Tolga Şirin

29 Ekim 2022

Cumhuriyet'i ilan edenler "saray rejimi" için ne demişti?

"Vatan, bugün düşmandan ve düşman istilasından kurtulmuştur. Fakat arkadaşlar unutulmamalıdır ki, onun karşısında yıkılan bir Saray ve o Saray'ın etrafında milletin kanını emen bir zümre vardır. O Saray ve zümre, kendi menfaatleri karşısında vatanı düşünmezler. Zaten düşünmediklerini tekrar tekrar kanıtladılar. Onlar, kendi yaşamlarının her şey olduğunu ve hayatları söz konusu olduğu zamanlarda vatanın, kutsallığın, mabetlerin ve dinin söz konusu olmayacağını acı gerçeklerle, acı ihanetlerle gösterebilmişlerdir. Yarın arkadaşlar, sırf kendi menfaatlerini kurtarmak için yine vatandaşlarını unutacaklardır"

Bugün Cumhuriyet'in yüzüncü yılına giriyoruz. Bir "erdem yönetimi" ve "kimsesizlerin kimsesi" olarak cumhuriyet, halkı pasif tebaa olmaktan aktif yurttaşlar topluluğuna dönüştürürken, aynı zamanda bir "tahakkümsüzlük" amacını sembolize eder. Bu amacı başarıya ulaştırabildiğimiz söylenilemez fakat en azından kâğıt üzerinde hâlâ bir cumhuriyetiz.

Cumhuriyet'in kâğıt üzerinde kalmaması, ona sahip çıkacak ve açtığı yelkeni rüzgârla dolduracak cumhuriyetçilere bağlı. Bu ise her şeyden önce Cumhuriyet'in ne anlama geldiğine ilişkin bir farkındalığı ve güçlü bir tarih bilincini zorunlu kılıyor.

Bu bilinç, son yıllarda kasten bulanıklaştırılıyor. Bu nedenle bu yazıda, Cumhuriyet'in ilan edildiği anayasa değişikliği hakkında yazmak ve "kurucu atalar"ın Cumhuriyet'e ne anlam yüklediklerini hatırlatmak istiyorum.

Cumhuriyet'in "tavzihan" ilan edilmesi

Cumhuriyet, bir anayasa değişikliğiyle kabul edildi. 1921 Anayasası'nda yapılan bu değişiklik 364 sayılı Kanun ile gerçekleştirildi. Değişikliği Meclis'e getiren Anayasa Komisyonu, Menteşe milletvekili Yunus Nadi (Abalıoğlu), Gelibolu milletvekili Celal Nuri (İleri), Dersim milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel), Konya milletvekili Refik (Koraltan), İzmit milletvekili İbrahim Süreyya (Yiğit), Siirt milletvekili Mahmut (Soydan), Muş milletvekili İlyas Sami (Muş) ve Antalya milletvekili Mehmet Rasih (Kaplan)'dan oluşuyordu.

Yurdun dört bir yanından gelen milletvekillerinin hazırladığı bu değişiklik kanununun adı şöyleydi: "Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun." Günümüz Türkçesiyle söylersek: "Anayasa'nın Bazı Maddelerinin Açıklanarak Değiştirilmesine İlişkin Kanun."

Bu Kanun'un adındaki "tavzihan" ifadesi önemlidir. Şöyle ki Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın Nutuk'ta dile getirdiği gibi ve anayasa değişikliğini Meclis'e taşıyanların de savunduğu üzere; Türkiye, 23 Nisan 1920'de "egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu"nun örgütlü olarak ilan edildiği andan itibaren zaten bir cumhuriyettir. 29 Ekim 1923'te kabul edilen bu kanun sadece "malumun ilamı" anlamına gelir. Veya hukuksal açıdan söylersek bu kanun, "kurucu" değil, "bildirici" nitelik taşır.

Anayasa Komisyonu'nun başkanı olan ve sonradan Cumhuriyet Gazetesi'ni de kuracak olan Yunus Nadi (Abalıoğlu) Bey'in şu sözleri bunu doğrular:

"Anayasa Komisyonumuz, ivedilikle şimdilik bazı maddelerin açıklama ve değişikliğini sunup teklif ediyor. Bunlardan birincisi: TBMM Hükûmeti'nin sahip olduğu uluslararası unvanın belirlenmesinden ibarettir. Aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ifadesi, Anayasa itibarıyla hiç eksik değildir. Fakat uluslararası milletlerin bilinen ve şu veya bu şekilde alışılagelen unvanlarından birini alması gerekir. TBMM, bu kanunun birinci maddesiyle, egemenliği kayıtsız şartsız millete vermesi ve kaderini bizzat milletin idare etmesi için bir hükümet şekli ilan etmiş ve onun için yaşamakta bulunmuştur. Biliyorsunuz ki, bu hükûmet şeklinin adı Cumhuriyet usulüdür. Dolayısıyla dünyada, uluslararası hayatımızda unvanı doğru biçimde almak gereği hissederek bu maddenin içinde zaten var olan Cumhuriyet usulünü, Anayasa'nın birinci maddesine bir fıkra ile ilave ediyoruz."

