Cumhur İttifakı’nda yer alan çok sayıda isim, öteden beri Anayasa’nın ilk üç maddesinin değiştirilmesi gerektiğini savunuyor.
Örnek verelim ki desteksiz konuştuğumuz düşünülmesin:
Mesela Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükûmetlerinde başbakan yardımcısı olarak görev yapan eski TBMM Başkanı Bülent Arınç Mayıs 2011’de, sadece Cumhuriyet’in değiştirilemez olması gerektiğini diğer maddelerin değişebilir olması gerektiğini ileri sürmüştü.
Eylül 2011’de AK Parti milletvekili Mehmet Metiner, ilk üç maddenin yeniden yazılmasının gerektiğini açıkça savunmuştu.
AK Parti Bursa Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi İsmail Aydın Ocak 2017’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada “Anayasa’da değiştirilemez madde olmasını kabul etmiyorum” diyerek bu konudaki görüşünü tepkilere rağmen dile getirmişti.
AK Parti Grup Başkanvekili Cahit Özkan Şubat 2021’de, hazırladıkları Anayasa’nın “Yeniden kuruluş Anayasası” olacağını söyleyerek, bir nevi kurucu iktidar olma iddiasında bulunmuştu.
AK Partili eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi İsmail Kahraman Ekim 2021’de “Anayasalarda değişmez hükümler olamaz” demiş ve dindar bir anayasa istediğini dile getirmişti.
Bir AK Partili meclis başkanları geleneği olsa gerek TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş da geçen hafta “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ifadesinin yeniden yazılması gerektiğini söyleyerek bir değişiklik tartışması açtı.
Bu söylem çizgisi sadece AK Parti üyeleri arasında değil, Cumhur İttifakı’na destek veren diğer siyasi partilerde de mevcut. Örneğin Büyük Birlik Partisi (BBP) ve Refah Partisi (RP) daha 1993’teki anayasa önerilerinde 4’üncü maddenin çıkarılması gerektiğini savunmuşlardı. Yeniden Refah Partisi Başkanı Fatih Erbakan laiklik ilkesinin özelinde değişikliğe sıcak baktığını ortaya koydu.
Cumhur İttifakı mensubu HÜDAPAR’ın Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu da birden çok defa ilk üç maddenin değiştirilmesi gerektiğini savunduğunu ileri sürdü.
Yani Cumhur ittifakının Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) hariç tüm bileşenlerinde bu yönde eğilim var. MHP’de ise bu savlara sessiz kalarak bu söylemin yaygınlaşmasına zımnen destek olanlardan bahsediliyor.
Ama anladığımız kadarıyla strateji de şöyle işliyor: Birileri değişmesi gerektiğini söyleyerek suyu bulandırıyor, diğer bazıları ise “ilk üç maddeyle bir meselemiz veya gündemimiz yok” diyerek, bulanık suda balık avlıyor.
Ben bu tartışmaların siyasi gündeme bağlı olarak operasyonel biçimde kullanılmasını, hele de Türkiye gibi siyasal ajandanın ifrattan tefrite sürüklendiği bir ülkede kurucu ilkelerin bu şekilde aşınmasını fazlasıyla tehlikeli, aynı zamanda ciddiyetsiz buluyorum.
Madde 1: Cumhuriyet
Cumhuriyet’in değiştirilemez kılınması bize kurucu atalardan bir miras. 1924 Anayasası görüşmelerinde “yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıyla kabul edilen bu hükmün değiştirilemez olduğu da 102’nci maddeye açıkça yazılmıştı.
Sonrasındaki tüm anayasalarda bu hüküm kabul edilirken hep alkışlar eşliğinde coşku yaşandı. Monokratik ve monarşik yönetimlere karşı bir güvence getiren bu hükümden olsa olsa saltanat sevdalıları rahatsız olabilir.
Cumhuriyet tabii ki kendisini koruyacaktır.
Madde 2: Cumhuriyet’in nitelikleri
Gelelim Cumhuriyet’in niteliklerine… Anayasa’nın 2’nci maddesi bu nitelikleri şöyle düzenliyor:
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
Bu maddede kimi hukuki, kimi daha siyasal ama dokuz tane nitelik var. Bunlar insan haklarıyla doğrudan ilgili ilkelerdir. Şöyle ki:
- İnsan haklarına saygılı devlet, İnsanın insan olmaktan ötürü bazı teminatlara sahip olduğu varsayılan insan hakları değerlerini geriletmenin kabul edilebilir bir yönü yok. (Bir zamanlar, buradaki insan haklarına “saygılı” ifadesinin, 1961 Anayasası zamanında olduğu gibi “insan haklarına dayanan” diye ilerletilmesi gerektiği önerilirdi. Fakat 2001 yılında Anayasa’nın 14’üncü maddesine “insan haklarına dayanan devlet” kavramı zaten sokuldu. Hükme böylesi bir anlam enjekte edilmiş oldu.)
