Tolga Şirin

08 Aralık 2020

İçki yasakları ve iktidar sarhoşluğu

Her gecenin de bir sabahı vardır. Bu bildiğimiz sarhoşluk kadar iktidar sarhoşluğu için de aynen geçerlidir

İlk gençlik yıllarımı İzmir'de, 1990'lı yıllarda geçirdiğim için "çelik-çekirdek" laik bir ortamda büyüdüm. O yıllarda "içki" (bugünlerde nedense daha olumsuz bir tını içeren "alkol" ifadesi tedavülde) sadece "içki" anlamı taşımıyordu. Mesele, sağlıkla veya içki içip içmemekle değil; ona nasıl bakıldığıyla ilgiliydi. İçkiyle kurduğunuz ilişki, dünyayı nasıl algıladığınıza, en azından yaşam tarzınıza dair bir işaretti. İçkinin görünürlüğüne tahammülsüzlük, sağcılık veya solculuğun hatta dindarlığın değil, o yıllarda İzmir'deki yaygın kabul gören jargonla söylersem "dinciliğin" turnusol kâğıdı gibiydi. Hâlâ da pek çokları için öyledir. Ama o günlerde laik refleksler daha "zinde" idi.

Toplumun farklı kesimlerinde var olan o laik refleks, 2000'li yılların postmodern söylemleriyle aşındırıldı. Modern kavramlara dönük batıda geliştirilen postmodern eleştiriler, Türkiye'de modernizm karşıtı (premodern) gericiliğin eline düştü. Kimlik (aslında cemaatçi) politikalarının, toplumcu politikalara karşı yeniden öne çıkması ile laikliğe yapılan göndermelerin demode sayılması el ele gitti. Türkiye'ye özgü ve kendinden menkul bir "seküler" kavramının tedavüle sokuluşu ile pejoratif anlam taşıyan "laikçi" ifadesinin yaygınlaşması aynı zamanlara denk düştü. Anadolu taşrasında her şeye rağmen rakı kadehini eline alabilen ve "şuh" kahkahasını esirgemeyen cesur kadınlar, karikatürize edildi. Laiklik, yalılarda yaşayan, toplumdan kopuk, kibirli ve azınlıkta kalan elitlere özgü bir sıfatmış gibi bir algı oluşturuldu. Bu profili "CHP kadın kolları" stereotipinde cisimleştiren espriler, tüm bayağılığına rağmen yaygınlaştı.

Oysa Uşaklı çiftçiden Ağrılı esnafa, Edremitli emekli öğretmenden Sinoplu işçiye gerçek laikler anlatının tam zıttı idi. Onlar, dün de bugün de her şeye rağmen ayaktalar. Üstelik Anadolu kültürünün parçası olan içkiyle de kavgalı değiller. Fakat bu İslamcı hegemonya bazı şeyleri, en azından az önce değindiğim laik refleksi tahrip etti. Öyle ki içki yasakları gibi Cumhuriyet tarihinin "hassas" konularından biri dahi, günümüzde beklenen tepkiyi alamaz hâle geldi. CHP'nin umut vadeden İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu bile, belediye tesislerinde daha on yıl öncesine kadar yürürlükte olmayan içki yasaklarını kaldırmayı dile bile getiremez oldu.

Türkiye tarihindeki bazı içki yasakları

İçki yasaklarının kökleri Osmanlı'ya kadar gider. Osmanlı'da bu yönde yasaklar, farklı düzeylerde de olsa hep olagelmiştir. Fakat düzey, politik atmosfere göre değişir; iktidarın yeniçerilerle olan gerilimine bağlı olarak hiddetlenir veya yumuşardı. Çoğu kez yaptırımı para cezasıydı. Bu eyleme idam cezasının getirildiği IV. Murat zamanında ise "kahvehanelerde devlet aleyhine konuşmalar yapıldığı" düşüncesiyle kahve ve kahvehaneler dahi yasaklanmış, içki ve muhaliflik eşdeğer görülür olmuştu. II. Mahmut döneminde de yeniçerilerin toplanma ve buluşma yeri olmaması için kahvehane yasağının bir süre daha sürdürüldüğü bilinir.[1]

İçki, Türkiye'de de politik tartışma konusu olmuştur. Millet Meclisi, 1920'de Ankara'da toplandıktan hemen sonra, 28 Nisan 1920'de Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey (İttihat ve Terakki karşıtı, 2'nci Grubun lideri ve Mustafa Kemal Paşa'yla Meclis'teki en sert tartışan isimdir) ve arkadaşları içki içilmesini, üretilmesini ve satılmasını yasaklayan bir yasa önerisini sunmuşlardır. Men'i Müskirat Kanunu tasarısı, içki içenlere değnek ve ağır para cezası uygulanması, bu kişilerin belediyede ayak hizmetlerine alınması ve memurluktan çıkarılmasını öngörüyordu. Bu gelişme, Birinci Meclis'te iktidar-muhalefet bloklarının oluşumunu da tetiklemişti; aydınlanmacılar ile şeriatçılar arasındaki hem çatışmanın hem de milliyetçi buluşmanın -gayrimüslimlerin elindeki sanayi ve ticaret alanına müdahale uyarınca- cismi olmuştu.[2] (Rıza Nur'un yazdıklarına bakarsak yasağın arkasında Mehmet Akif Bey de vardı ve bu kamplaşmaya dayalı olarak İslamcı bir parti kurma isteği taşıyorlardı.)