Konuyla ilgili söz alan, bugün İzmir'in köklü futbol kulübü Altay'ın da kurucularından olan Saruhan milletvekili Vasıf (Çınar) Bey de bu durumu şu sözlerle onaylar:

"Arkadaşlar! memleketin etrafını saran bütün bu felaket fırtınaları içinde bu yeni devlet kurulurken yalnız bir tek amaç vardı. O da, memleketi çiğneyen, ezen düşmanı kovmak ve saldırılarını sonlandırmak ve güzel memleketi onun zehirli pençesinden kurtarmak... Bu kutsal amacın karşısında, kuşkusuz hükûmet biçimi söz konusu edilemezdi. Bu amacın karşısında hükûmet biçimini düşünme olanağı yoktu. Amacı gözden çıkarıp tartışmak olanaklı değildi. Onun için milletin doğrudan doğruya hâkimiyetine, kaderini kendi eline aldığı ilan edildi. O ilanının içerdiği anlam kapsamında ordumuz zaferden zafere koştu ve sonunda kutsal amaç elde edildi ve düşman topraklara gömülerek mahvedilerek vatan kurtuldu. (…) Komisyon Başkanı Yunus Nadi Bey arkadaşımızın pek güzel açıkladıkları buyurdukları üzere zaten var olan ve kurulu bulunan şekil, cumhuriyetten başka bir şey değildir. Millet, kendi kaderini eline almıştır demek, hiç şüphesiz Cumhuriyetle yönetilir demektir. Bunu, bu kadar açık bir gerçek için itiraf etmekten çekinmek hiç şüphesiz örtülü bir duraksamayı gösterir ve bu örtülü duraksama, daha önceden karakterleri açığa çıkan düşman kütlesinin hırslarını kışkırtır. Buna set çekmek ve bunu anlatmak gerekir ki Türk Milleti bundan sonra başında taç sahibi (tacidar) bir yönetici kabul etmez, Türk Milleti bundan sonra başında hiçbir kişinin hâkimiyetini kabul etmez. Türk Milleti bundan sonra hiçbir kişinin esiri olamaz. Bundan böyle doğrudan doğruya kendisi hâkim, kendisi efendidir. Kaderini kendi elinde tutar. (Alkışlar)

Benzer belirlemeyi Konya milletvekili Eyüp Sabri (Hayırlıoğlu) Bey de yineler:

"Arkadaşlar! Bizim hükûmetimiz bugün Cumhuriyet olmuyor. Oluştuğu günden beri Cumhuriyet olmuştur. Yalnız benden önce söz söyleyen arkadaşlarımın işaret ettikleri üzere bazı ihtiras ocaklarını alevlendirmemek için unvanını açıkça verememiştir. Bugün tamamen gerçek unvanı alacak zaman gelmiştir bunu vermek gerekir. (…) Dolayısıyla bu kanun bizim esasen meşru ve makul biçimde kurulan ve zaten var olan hükümetimize bir ilmi kıyafet veriyor, giydiriyor; o da ‘Cumhuriyet' kelimesidir."

Bu tür belirlemeler başkaca konuşmalarda da (örn. Antalya milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi Rasih Bey'in açıklamalarında) geçer. 

Sonuç itibarıyla; Meclis'teki bu belirlemelerden ve Kanun'un isminden da anlaşılacağı üzere aslında Cumhuriyet, 23 Nisan 1920'de doğmuş, 29 Ekim 1923'te ise doğan çocuğun adı konmuştur. 

Öte yandan, tutanaklarda görülen şey, Cumhuriyet'in bir sultan, bir tacidar, yani bir tek adam yönetimi olmaktan çıkmayla müjdelenmiş olmasıdır. 

Bunu biraz daha açalım.

Kurucu atalar, "saray rejimi"ni nasıl görüyordu?

Bugünlerde son Sultan Vahdettin (VI. Mehmed) ve diğer bazı isimler yeniden itibarlı kılınmak isteniyor ve bu yöndeki söylemler bilerek sistemli olarak üretiliyor. Oysa Cumhuriyet'in ilanı sırasındaki kurucu ataların sözlerine bakıldığında bu konudaki görüşler aksi yöndedir ve hayli nettir. Örneğin Batı cephesinde, özellikle Balıkesir'de bizzat Kuvayımilliye saflarında savaşan Vasıf (Çınar) Bey'in bir asır önce dile getirdiği şu sözleri, günümüz Türkiye'sinin "genç"leri için ilham verici ve gayet açıklayıcıdır:

"Arkadaşlar dört yıl önce güzel vatanımızın dört tarafı batıyordu. Ülkeyi istila etmek, esir etmek isteyen bu istilacı kuvvet, bu güzel diyarın Batı tarafını, müthiş bir ihtirasla yakıp yıkıyordu. Memleket inliyordu. Herkesin kalbi kan ağlıyordu, yalnız bu yürekler acısı manzara karşısında hissiz kalan ve memlekete karşı hiçbir bağlılık göstermeyen bir şey vardı. O da, saray ve saltanat idi."