- Demokratik devlet, serbest seçim hakkı, ifade özgürlüğü, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü gibi hakların ilkeselleştirilmiş hâlidir.
- Laik devlet, din ve vicdan özgürlüğü (dolayısıyla ve aynı zamanda dinden özgürlük) güvencesinin ilkeselleşmiş biçimidir.
- Sosyal devlet, eşitlik ve sosyoekonomik haklar ile Anayasa’daki sosyal adaleti sağlamaya dönük politikaların ilkeye dönüşmüş biçimidir. Toplumun huzuru ve millî dayanışma ilkesi gibi ifadeler bunu destekler. Zira dayanışma ilkesi ise dünyanın çeşitli anayasalarında bulunan ve yine sosyal adalet amacına matuf bir ilkedir. Toplumu oluşturan kişilerin duygu, düşünce ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması gereğini yakın zaman önce yaşadığımız deprem, pandemi vb. sorunlar karşısında çok net gördük. Bu ilke, karşılaştırmalı hukukta başta engelliler olmak üzere genellikle dezavantajlı kişiler lehine uygulanan politikalara da anayasal temel sayılıyor.
- Hukuk devleti, kişi özgürlüğü ve güvenliği, adil yargılanma hakkı, suçta ve cezada kanunilik, etkili başvuru hakkı gibi usuli güvenceler ile ölçülülük vb. prensipleri kapsayan bir çerçeve ilkedir.
Tüm bu sayılanlardan ikisi, insan haklarıyla dolaylı olarak ilgili.
“Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanma” ifadesi Başlangıç kısmındaki tüm cümlelerin değiştirilmesi anlamında değil, zaten Anayasa’da karşılık bulan değiştirilmez ilkeler ile erkler ayrılığı, millî egemenlik ve genel esaslarla ilgili bağlantılı sayılır. Temel olmayan ilke ve/veya cümleler geçmişte değişmişti. Mesele o kısım değildir.
Atatürk Milliyetçiliğine Bağlı Devlet. Milliyetçilik, dünya anayasalarında (Bangladeş hariç) yer alan bir ilke değildir. Siyasi partiler milliyetçi olabilir ama normalde devlet “millî” olur. Nitekim 1961 Anayasası zamanında da hüküm böyleydi. Fakat hükmün Türkiye’ye özgü nedenlerle sokulduğunu biliyoruz. Bu nedenler iki tür sapmaya (Turancılık ve İslamcılık) karşı Atatürk’ün perspektifine atıfla ortaya konuldu.
Son yıllarda çokça unutuluyor ama bizzat Atatürk’ün 20 Ekim 1923’te ABD’li bir gazeteciye bu konularda verdiği şu demeç, aslında çok şey anlatır:
Pan-İslâmizm, din ortaklığın dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise, ırka dayanan aynı çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-İslâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa'da ulaştıkları en kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de Doğu ovalarında mahvolup gitti. Bu harekelerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm, Avrupa'ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını, Almanya'nın, Avusturya'nın, Rusya'nın geçmişteki Türkiye'nin yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan ırkının ümididir. Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye'nin temelindeki fikir aynen budur. Biz, zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade edilmesini istiyoruz. Yani Türk demokrasisinin tüm yapısı, bunun üzerine kuruludur (...)”
Türkiye’nin bir saldırı savaşına girmesine ve Turancı veya İslamcı bir yayılmacılık macerasına girmemesi için teminat getirir şekilde algılandığı denli bu hüküm de insan haklarıyla bağlantılı sayılabilir.
Şu hâlde Cumhuriyet’in nitelikleri “insan hakları” güvencelerinin ilkeleridir diyebiliriz. İnsan hakları da çoğunlukların veya gelecek kuşakların keyfî savrulmalarına ve tasarruflarına açık sayılmamış olabilir. Bu bakımdan meşruluk temeli hayli farklıdır.
Madde 3: Bütünlük ve diğer teminatlar
Anayasa’nın üçüncü maddesi beş konuyu düzenler. Bunlar resmî dil (Türkçe), millî marş (İstiklal Marşı), başkent (Ankara) ve tabii ki Türkiye Devleti’nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olduğu ilkesi.
Bu hükümler büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nden veya Cumhuriyet’in kuruluş döneminin değerlerinden dolayı Anayasa’dadır.
Örneğin resmî dil meselesi ilkin Osmanlı’da tartışılmıştır. Meclis toplanıp da mebusların birbirlerini anlamaması ve tutanakların hangi dilde tutulacağı sorunu karşısında modern bir sorun olarak resmî dil meselesi baş göstermiş, özellikle Eğinli Said Paşa’nın girişimleriyle Türkçenin resmî dil olması kabul edilmiştir. Bir resmî dilin olması, diğer dillerin yasaklanmasını gerekli kılmaz, bu nedenle değişiklik zorunlu değildir.