Kanun çıktı ama Cumhuriyet'in ilanından sonra içki yasağının kaldırıldığının müjdelenmesi gecikmedi. Dört yıllık yasaktan sonra 1924'te Hamdullah Suphi Bey, yasağın kaldırılışını "Ali Şükrü vefat etmiştir. Şeyh Said köyüne çekildi. Mehmet Akif Ankara'yı bırakıp Kahire'ye gitti. Bugün Men-i Müskirat Kanunu denilen ucubeyi kaldırdık" diye duyurdu; yani rövanş gecikmeden alınmış oldu.[3] İçki, Cumhuriyetle birlikte yeniden serbestleşti; üstelik laikliğin ilanından sonra böyle bir yasak düşünülemez hâle geldi.

Zaten dikkat edilirse Cumhuriyet tarihinde Türk sağının ana damarının da içkiyle özel bir kavgasının olmadığı görülür. II. Abdülhamit'te rom sevdasıyla cisimleşen gelenek, örneğin Menderes'te sek rakı, Özal'da nadir de olsa konyak, Demirel'de viskiyle devam etmiştir.

AK Parti döneminin içki politikaları

"İçkiyle mücadele dönemi" olarak ifade edebileceğimiz AK Parti iktidarları süreci ise bundan sapmayı yansıtır. AK Parti, daha 2002'de iktidar hazırlıkları yaparken, içki yasaklarını halkoylamasına sunacaklarını, ayrıca TEKEL'i özelleştireceklerini duyurmuştu. "TEKEL'i babalar gibi satarım" diyen Maliye Bakanı Kemal Unakıtan dönemiyle başlayan süreç, yok pahasına satımla devam etti. İçki doğrudan yasaklanmamışsa da; içkiye vergi üstüne vergi konularak baskılama ve kamu sağlığını koruma iddiasıyla sürekli bir kavga gündeme taşındı.

Kişisel olarak, 2002 yılında, 70'lik rakının fiyatının 8,25 TL olduğunu net hatırlıyorum. Büyük rakının bugünkü fiyatı ise 152,50 TL'dir. Aradan geçen 18 yılda uygulanan zam yüzde 1800'e ulaşmış bulunuyor. Rakıdaki alkol oranı yüzde 45 iken uygulanan veri oranı yüzde 72'lere kadar çıktı. Buna göre bir rakıyı 40 TL'ye alan yurttaş, üç rakı parası kadar da (yaklaşık 112 TL) devlete ödüyor. Yani her bir yudum karşılığında üç yudum da devlete içiriliyor. Bu vergi politikası, gelinen aşamada ceza en azından kabahat gibi değilse nedir?

Bu, makul ve haklı çıkarılabilecek bir tavır sayılamaz. Dahası, diğer pek çok uygulamayla birlikte ele alındığında, bunun arkasında İslamcı bir motivasyon olduğu apaçıktır. Bu gerçek, Anayasa Mahkemesi tarafından da tespit edilmiştir. "Hafıza-i beşer nisyanla maluldür" derler. Belki çoğu kişi unutmuş olabilir ama bundan 12 yıl önce Anayasa Mahkemesi, AK Parti hakkında bir kapatma davası görmüş ve bu partinin "dini ve dinsel duyguları istismar" ettiğini, hatta "demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı" olduğunu tespit etmişti. Bu tespit uyarınca (bir oy eksik bulunduğu için) partinin kapatılmasına karar verilmemişse de "devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması" sonucuna ulaşılmıştı.

Söz konusu davanın en ilginç yönü içki yasaklarıyla ilgiliydi. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, iddianamesinde, AK Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerini açıklarken Belediyeler Kanunu'nda yapılan değişikliklere ve bu değişiklikler uyarınca belediyelerin "ruhsat iptali, yeni ruhsat verilmemesi, eğlence vergisi ve hafta tatili ruhsat harcı artırımına gidilmesi, içkili yerlerin kent dışındaki alanlarda toplanmalarına zorlanmaları" uygulamalarına gönderme yapmıştı. Başsavcı'nın bu bağlamda laikliğe aykırılık iddiası aynen şöyleydi:

"Toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmek noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden davalı parti, her konuda olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri alkol ve uyuşturucu maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki yasağı esas alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta da hukuka aykırı kısıtlamalara gitmiştir. (…) Başta Ankara olmak üzere tüm AKP'li belediyeler içki içilmesi ve satılmasını adeta genel bir yasaklama uygulamasına dönüştürmüşlerdir."

