Tolga Şirin

11 Nisan 2023

Ön seçimden kaçan partiler demokrasi getirebilir mi?

Türkiye, bir seçime daha parti içi demokrasinin önemli bir ögesini yok sayarak giriyor. Muhalefettekiler, bu seçimin bir bakıma "demokrasi için ölüm kalım seçimi olduğu"nu ileri sürüyor. Fakat bunu derken bile, en azından belli sayıda adayı ön seçimle belirlemeye yanaşmıyorlar

Almanya'da Otto von Bismarck'a atfedilen bir söz vardır: "İki şey halkın gözü önünde yapılmaz, biri sosis imalatı, diğeri siyasi pazarlık. İkisi de mide bulandırır."

Bu söz gerçekten böyle mi veya Bismarck'a ait mi emin değiliz ama bu sözle dikkat çekilen şeyin fazlasıyla doğru olduğunu biliyoruz.

Geçtiğimiz haftalar, bu türden pazarlıklarla geçti. Nihayet siyasi partiler, milletvekili aday listelerini Yüksek Seçim Kuruluna verdi. Haftalarca "kim Cumhurbaşkanı adayı olacak?" diye süregelen tartışmalar, bu defa yerini "kimler milletvekili adayı olacak?" sorusuna bıraktı. Ne yazık ki ideolojilerden, ilkelerden ve programlardan çok, kişiler ve ayak oyunları konuşuldu. Bu düzen yerinde durdukça belli ki bu böyle devam edecek.

İşin ilginci, son ana kadar kimlerin aday gösterileceği sadece biz sıradan insanlarca değil, siyasi partilerin önde gelen figürlerince de bilinmiyordu. Eminim ki pek çok aday adayı, kendi akıbetlerini basından öğrendi. Yine eminim ki pek çokları, üniversite sınav sonucunu bekleyen öğrenciler misali son ana kadar nefeslerini tutup listenin basında çıkmasını beklediler. Kimileri listede aday olduğu için havalara uçtu, kimileri de genel başkanlarının kendilerini bu göreve layık görmemesine şaşırıp hayal kırıklığına uğradılar.

Oysa milletvekilliği, sözde ülkenin en saygın ve onursal makamlarından biri. Bu belki abartılı bir belirlemedir. Ama öyle bile olsa milletvekili adaylığı bu kadar ayağa düşmemeli, bir kişinin iki dudağı arasına sıkışmamalı değil mi?

Ama yine yeniden düştü ve sıkıştı.

Bence bunda hem Anayasa Mahkemesinin hem de siyasi partilerin payı var.

Anayasa Mahkemesinin payı

Anayasa'ya (md. 69) göre "Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir."

Burada atıf yapılan kanun, 1982 Anayasası'nın kabul edilmesinden hemen sonra 1983'te kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu'dur. Bu Kanun'un ilk hâlinde (md. 37) siyasi partiler Anayasa'nın dediği gibi demokrasi ilkesine uygun çalışsınlar diye, siyasi partilerin tüm üyelerinin katılımıyla yapılacak "ön seçim" usulüyle aday belirleme esası öngörülmüştü. Bu yönteme göre ön seçim, her seçim çevresinden kaç aday çıkacaksa onun iki katı kadar aday adayı arasından yapılacaktı.

Bu zorunlu usul, ne yazık ki uygulama bulmadı. Kanun'a, bu usulün 1983 seçimlerinde uygulanmamasını öngören bir geçici madde kondu. Bunun nedeni, 12 Eylül'de kapatılmış olan siyasi partilerin bir ön seçim yapamayacakları varsayımıydı. Dolayısıyla 1983 seçimlerinde ön seçim usulü uygulanmadı. Fakat sonraki seçimlerde uygulanacağı düşünüldü.

Ne var ki; askerlerin gölgesinde gelen bu kural, "pek sivil" Anavatan Partisi (ANAP) hükûmeti tarafından beğenilmedi. ANAP'ın teklifiyle 1986'da zorunlu ön seçim usulü kaldırıldı. O zamanki Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP), bunu Anayasa Mahkemesine taşıdı.

Mahkeme, bence hayli sorunlu bir kararla, aday göstermeyi partilerin iç meselesi saydı. Ön seçim olmadan da parti içi demokrasi olur dedi. Bunun üzerine bugünlerde pek demokrat olarak anılan ANAP, hızını alamadı. Karardan kısa bir süre sonra, 1987 seçimi için ön seçimi tamamen yasaklamaya çalıştı. Anayasa Mahkemesi ancak o noktada buna dur dedi. Mahkemeye göre ön seçim yapmak veya yapmamak serbesti meselesiydi. Partiler ön seçim yapmaya veya yapmamaya zorlanamazdı.