Numan Kurtulmuş geçtiğimiz hafta “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olmasında sorun olduğunu söyleyerek hükmü bulandırmıştı. Oysa yanılıyordu.
Bu kavram da Osmanlı Anayasası’nın 1’inci maddesindeki “Devleti Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı ve eyalatı mümtazeyi muhtevi ve yekvücud olmağla hiçbir zamanda hiç bir sebeble tefrik kabul etmez” hükmünün uyarlanmış biçimiydi. Kavram, 1961'de, Georg Jellinek'in “üç öge öğretisi” diye bilinen doktrinin (1) devletin ülkesi (Staatsgebiet), (2) devletin milleti (Staatsvolk) ve (3) devletin iktidarı (Staatsgewalt) ögelerine atıfla uyarlanmıştır.
Bütünlük savunusu tüm anayasalara doğal olarak içkindir.
Diğer hükümler açısından ise bunların Cumhuriyet’in mutabakatı sayılmasıyla ilgili bir kaygıdan ötürü değiştirilemez kılındığını biliyoruz.
Tutanaklardaki nedenlere baktığımızda 1970’li yıllarda İstiklal Marşı dışında de facto marşların okunmasının, Cumhuriyet’in kurulduğu Ankara’ya karşı Osmanlıcı tepkilerin geliştirilmiş olmasının üzerinde durulduğu takip edilir. Dünya anayasalarında bu tür örnekler vardır ve Türkiye’nin öncelikli sorunu başkenti veya marşı değildir, bu açık.
Anayasa’ya saygı ve demokratik ortam bulunmadıkça bu hükümlerle oynamak çok sert iç karışıklıklar yaratır. Uyarmış olalım.
İlk üç madde değiştirilemez diyen 4’üncü madde değiştirilebilir mi?
Gelelim 4’üncü maddeye. Madde diyor ki “Anayasa’nın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Genelde hukuk fakültesi 1’inci sınıf öğrencilerinin ve konuyla ilgi duyan amatörlerin ilk aklına gelen soru şudur:
“Dördüncü madde, ilk üç maddenin değiştirilemez olduğunu söylüyor. O zaman önce dördüncü maddeyi değiştirip sonra ilk üç madde değiştirmek mümkün olmaz mı?”
Bu konu literatürde çokça tartışılmıştır. 2010 civarı Andrew Arato Türkiye’de bu tartışmayı çokça tahrik etmişti. Kişilerin görüşü farklı farklı olabilir ama hükme bağlayıcı anlamı Anayasa Mahkemesi verir. O da 2008’de ve 2010’da verdiği kararında şöyle demişti:
“Kurucu iktidarın siyasal düzene ilişkin temel tercihi Anayasa’nın ilk üç maddesinde, bunun somut yansımaları ise diğer maddelerde ortaya çıkmaktadır. 4. madde ise ilk üç maddenin güvencesi olma niteliği itibariyle doğal olarak değiştirilmezlik özelliğine sahiptir.”
Mahkemenin son kararı böyle diyor. Beğenin veya beğenmeyin durum böyle.
Bu tartışmaları neden ısıtıp duruyorlar?
Bu değişiklik tartışmaları özellikle iki bağlamda öne çıktığını görüyoruz.
Birincisi laiklik ilkesiyle ilgili. Bu çizgi, söz konusu savı laiklik ilkesinin kaldırılması gerektiğini veya yeniden tanımlanması gerektiğini söyleyerek ortaya koyuyor. Daha havalı olsun istendiğinde “laikliğin özgürlükçü tanımı yapılmalı” gibi çıkışlar baş gösteriyor.
İkincisi ise bölünmez bütünlük ve ona eşlik eden hükümlerle ilgili. Bu savlar, “Kürt açılımı” vb. türden manevraların gündeme geldiği dönemeçlerde daha çok duyulmaya başlıyor.
Bu gündemler örtülü olarak devam etse de ben mevcut anayasa tartışmasının doğrudan bunlarla bağlantılı yapıldığını düşünmüyorum. Bana kalırsa mesele, Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha aday gösterilmesi meselesi.
Zira aşağıdaki tablo Cumhur ittifakının, yeniden adaylık için gerekli olan erken seçim ve/veya anayasa değişikliği nisabını sağlayamadığını gösteriyor. Görünen o ki, temiz nisap için ihtiyaç duyulan 59 DEM Parti milletvekili ikna edilmeye çalışılıyor.
Amaç ne olursa olsun bence Türkiye’ye yazık ediliyor.
Tolga Şirin kimdir?Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |