Tolga Şirin

19 Aralık 2020

Peki AK Parti kapatılır mı?

Geçmişte AK Parti'nin öncülü olan siyasi partiler hakkında açılan davalar hakkında hafızaları tazeleyerek Türkiye'nin laiklik konusunda nereden nereye geldiğini çıplak hâliyle göstermek istiyorum

Başlıktaki sorunun kışkırtıcı olduğunu biliyorum. Halkların Demokratik Partisi'nin kapatılması istemi gündemi devam ederken, dramı tırmandırmadan hemen yanıt vereyim: Hayır, kapatılmaz! Bu yanıtın nedeni normatif hukuka dayanmıyor. Zira, kâğıt üzerinde, yani anayasa metninde yazılı olanlara ve eski içtihatların bize söylediklerine bakarsak yanıt farklı olabilirdi. Bu yanıt, Alman anayasa hukukçularının "anayasal gerçeklik" dedikleri bir metoda dayanıyor. Bu metot, anayasal belgelerde yazılanlara; politik kültür, gelenekler, ekonomik durum, toplumsal bağlam vb. öğelerle birlikte anlam verilmesini esas alıyor.

Anayasa'nın normatif anlamı ile "anayasal gerçekler" bazen kesişir bazen alakasız kalabilir. Örneğin AK Parti hakkında açılacak olası bir kapatma davasıyla ilgili kesişim, "Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi" denilen yapının kurgusunda bulunuyor.

Türkiye'nin eski sisteminde Cumhurbaşkanı parti üyesi olamazdı. Hatta Anayasa'nın ilk metni, Cumhurbaşkanının TBMM tarafından ve uzlaşıyla seçilmesini öngörüyordu. Bu kurgu uyarınca tarafsız olacağı varsayılan Cumhurbaşkanının siyasi parti kapatma davalarının savcısı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve kapatma davalarının mahkemesi Anayasa Mahkemesinin üyelerini atamasını öngörüyordu. Sonradan Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ögesi getirilerek bu makam politize edildi ve denge bozuldu. 2017 Anayasa değişikliğiyle beraber Cumhurbaşkanının partili olabileceği söylendi. Denge falan kalmadı. Çünkü söz konusu atama yetkilerinden vazgeçilmedi. Bu ise şöyle absürt bir durum yarattı: Partili Cumhurbaşkanının (örneğin bir partinin genel başkanının) atayacağı bir savcı, kendisini atayan kişinin başkanlık ettiği parti hakkında dava açacak. Varsayalım ki böyle bir dava açıldı. Bu davayı, parti genel başkanının atadığı hâkimlerin çoğunluğu oluşturduğu bir mahkeme görecek. Davada savunmayı, partinin genel başkanı, Cumhurbaşkanlığı şapkasını çıkartarak (?) yapacak.

Hukukta "kimse kendi davasının yargıcı olamaz" (nemo judex in sua causa) diye temel bir ilke vardır. Burada yargılanacak kişi, (dolaylı da olsa) sadece yargıç değil, savcı bile olabiliyor.

Aslında, anılan hükümler olmasaydı bile anayasal gerçeklik, bize böyle bir davanın açılmayacağını söyletirdi. Fakat 2017 değişikliğinin sorunlu içeriği, kâğıt üzerinde bile böylesi bir davanın açılmasının, açılsa bile kapatma kararının çıkmasının pek olası bulunmadığını gösteriyor.[1]

Peki ama bir an için bunlar göz ardı edilse ve bir kapatma davası açılsa acaba sonuç ne olurdu? Bu kurgusal soruyu yanıtlamayacağım fakat geçmişte AK Parti'nin öncülü olan siyasi partiler hakkında açılan davalar hakkında hafızaları tazeleyerek Türkiye'nin laiklik konusunda nereden nereye geldiğini çıplak hâliyle göstermek istiyorum.

