Anayasa, cumhurbaşkanı seçilme şartlarını şöyle düzenliyor: “Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından, doğrudan halk tarafından seçilir.”
Milletvekili seçilmek için gerekenler de belli. Aday olacak kişi; kısıtlı olmayacak, askerlikle ilişikli olmayacak, kamu hizmetinden yasaklı olmayacak ve Anayasa’da sayılan suçlardan mahkûm olmayacak. Eğer geniş anlamda kamu görevlisi ise görevinden çekilecek. Bir de ilkokul mezunu olacak. Ama bu hüküm cumhurbaşkanı için geçerli değil. Onun açısından durum yukarıda söylediğim gibi.
Bu koşulların neredeyse tamamı dünya anayasalarında yer alırken, bir tanesi istisna oluşturuyor. Ayrıksı olan koşul şu: “Yükseköğrenim yapmış olmak.”
Bu koşul, dünya anayasalarında karşılaşılan bir şart değil. Bizde de 1924 Anayasası’nda böyle bir şart yoktu. İlk kez 1961 Anayasası zamanında getirildi.
Nedeni mi? Tamamen bize özgü. Anlatayım.
Komitacı Celâl Bayar Faktörü
Malumunuz; cumhurbaşkanlığı, cumhuriyet ile geldi. İlk cumhurbaşkanımız da Mustafa Kemal Atatürk oldu. Paşa, ölümüne kadar bu vazifeyi sürdürdü. Ölümünden hemen sonra da TBMM, İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı olarak seçti.
O dönemde cumhurbaşkanı olmak için tek şart vardı: “Milletvekili olmak.”
Anayasa, cumhurbaşkanı seçilme koşullarını düzenlememişti. Hüküm şöyleydi: “Türkiye Cumhurbaşkanı, Büyük Millet Meclisi kamutayı tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi, yeni cumhurbaşkanının seçimine kadar sürer. Yeniden seçilmek olur.”
Buradan hareketle, o dönemki cumhurbaşkanları için milletvekili olmak yetiyordu. Milletvekili olmak için gereken koşullar da bugüne yakındı. Fakat eğitim bakımından, (bugün milletvekilleri için öngörülen) ilkokul mezunu olmak değil de Türkçe okuyup yazmayı bilmek şarttı.
Atatürk ve İsmet Paşa da (o gün için) Harp Akademisi mezunuydular. İkisinin de yabancı dil hâkimiyetleri iyiydi. Dolayısıyla anılan dönemlerde cumhurbaşkanlarının nitelikleri konusu gündeme gelmemişti. Bu konu, çok partili hayata geçildikten sonra sorgulanmaya başlandı.
1950’de Demokrat Parti iktidara gelince TBMM’deki çoğunluk, cumhurbaşkanı olarak Celâl Bayar’ı seçti. Demokrat Partili Bayar’ın taraflı tutumu büyük tartışmalara yol açmıştı. Bayar, DP’nin icraatlarını denetlemek yerine onlara destek olmayı seçmişti. Vatan Cephesi’ne, Tahkikat Komisyonlarına veya diğer otoriterleşme biçimlerine verdiği destek muhalif çevrelerce yadırganmış ve eleştirilmişti.
Bu süreçte Bayar’ın yükseköğrenim görmemiş olması da tartışma konusu oldu.
27 Mayıs’tan sonraki durum
27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra yeni bir anayasa hazırlamaya girişildiğinde cumhurbaşkanının diploması konusu ilk kez gündeme geldi.
Aslında ilk başta, Temsilciler Meclisi’nde tartışılan anayasa taslağında böyle bir şart yoktu. Fakat bazı üyeler (Adlarını sayarak bugüne not düşelim: Ahmet Karamüftüoğlu, Feyyaz Köksal, Emin Soysal, Raif Aybar, İsmail Ulutaş, Suphi Doğukan, Ferda Günev, keza hocamız Bahri Savcı) bunu bir eksiklik olarak gördüler.
