyi önlemek amacıyla, toplu yaşanan yerlerde beslenen ve barındırılan kedi ve köpeklerin sahiplerine kısırılaştırılması esastır." Bu mantığa göre devlet, kontrolsüz üremeyi azaltmalı, "sahiplenilmeyi" bekleyen sokak hayvanlarına birer "sahip" bulmaya çalışmalı ve üremeye de bu konuda sorumluluk üstlenen kişilerin kayıt yaptırması kaydıyla izin vermelidir. Kısırlaştırma sonrasında yaşam alanına geri bırakılan sahipsiz hayvanların saldırganlık özelliklerinin ve sayılarının azalması, sorunun şimdilik gerçekçi çözümünün bu olduğunu gösterir.

Bu optimum noktadan daha ileri politikalar tabii ki hayata geçirilebilir. Fakat Türkiye'de kanunun öngördüğü bu seçeneğin gereği bir türlü yapılmamaktadır. Bunun nedeni ise açıkça parasaldır. Belediyelerin bu politika için yeterli bütçe ayırmamakta, Bakanlığın da Kanun'un (md. 19) öngördüğü mali destekten kaçınmaktadır.

Dolayısıyla "sokak hayvanlarının yeri barınaklardır" diye kestirip atmaktan ziyade yetkilileri yasanın gereğini yapmaya çağırmak; bu konuda daha tutarlı ve sistemli politikaları hayata geçirmek gerekir.

(5) Kayıt altında denetim yapmak

Son seçenek "sokak köpeklerini kayıt altına alıp sürekli denetimde bulunmaktır. Bu, pratik uyuşum açısından etkili bir tutumdur ve (kısırlaştırma olsun veya olmasın) devletin zaten yükümlülüğüdür. Dolayısıyla kısırlaştırma seçeneğiyle birlikte uygulama bulması da gayet mümkündür.

Geçtiğimiz hafta 81 ile gönderilen genelgede bu yönde bir tedbirin olduğunu gördük. Genelge, ilk bakışta tutarlı görünse de tartışmalı yön barındırıyor. "Yasaklı köpek cinsleri"ne gönderme yapan genelgede, Amerikan Pitbull Terrier, Dogo Argentino, Fila Brasilerio, Japanese Tosa, American Staffordshire Terrier ve American Bully ırklarını yasaklı sayılıyor ama listeleme kriterleri belirtilmiyor. Bunun arka planında büyük ihtimalle bu hayvanları tehlikeli sayan mitlerde yatıyor. Oysa bilimsel araştırmaların bulgularına göre bu köpekler veya herhangi bir köpek türü diğerlerinden daha tehlikeli değildir. Bazı köpek türlerinin daha saldırganlık göstermesi, olsa olsa daha yaygın olarak saldırgan amaçlarla sahiplenilmeleri, sorunlu biçimde eğitilmeleri ve psikolojileri bozularak terk edilmeleri olabilir. Fakat bu tartışmalı yön bir tarafa bırakılırsa genelgede hayvanların kayıt altında tutulması ve rehabilitasyon temelli olarak kontrol edilmesini önemli ve değerli saymak gerekir. Fakat bunda da kontrol kavramının, tedavi amaçlı durumlar hariç olmak üzere barınağa kapatma anlamına gelmediği bilinmelidir.

* * *

Biraz uzun ve teknik bir yazı oldu, biliyorum. Ama tüm bu teknik noktalar, savunmasız ve dilsiz sokak köpeklerine ses vermek için önemli…