Millî Nizam Partisi'nin kapatılması

AK Parti'nin içinden çıktığı Millî Görüş Hareketi'nin ilk siyasi partisi olan Millî Nizam Partisi, Anayasa Mahkemesince 1971'de kapatılmıştı. Bu partinin kapatılmasında, genel merkezinin basıp dağıttığı üç kitap özellikle önem taşıyordu. Bunlar: "İslam ve İlim", "Basında Profesör Doktor Necmettin Erbakan", "Mecliste Ortak Pazar" isimli eserlerdi. Mahkeme, büyük ölçüde Necmettin Erbakan'ın konuşmalarından derlenen ve on binlerce dağıtılan bu eserlerden hareketle partinin yapısını çözümlemiş; eserdeki her konuşma ve açıklamanın dinsel referanslara dayandırılıp neredeyse her tartışmanın dini alana çekildiğini kaydetmişti. Mahkeme, bunun yanı sıra ve özellikle şu noktaları laiklik ilkesiyle uyumsuz saymıştı:

- "Her alanda İslamlaşma"nın gerekli olduğunun salık verilmesi,

- Din ve devletin ayrı düşünülemeyeceği savının ileri sürülmesi,

- Din derslerinin zorunlu kılınması gerektiği propagandası,

- Hafta tatilinin cuma gününe kaydırılması söylemi,

- Türk Ceza Kanunu'ndaki şeriat devleti propagandası suçu (md. 163) hükmünün kaldırılması amacı.

Bu eserlerden başka, parti kongresinde okunan "Allah'ın hakkı tutma, iyiyi sağlama ve kötüyü menetme yolunda bulunmak üzere seçtiği aziz ve mümtaz milletimiz" diye başlayan, Türklerin tarihini Müslüman oldukları dönemden alıp 150 yıldır süregelen yenileşme çabalarını ise "milletin bünyesine mikroplar aşılama" olarak tanımlayan bir "beyanname"ye atıf yapılmıştı. Ayrıca, kongrede "Herkes duyacak bilecek/Saklanmaz gayri bu gerçek/Yaprak yaprak çiçek çiçek/Tek yol İslâm yazacağız" diye dizeleri olan Millî Nizam Ahdı/Marşı'nın okunması da laikliğe aykırılık belirlemesinde esas alınmıştı.

Refah ve Fazilet partilerinin kapatılması

Millî Nizam Partisi kapatıldıktan sonra Millî Selamet Partisi kurulmuş fakat bu parti de, 12 Eylül ile birlikte kapatılmıştı. Aynı geleneğin 1983 yılında kurduğu parti (Millî Nizam Partisi'nin kapatılmasına neden olan "zorunlu din dersi" talebini anayasal düzeye taşıyan) 1982 Anayasası'nın ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in yoğun dinsel söylemlerinin yarattığı esintiyi arkasına alarak aşamalı olarak yükseldi ve 1995'te birinci parti oldu. Refah hakkında, iktidar ortağı olmasından kısa bir süre sonra bir kapatma davası açıldı ve bu davadaki kapatma kararı, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinden de olur aldı.

Söz konusu davanın odaklarından biri, 1970'li yılların gündeminden farklı olarak "başörtüsü yasağı"ydı. Fakat bundan başka, parti üyelerinin açıklamaları uyarınca üç nokta özellikle kapatma kararında temel oldu:

- Çok hukuklu bir sistem kurma planı (örneğin herkesin kendi dininin kuralları uyarınca evlenmesinin [dini nikah] tanınmasından başlayarak, genel olarak mensubu olduğu dine göre kurallara tabi olması; birey olmasına göre değil cemaatlerine göre haklardan yararlanması esası)

- Şeriat gündemi (Parti üyelerinin Türkiye'deki laik düzeni değiştirerek yeni bir İslami düzen kurma "dava"sı)

- Zor kullanma olasılığı (yoğun biçimde gündemde tutulan "cihat" mantığı, Müslümanların "kinlerini" canlı tutmaları söylemi, imam hatiplerin kapatılması için gerekirse "sokağa çıkılması" söylemi vb.)

1997'de kurulan Fazilet Partisi hakkında 1999'da açılıp 2001'de sonuçlanan kapatma davasının odağı ise söz konusu partinin Refah'ın devamı olup olmadığıydı. Bu bağlamda başörtüsü yasağı ile ilişkili gerilimler davada esas alınmıştı ama bunun yanı sıra cihatçılık ve genel olarak laik düzene karşı savaşım, Mahkemenin odaklandığı noktalardan olmuştu. Fazilet Partisi, Anayasa Mahkemesinin verdiği kapatma kararını, Avrupa organları önüne taşıdıysa da bu davayı sonradan geri çekti.