Siyasi partilerin payı

Anayasa Mahkemesinin aday belirleme konusunda siyasi partilere bıraktığı serbesti, sürpriz olmadığı üzere ön seçim yapmama yönünde kullanıldı. Öyle ki Anayasa'da zikredilen parti içi demokrasi sadece lafta kaldı.

Ön seçim tek yöntem sayılmayınca, bunun dışında üç başka yöntem daha mümkün oldu: (1) aday yoklaması, (2) merkez yoklaması, (3) merkezden atama.

Aday yoklaması, partinin belli önde gelenlerinin (örn. il başkanları, il genel meclisi üyeleri, mevcut veya eski TBMM üyeleri, bizzat aday adayları, delege ve kurultay üyeleri vs.) yapacağı seçimi ifade eder. Bu yoklamada oy hakkı bazen, aidatını düzenli ödeyen, aktif üyelere kadar genişletilebilir. Söz konusu usulde ilçe seçim kurulları denetimi esastır.

Merkez yoklaması, adayların merkez organları tarafından belirlenmesi usulüdür. Bu belirleme yapılmadan önce, yine merkezi yönetim organlarının usulünü ve zamanlamasını belirleyeceği bir yönteme dayanan "eğilim yoklaması" yapılır. Eğilim yoklaması yönteminde (örn. sandık veya adayların isimlerini yazıp yollama vs.) yargı organlarının değil, partinin kendi organlarının denetimi esastır.

Merkez adaylığı, merkezin (hatta çoğu kez genel başkanın) yapacağı atamaya dayanan adaylığı ifade eder. CHP, DSP ve ANAP'ın sunduğu bir teklifle 1998 yılında Siyasi Partiler Kanunu'na giren bu usul, TBMM üye tam sayısının yüzde 5'inden (30 milletvekilliğinden) fazla aday için uygulanamaz.

Kanun, bu usullerden her birini tercihe bıraktığı için siyasi partiler de doğal olarak merkezileşme eğilimi gösteriyor. Parti tüzüklerine baktığımızda bu usullerin dördü birden sayılıyor ama tüm partiler, bu konudaki inisiyatifi yönetim organlarına bırakıyor. Onlar da en demokratik usul olan "ön seçim"i es geçiyor.

Sapma olasılığı olan partiler

Bundan görüntüde sapan partiler yok değil.

Örneğin CHP Tüzüğü (md. 52) diğer tüm partilere nazaran özgün nitelikte. Tüzük, ön seçimin ve aday yoklamasının "öncelikli yöntemler" olduğunu söylediği gibi; Parti Meclisi'nin tüm milletvekili adaylarının yüzde 15'inden fazlasını belirleyemeyeceğini öngörüyor. Buna göre normalde geriye kalan adayların -prensip itibarıyla- ön seçimle veya yoklamayla belirlenmesi gerekiyordu. Fakat belli ki Tüzük'teki istisnalar, özellikle "ittifak ihtiyacının gerekleri" bundan sapılmasını gerektirdi.

AK Parti (md. 124) veya Gelecek Partisi (md. 111) tüzükleri, seçim çevrelerinin en az yarısında ön seçim ve aday yoklaması usullerinden birinin uygulanmasına "özen gösterileceği"ni söylüyor. Fakat bu hükümler mutlak ve bağlayıcı değil, sadece birer temenni kabilinden…  Önceki seçimlerde bu "özen"in gösterilmediğini biliyoruz.

Bu seçimde de durum farklı olmadı. TBMM çatısı altındaki partilerde ön seçim, adayların belirlenmesinde esas olmadı. Az sayıda partinin ulaşabileceği en demokratik hat, anca "eğilim yoklaması"na varabildi.

Sonuç itibarıyla Türkiye, bir seçime daha parti içi demokrasinin önemli bir ögesini yok sayarak giriyor. Muhalefettekiler, bu seçimin bir bakıma "demokrasi için ölüm kalım seçimi olduğu"nu ileri sürüyor. Fakat bunu derken bile, en azından belli sayıda adayı ön seçimle belirlemeye yanaşmıyorlar. Bu ise müstakbel siyasal düzende, yine kapalı kapılar arkasındaki pazarlıkların esas olacağını gösteriyor.

Aksini bekliyor değildik, dolayısıyla şaşırmadık. Ama umalım ki kapalı kapılar açıldığında midemizin kaldırabileceği bir görüntü ortaya çıksın...

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.