O günlerde TBMM'de "saray", "sultan", "saltanat" vb. sözler her geçtiğinde dinleyici sıralarından veya milletvekillerince beddua okunmasının olağanlığıyla bu sözler, Kırşehir milletvekili Yahya Galip (Kargı) Bey tarafından kesildi:

"Allah lanet etsin!"

Vasıf (Çınar) Bey, bu olağan rutinden sonra sözlerine, Meclis'tekilerin hemfikir olduğu şu tespitlerle devam etti:

"O saray ve Sultan, kendisine verilen, millet tarafından verilen tahtı kurtarmak için gözünün önünde çiğnenmiş olan namuslar karşısında duyulan çığlıklara karşı kulaklarını tıkamıştı. O Sultan ki; gözünün önünde Kuran'ın, dinin ibadethanelerinin çiğnendiği zaman gözünü kapamıştı, vicdanını tıkamıştı. O Sultan ki; gözünün önce genç Türk kızlarının temizliği parçalanırken kalbi susmuştu. Ancak tahtını kurtarmak, yalnız kendi hayatını kurtarmak için bütün kutsalları feda etmişti. Fakat arkadaşlar! Bu güzel Türk diyarının içinde; ağlayan, inleyen, ezilen bir Türk Milleti vardı. Bu Millet; asırlardan beri tarihte harikalar, övünçler yaratmış ve daima efendi olarak yaşamıştı. Sultan; ona ihanet etmişti. Bu millet, altı asırdan beri kendi görkemini yükseltmek için kanını, canını ve malını verdi. O Sultan ve Saray vermedi. Fakat bunun karşısında milletin imanı sarsılmamıştı, ölmemişti. İmanın doğurduğu kuvvet, o ruhun doğurduğu kuvvet; nihayet Ankara'da biçim verdiği Meclis'in temelini kurdu.

Vasıf Bey, konuşmasını devamında "yeni devlet"in ne olmadığını, bugüne de gönderme içerecek biçimde şu sözlerle aktardı:

"Arkadaşlar! Yeni Türkiye Devleti, her hangi bir kabile komutanının, her hangi bir kabile başkanının taca kavuşmak için kurduğu bir devlet değildi. Bağımsızlığını kurtarmak isteyen, hür yaşamak isteyen Türk milletinin doğrudan doğruya ruhundan doğan bir devlettir. Türk Milleti, asırlardan beri kendi ruhuna, kendi karakterine uyum sağlayan bir devlete ilk defa kavuşuyor. Bununla daima ferah içinde olacaktır.

Son olarak konuşmada, gelecekteki saltanatçı tehlikelere de dikkat çekilmiş olması oldukça önemlidir:

"Vatan, bugün düşmandan ve düşman istilasından kurtulmuştur. Fakat arkadaşlar unutulmamalıdır ki, onun karşısında yıkılan bir Saray ve o Saray'ın etrafında milletin kanını emen bir zümre vardır. O Saray ve zümre, kendi menfaatleri karşısında vatanı düşünmezler. Zaten düşünmediklerini tekrar tekrar kanıtladılar. Onlar, kendi yaşamlarının her şey olduğunu ve hayatları söz konusu olduğu zamanlarda vatanın, kutsallığın, mabetlerin ve dinin söz konusu olmayacağını acı gerçeklerle, acı ihanetlerle gösterebilmişlerdir. Yarın arkadaşlar, sırf kendi menfaatlerini kurtarmak için yine vatandaşlarını unutacaklardır. Memleket endişelerini yine kalplerinden sileceklerdir. Bunun karşısında arkadaşlar! Dün düşmanı denize dökerek orduyu meydana getiren bu milletin tedbir alması ve o milletin evlatlarının da bundan sonra hiçbir kişinin hiçbir taç sahibinin esiri olamayacağını bütün açıklık ve kesinlikle ifade etme zamanı gelmiştir. (…) ‘Millet, kendi kaderini kendi elinde bulundurur' demek, kuşkusuz ‘Cumhuriyetle yönetilir' demektir. Büyük Meclisinizin temsil ettiği Büyük Milletimin özüne, ruhlarının arzu ve isteklerine tercüman olarak haykırıyorum ve bütün dünyaya ilan ediyorum ki: Bundan sonra bu Devlet'in şekli doğrudan doğruya Cumhuriyet'tir. Millet kendi kaderinin doğrudan doğruya sahibidir. Bunun tersi yönde sefil ve kötü amaçlar besleyen kişiler ve sultancılar (tacidar) bilsinler ki milletin bu sonsuz azmi karşısında daima ölmeye, daima gebermeye mahkûmdurlar!"