Önerinin başını çeken Ahmet Karamüftüoğlu, neden yükseköğrenim şartı gelmesi gerektiğini şu cümlelerle açıkladı:
“1924 Anayasasında bu şartın bulunmayışı, tahsilsiz de cumhurbaşkanı olur demek değil. Cahillerden devletin başına geçecek kimselerin bulunabileceğinin düşülmemiş olmasındandır. Denilebilir ki, bu memleketin başına bir daha komiteci cumhurbaşkanı gelmez. Gelmeyecektir. Ama ayrıca cumhurbaşkanları görevlerinden ayrıldıkları zaman Cumhuriyet Senatosu'nun tabiî üyesi olacaklar, Senato âzası için de yüksek tahsil şart konulmuştur. Devlet reisi olan kimselerin tahsil itibariyle Senato üyelerine nazaran daha aşağı bir tahsil derecesinde olmasını mantık kabul etmiyor. Devletin reisi nasıl olur da tahsilsiz olabilir? Bunun acısını az mı çektik? Lütfen geçmişi hemen unutmayalım. Elindeki yazıdaki yabancı kelimeleri bile doğru okuyamıyordu. (…) Muhterem arkadaşlar, Türk Devleti'ni temsil edecek adamda muayyen tahsil ve kültür seviyesinin aranması en masum ve haklı bir tekliftir. Ümit ediyorum ki, iltifatlarınıza mazhar olacaktır. Gerçi komisyonumuzun pek tutkun olduğu yabancı mevzuatta emsal aranacak olursa pek bulunamaz ama, o yabancı muasır devletlerde bizimki gibi cahil devlet reisi de gösterilemez. Demek oluyor ki, kendi bünyemize ve başımızdan geçenlere göre kanun yapmak zorundayız.”
Karamüftüoüğlu’nun “komiteci” diye andığı ve yabancı kelimeleri bile doğru düzgün okuyamayan diye eleştirdiği kişi, Bayar’dan başkası değildi. İsim vermeseler de, İttihat ve Terakki’nin komitacısı ve teşkilatta “Galip Hoca” kod adıyla bilinen Bayar’a çatılıyordu yani.
Diğer bazı üyeler de senato üyeleri için aranan şartın cumhurbaşkanı için aranmamasını çelişki sayıyor ve Platonvari bir filozoflar yönetimine gönderme yapıyordu.
Örneğin Emin Soysal şöyle diyordu:
“Tecrübe ile gördük ki tahsili olmayan bir reisicumhur, çeşitli tedbirlerle yerinde kalabilmekte ve memleketi büyük felâketlere sürükleyebilmektedir. Milletin, içinden seçeceği bilgili bir adama devlet idaresini vermesi 2 bin 400 seneden beri bilinen bir mevzudur. Yunan Feylesofu Eflâtun'u hepiniz bilirsiniz. O diyor ki, ya feylesoflar devlet adamı olmalı yahut da devlet adamları feylesof olmak mecburiyetindedirler. İlk, orta ve lise tahsili olmayan bir adam bu devletin başına gelir, Fatih’in, Kanuni’nin, Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün oturduğu köşeye oturur, çeşitli vazifelerle bu adam devleti idare ederse, devletin ve milletin başına felâket getirir ve bununla da bir sürü masum vatandaşların Yassıada'ya gidip memleketin başına trajedi yaratmaya sebep olur. Hiç tahsili olmayan bir adamı reisicumhur yapacaksınız; vatanın haritasını bilmez, memleketin tarihini ve geleceğini, dünya coğrafyasını ve dünya meselelerini bilmez, okuduğu kitapları anlamazsa... Anayasadan bahsediyor. Tahsili yok, Anayasadan anlamaz, ondan sonra da Anayasayı çiğnedi dersiniz. Dünya nerede, biz neredeyiz? Asrımızın fen, ilim asrımız olduğunu unutmamak lâzımdır, bilgiye değer vermek lâzımdır. Yüksek tahsilin kendine mahsus özellikleri vardır. Yüksek tahsilin muayyen bir formül, kafaları bir işletiş tarzı vardır. Bu sebeple devleti felâkete sürüklememek için lütfedin cumhurbaşkanlığına seçilecek kimseler için yüksek tahsil mecburiyetini koyalım.”
Fakat bu savın karşı savı da savunulmuştu. Anılan dönemde CHP’nin önde gelen isimlerinden biri olan (anayasa hukukçusu) Turan Güneş, bu hükme gerek olmadığını şöyle ileri sürdü:
“Arkadaşlar, bir komiteciyi cumhurbaşkanı yapanların çoğu yüksek tahsilliydi. Bu komiteciyi seçenlerin yüzde sekseni yüksek tahsilli idi. Bu bir... Sonra, muhterem arkadaşlar; tahsil, yüksek tahsil şartının partizanlığı bertaraf etmediği ve faziletle pek fazla ilgili olmadığı demin, arkadaşlarımız tarafından arz ve izah edildi. Muhterem Emin Soysal, Platon’dan bahsetti. Fakat bugün elime geçen bir kitap, Platon’un gayet kötü bir idareci olduğunu ve hangi adamları seçti ise o adamların o memleketi batırdığını söylüyor. (Gülüşmeler) Binaenaleyh, yüksek tahsil şartının fazla bir şey getirmeyeceğini kabul etmemiz lâzım gelir. Ama ne yapmış olacağız? Türkiye’de bir adama tecrübesiyle, feragatiyle, çalışmasıyla kendini yetiştirerek, bir gün 'bu memlekette büyük bir şahsiyet' olmasına rağmen eğer peşinen bir tahsil yapmamışsa bütün bunların kapalı olduğunu, kendisinin bütün sâyi gayretine, haysiyet ve karakterine rağmen bu memleketin en yüksek makamlarına çıkmasının memnu olduğunu gösterecek bir kanun koyacağız. Bu kırıcı bir şey oluyor arkadaşlar. ('Senato üyesi meselesine' gel, sesleri)
Evet, Senato üyeliği meselesine gelince; komisyon çalışmayı, hizmet aşkını, feragati, fedakârlığı, iyi niyeti göz önünde tuttu. Yalnız, fakülte bitirme ile öğrenilmeyeceğini, göz nuru dökmek suretiyle de bilgi elde edilebileceğini düşündü. Cumhurbaşkanının seçeceği on kişinin yüksek tahsilli olma kaydını aramadı. Sadece bu on kişi için yüksek tahsilli olma kaydı konmamıştır. Dikkat buyurulursa, memlekette üstün başarılar göstermiş, hizmette bulunmuş kimselerin behemehâl yüksek tahsilli olmalarına imkân yok. Yüksek tahsil yapmadığı hâlde, memleketine büyük hizmet etmiş olan insanlar da vardır. Bunda biz objektif bir ölçü düşündük. Diğer üyelerde yüksek tahsil şartı aradık ama cumhurbaşkanı kontenjanı için aramadık, kendi kendisini yetiştirmiş olanların teşvik edilmesini uygun gördük. Ehliyetli bir kimse cumhurbaşkanı seçilmek isteyecek, ona diyeceğiz ki, 'Senin yüksek tahsilin yok. Hiçbir zaman cumhurbaşkanı olamazsın.' Ne kadar sâyü gayret sarf ederse etsin... Ne kadar dürüst olursa olsun... Arkadaşlar, buna gönlümüz razı olamaz. Binaenaleyh, ben bu nokta-i nazara iştirak etmiyorum.”
Sonuç itibarıyla ikinci görüş değil ilk görüş baskın geldi. Bu şart Anayasa’ya girdi. 1982 Anayasası da hükmü devraldı.
Böylelikle o gün itibarıyla dünya anayasaları için bir ilk gerçekleşmiş oldu.
Bugün dahi, böyle bir şarta dünya anayasalarında rastlamıyoruz. Önde gelen anayasaların hiçbirinde böyle bir koşulla karşılaşmadım ben. Benzer hüküm sadece Türkiye’den ilham almış bazı Sovyet sonrası devletlerin (Azerbaycan, Kazakistan, Tacikistan) anayasalarında mevcut. Başka anayasalarda görebildiğim kadarıyla yok.