AK Parti hakkındaki kapatma davası

AK Parti hakkındaki dava, partinin iktidarının altıncı yılında (2008), dönemin Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından açılmıştı. Başsavcının iddialarında yine başörtüsü yasaklarıyla ilgili polemik öne çıkıyordu. Fakat dava sadece bununla ilgili değildi. Başsavcının çok sayıda beyan ve açıklamaya atıfla sunduğu iddianamesindeki ögeler esasen şunlardı:

- Söz konusu partinin nihai amacının bir şeriat sistemi olduğu ve fakat bu amaca ulaşıncaya kadar "ılımlı İslam" politikası görüntüsü altında takiye yönteminin kullanılması,

- İslami terör örgütlerinin kullanılması ihtimaline açık olunması,

- İslami hukuk, yani şeriat kurallarına göre "çok hukuklu" bir sistemin kurulma gündeminin takip edilmesi,

- Toplum ilişkilerinin İslami kurallar ve referanslara göre biçimlendirilmek istenmesi,

- Laik politikaların, inananlar için "zulüm" olarak propaganda edilmesi,

- Gençleri alkol ve uyuşturucu maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki yasağını esas alarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta hukuka aykırı kısıtlamalara gidilmesi.

Bu iddianame, Anayasa Mahkemesinin üyelerinin çoğunluğunu ikna etmişti. Anayasa Mahkemesi, AK Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu tespit etti. Ne var ki üyeler arasında, uygulanacak yaptırıma ilişkin fikir aykırılıkları vardı. O zamanki on bir üyeden altısı, AK Parti'nin kapatılmasını; dördü, hazine yardımından yoksun bırakılmasını; sadece biri (Haşim Kılıç) bu talebin reddedilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Yani çoğunluk, partinin kapatılması düşüncesindeydi. Ne var ki AB uyum sürecinin gereği olarak 2001'de yapılan anayasa değişikliklerinden sonra, parti kapatma kararı verilmesi için beşte üç (yedi üye) çoğunluk koşulu aranıyordu. Bu nedenle altı üyenin kapatma yönünde oy kullanması yeterli olmadı. Bu oylar "devlet yardımından yoksun bırakma" yönündeki oylara kaydı. Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı olduğu tespit edilen AK Parti hakkında, bire karşı on oyla devlet yardımının yarısından yoksun bırakma karar verildi.

AK Parti hakkındaki davada dikkate alınan mevzuat kural olarak bugün de yürürlükte. Gelgelelim bunun ne denli uygulanabilir olduğu tartışmalı.

Örneğin Siyasi Partiler Kanunu'na (md. 87) göre:

"Siyasi partiler, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar."

Keza siyasi partilerin "Atatürk'ün şahsiyet ve faaliyetlerini veya hatırasını kötüleme veya küçük düşürme amacını gütmesi ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunması" (md. 85), "laiklik ilkesinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını gütmesi ve bu amaca yönelik faaliyette bulunması" (md. 86), "herhangi bir şekilde dini tören ve ayin tertiplemesi veya parti sıfatıyla bu gibi tören ve ayinlere katılması", "dini bayramları, ayinleri ve cenaze törenlerini parti gösterilerine ve propagandalarına vesile etmesi" (SPK md. 88) yasaktır.

Bu hükümler, Türkiye'nin gerçekliğinde unutulmuş ve yaptırımsız normlar olarak duruyor olabilir ama yine de mevzuatta var. Eğer gerçekten uygulanabilir olsalardı sonuçlarının ne olacağını ise okurun takdirine bırakıyorum…



[1] Yazının insicamını bozmamak için aktarmadım ama zaten Siyasi Partiler Kanunu'nun md. 108 hükmünün, 2010 yılında iptal edilmesinden sonra, artık olası parti kapatma davaları kolaylıkla açığa düşebilir. Bu hüküm şöyleydi: "Bir siyasi partinin kapatılması için dava açıldıktan sonra o partinin yetkili organı tarafından verilen kapanma kararı, Anayasa Mahkemesinde açılmış bulunan kapatma davasının yürütülmesine ve kapatma kararı verilmesi halinde doğacak hukuki sonuçlara hükmedilmesine engel değildir." Bu bakımdan HDP hakkında açılacak olası bir davada AYM'deki üçte iki çoğunluğun (2010 değişikliğinden sonra böyle bir karar verilmesi için 10 üyenin bu yönde oyu kullanması gerekiyor) kapatma yönünde oy kullanma olasılığının düşüklüğü bir yana, böylesi bir manevra karşısında mevzuatın yetersizliği de söz konusu söylemin gerçek olması ihtimalini iyice zayıflatıyor.