Bu sözler Meclis'ten alkışlarla ve bravo sesleriyle olumlu tepkiler aldı. Hatta görüşmenin devamında duygusal konuşmalar devam etti. 

Bu coşkuyu yansıtan romantik konuşmalardan aktarmaya devam edelim. Konya milletvekili ve sonradan Demokrat Parti döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı (1951-1960) yapacak olan Eyüp Sabri (Hayırlıoğlu) Bey'in şu sözleri buna iyi bir örnektir:

"Efendiler! Millet, kendini bilmeyen bir adam tarafından idare olunamaz. Millet hiçbir zaman kendisiyle temas etmeyen kişilere kaderini veremez. Kafes içerisinde bulunanlar bu milleti idareye yetkili olamaz. Şimdiye kadar bizim canımızı, kanımızı emen hükümdarların hangi birisi geldi de bizim halimizi sordu? Koyununu yayan çobandan haberdar oldu mu? Bunun aksini iddia edebilecek var mıdır? Yoktur efendiler! İddia edemezsiniz. (…) Efendiler! Aciz arkadaşınız bu kelimeye bugün değil, daha okul sıralarında aşık olmuştur. (‘Yaşa!', ‘Allah senin gibi aşıkları arttırsın' sesleri.)"

Son olarak, Anayasa Komisyonu üyesi ve Antalya milletvekili Mehmet Rasih (Kaplan) Bey ise Cumhuriyet'in, ortadan kaldırdığı saray rejiminin, Meclis'teki milletvekilleri için idam cezası verdiğini hatırlatmış olması kayda değerdir. Ziyaiye ve İrfaniye medreselerini bitiren ve bu eğitiminden aldığı bilgileri meclisteki görüşmelere sıklıkla yansıtan Rasih (Kaplan) Bey, Cumhuriyet'in ilanının, bu idam fermanına bir yanıt olduğunu şu sözlerle ilan etmiştir:

"Muhterem arkadaşlar! bendenizin de dahil olduğu Anayasa Komisyonu'nda bulunan arkadaşlarımızın yüksek huzurunuza getirdiği teklif, var olan yönetim şeklimizin belirlenmesi tekrarından başka kalıtsal olarak kendilerinde hak görenlerin açgözlülüklerinin sonsuza kadar bu millet tarafından idama mahkûm olduğunun bir daha da Büyük Millet Meclisi'nin kürsüsünde ilan edilmesinden başka bir şey değildir. Arkadaşlar! Bilirsiniz ki Anayasa ile Türk Milleti'nin – Anayasa'yı koymadan önce- devrimi ile kurduğu bu Büyük Millet meclisinin oluşturduğu Devlet, kendi Devleti idi. O Devlet ancak kendi sürüsünü kendi güdecek, kendi evini kendi idare edecek, kendi mülkünü kendi imar edecek şekilde işi eline almasından başka bir şey değildir."

* * *

Bu alıntıların tamamında görülen net bir gerçek var: Cumhuriyet; saltanatın, tacidarların yani saray rejiminin reddiyesi üzerine kurulmuştur. Bugün kimi çevreler, saltanat ile Cumhuriyet kadroları arasında bir karşıtlık yokmuş gibi bir algı üretmeye; bu tarihi belirsizleştirerek Cumhuriyet'i değer kaybına uğratmaya çalışıyor olsa da, tutanaklar nesnel gerçeği ortaya koyuyor.

Bugün yine aynı çevrelerin "ecdat" sözünü ağızlarından düşürmediklerine ve bunu genellikle halktan kopuk saray çevrelerini aklamak için kullandıklarına tanıklık ediyoruz. Oysa aktarılanların da gösterdiği üzere, kurucu "ecdadın" durduğu yer, "eski rejim"den kopuşu savunan Cumhuriyetçilerin safıdır.

Sonuç itibarıyla, kurucu ataları, yüzüncü yıl eşiğinde bize aşılanmaya çalışılan yanlışa düşmeden anmak önem taşıyor. Hatta bana kalırsa günümüzün koşularında bu anmayı (Karahisar milletvekili Mehmet Emin Yurdakul'un, anayasa değişikliğinin kabulünü kutlamak için sunduğu öneri üzerine) Meclis'te hep bir ağızdan haykırılan şu sözlerle yapmak çok daha büyük anlam barındırıyor:

"Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın Cumhuriyet!"

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.