Türk siyasi hayatındaki yeri
Bu şartın Türk siyasi hayatındaki yeri önemsiz değil. Örneğin bu koşul, Bülent Ecevit özelinde belirleyici bir anlam taşıdı. Ecevit’in, 1944’te Robert Koleji’nden mezun olduğunu biliyoruz. Ankara Hukuk Fakültesi’ne, ardından Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümüne kaydolmasına rağmen yükseköğrenimini tamamlamadığını da… İngiltere'de bulunduğu dönemde Londra Üniversitesi’ne kayıt yaptırarak İngiliz dili ve edebiyatı, Sanskritçe, Bengalce ve sanat tarihi eğitimi aldığı, ancak bu eğitimini de bitirmediği söylenir.
Bu eksiklik Ecevit’in karşısına çıktı.
2000 yılında cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağı sırada, dönemin birinci partisinin (DSP) lideri olarak Ecevit’in cumhurbaşkanı olma olasılığı konuşulmuştu. Fakat yüksek öğrenim mezunu olmadığı için bu konu gündemden hızla çıktı. Sonra yerine Ahmet Necdet Sezer’in seçilmesi uygun görüldü.
Keza Recep Tayyip Erdoğan’ın diploması konusu da öteden beri tartışılagelen bir konu. Erdoğan’ın, 1981’de İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden mezun olduğu belirtiliyor. Ancak muhalif kesimler, Erdoğan’ın dört yıllık bir fakülteden mezun olduğuna dair orijinal ve doğrulanabilir bir diploma sunulmadığını öne sürüyor. Diploma sayılarındaki fazlalık, noterde orijinal diplomanın gözükmediği iddiaları, okulun adındaki değişiklikler ve lise arkadaşlarının aksine üniversite arkadaşlarına dair anı atfı eksikleri veya bu mevkilerde bu türden kişilerin olmaması gibi çok sayıda sav tedavülde bulunuyor.
1981’de mezun olduğu iddia edilen programın dört yıllık bir eğitim süresinin olup olmadığı ve bu sürecin bir lisans eğitimi olarak kabul edilip edilmeyeceği yahut Marmara Üniversitesi’nin ilgili bölümünün, Erdoğan’ın mezuniyetinden sonra fakülte statüsüne kavuştuğu, dolayısıyla mezuniyetinin dört yıllık fakülte mezunu statüsüne girip girmediği gibi başka teknik sorgulamalar da var.
Fakat Yüksek Seçim Kurulu (YSK), seçim süreçlerinde Erdoğan’ın adaylık başvurularını kabul etti ve diploma konusundaki itirazları reddetti. Ancak, YSK’nın Erdoğan’ın diplomasını bizzat inceleyip incelemediği konusunda net bir bilgi olmadığı için konu hâlâ (bazen sesli, çoğu kez sessiz sedasız) tartışılageliyor.
Böyle bir hükme gerek var mı?
Son olarak böyle bir hükme gerek var mıydı sorusu üzerinde duralım. Bana sorarsanız böyle bir hükme gerek yok. Ben de hocamız Turan Güneş gibi düşünüyorum. Hatta bana kalırsa üniversite okuyamamış olan ama kedini geliştirebilmiş yurtsever işçiler, köylüler veya memurlar da pekâlâ cumhurbaşkanlığına veya diğer siyasi makamlara gelebilmeli. Makamın gerektirdiği zorunluluklar (mesela okuma-yazma gibi) hariç olmak üzere siyasal alan ve özgürlükler genişlemeli.
Fakat bu görüş, Türk anayasa literatüründe baskın mı, işte ondan emin değilim. Benim gibi düşünenlere “(sol) popülist” deme modası var şu günlerde. Bundan gocunmam. Fakat konu bu değil.
Toparlayayım. Bu hükmün gerçekten gerekli olup olmadığı tartışmaya açık. Liyakat, siyasi temsil ve demokratik katılım açısından bakıldığında, bir ülkenin en yüksek makamına erişimi eğitim diplomasıyla sınırlamak ne kadar anlamlıdır, bundan emin değilim.
Evet, Türkiye’de bu şartın konulmasının siyasi ve tarihsel bir arka planı var, ancak bugünkü dünyada böyle bir düzenleme hâlâ savunulabilir mi? Bundan da emin değilim.
Aslında bu soruların cevabı, siyasetin kimler için yapıldığı sorusuyla doğrudan bağlantılı. Bu husus, mutlaka hesaba katılmalı.