Bu davada kapatılmaktan kıl payı kurtulan AK Parti, bu konudaki politikasından geri adım atmadı. Anadolu'nun pek çok yerinde içki içmek, gayrimeşru bir şeymiş gibi sistemli olarak kent dışında gerçekleştirilebilecek bir etkinliğe dönüştürüldü. İçki, televizyonlardan da ya tamamen çıkarıldı veya buğulanarak kriminalize edildi. Bu bağlamda yapılan yasa değişikliği Anayasa Mahkemesine taşındığında Mahkeme, iyimser bir yaklaşımla, söz konusu kuralın her türlü alkol görünümünü yasaklamadığını düşündü. Anayasa'nın "Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden korur" (md. 58/2) hükmü gereğince sadece alkolü özendiren yayınlara kısıtlama getirdiğini varsaydı. Oysa uygulama tamamen farklı seyretti. Yasaklar, Mahkeme'nin izin verdiği delikten bir defa girince delik büyüdükçe büyüdü. Anayasa, alkole değil alkol düşkünlüğüne (yani alkolizme) karşı duruyordu ama uygulama, dönemin başbakanı Erdoğan'ın "içki içen alkoliktir" sözüne koşut olarak, her türlü alkol görünümü alkolizme eş sayan bir yasakçılıkla seyretti. Dahası "yeni" Mahkeme, üniversitelerde içki içilmesini yasaklayan kuralları da aynı mantıkla haklı saymıştı. Bu durum, Türk üniversitelerini, yabancı akademisyen konukların davet edildiği kokteyllerde bile vişne suyu ikram eder bir absürtlüğe sürükledi. İçki, kamusal olarak gitgide bar ve meyhaneler ile konser alanlarına sıkıştırıldı. Hatta sponsorluk yasakları da devreye girince bu marj iyice daraldı. Yeni ruhsatlar verilmediği için alkollü mekânlar iyice sıkıştı. Belediye tesislerindeki içki yasakları, bütün kamusal tesislere (öğretmenevleri, polisevleri vs.) yayıldı; sahillere kadar uzandı. Beyoğlu gibi ülkenin en önemli kültür sanat merkezinde alkol mekânları, sokaklardaki masaların kaldırılması politikası görüntüsü arkasında baskılandı. Bütün bu politikalar "alkolizm" ile mücadele gibi bir amacın arkasına saklandı ama gerçekte bu İslami yaşam tarzının tüm topluma dayatılmasıydı.

Kuşkusuz, bu dayatma karşılıksız kalmadı. İlkin Kadıköy-Moda İskelesi'ndeki içki yasağına karşı her gece sürdürülen protestolar, Beyoğlu'ndaki sokakta masa-sandalye yasaklarına karşı eylemlere bağlandı. 2013'e geldiğimizde dönemin Başbakanı Erdoğan'ın büyük olasılıkla Atatürk ve İnönü'ye atıfla "iki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasanın sizin için neden reddedilmesi gerekiyor" açıklaması son damla oldu ve bardak Gezi Parkı'na doğru taştı. İçki, Gezi'de de, yine yeniden sadece içki değildi. O yaz, ısrarla kaldırılan kadehler, sadece bir yaşam tarzını değil; aynı zamanda politik bir sembolü ve parolayı imliyordu.

Bu süreç, "tüm yaşam tarzlarına saygılıyız" söylemlerine rağmen devam etti ve hâlâ ediyor. Bunun en son örneği, geçtiğimiz hafta sonu getirilen içki satış yasakları oldu. Bu defa Covid-19 salgını bahanesinin arkasına saklanan yasak, herhangi bir nitelikli kanuni dayanak olmadan ve salgınla mücadeleye özgü bir meşru amaç da gösterilmeden getirildi. Bunun birden çok temel hakka müdahale oluşturması, bu nedenle mutlaka kanunla gerçekleştirilmesi gerekliliği bir tarafa, bu konuda tek bir açıklama dahi yapılmadı. Medyadaki kalemşörler bile, marketlerdeki alışveriş serbestisinin neden içkilere tanınmadığı konusunda bir gerekçe ileri sürme gereği duymadı. Yani bir defa daha, tam bir "ben yaptım oldu"culuk, başka bir deyişle keyfîlikle karşı karşıya kaldık. Evinde içki stoklamamış yurttaşlar belki yalıtım günlerinde içkilerini yudumlayamadı ama bu keyfîlik bize, birilerinin nasıl olup da içmeden "iktidar sarhoşluğu"na kapıldığını göstermiş oldu.

Lafı uzatmadan bir deneyim aktararak bitirmek isterim. Sarhoşluk ayarındaysa iyidir ama ölçüsüzse sabahı baş ağrılı ve pişmanlıklarla dolu olur. Ve her gecenin de bir sabahı vardır. Bu bildiğimiz sarhoşluk kadar iktidar sarhoşluğu için de aynen geçerlidir.


[1] Orhan Koloğlu'nun İstanbullu Şehroğlanı ile Şehrkızı (Tarihçi Yay., 2017) kitabında bu konuda çok hoş anekdotlar vardır. Öneririm.

[2] Meraklı okurlar, TBMM'deki söz konusu görüşmelerin tutanaklarını buradan okuyabilir. Öneririm.

[3] Bu konuda, değerli hukukçu Onur Karahanoğulları'nın Birinci Meclisin İçki Yasağı: Men-i Müskirat Kanunu (Phoenix Yay., 2008) eserini okumanızı öneririm.