Tolga Şirin

06 Aralık 2022

Altılı Masa Anayasa Değişikliği Taslağına eleştiriler

Bu yazıda söz konusu taslağı değerlendirmek istiyorum. Değerlendirmemi usul, temel hak ve özgürlükler, siyasal rejim ve bu rejimin adlandırılması ile ilgili dört başlıkta yapacağım

Beş sağ kanat, bir sosyal demokrat partinin bir araya gelerek oluşturduğu ve kamuoyunda "Altılı Masa" olarak bilinen oluşum, tartışageldikleri Anayasa taslağını kamuoyuna duyurdu. Metni kamuoyuna açıklayanlar, seksen dört madde ve dokuz başlıktan oluşan taslağın, bir anayasa değişikliğine dönüşeceğini söylediler.

Bu yazıda söz konusu taslağı değerlendirmek istiyorum. Değerlendirmemi usul, temel hak ve özgürlükler, siyasal rejim ve bu rejimin adlandırılması ile ilgili dört başlıkta yapacağım. Konu teknik olduğu için, mecburen (her noktaya girmek mümkün olmasa da) teknik ayrıntılara gireceğim. Dolayısıyla okurları, biraz yoracağımı peşinen söyleyeyim.

Gerçi burada zaten taslağın tanıtım metninin de ortalama insanlar için yeterince anlaşılabilir olmadığını kaydetmek isterim. Keza gerekçelerin de kuralın neden getirildiğini açıklamaktan çok, (AK Parti dönemindeki kanunlar gibi) sadece değişikliği anlatmakla malul olduğunu da…

I- Usuli Sorunlar

Öncelikle metnin kim tarafından, hangi tartışmaları öne çıkararak hazırlandığı tam bir muamma. Heyetin üyelerini bilmediğimiz gibi kimlerin neye itiraz ettiğini de bilmiyoruz. Söz konusu partilerin o gün için muhalefette olan üyeleri, AK Parti ve MHP tarafından 2017 yılında getirilen anayasa değişikliğinin kapalı kapılar ardında hazırlanmış olmasından yakınmışlardı. Bugün ise aynı usulü uygulamaktalar. Bu bir çelişkidir.

Altılı Masa, bildiğimiz kadarıyla anayasa hukuku uzmanları ile şeffaf biçimde iletişime geçmedi, açık bir çağrı yapmadı veya üniversitelerin hukuk fakültelerine dönük böylesi bir talepte bulunmadı. Aslında bu çelişki, Kemal Kılıçdaroğlu'nun, tüm zorluklara rağmen Türkiye'de çalışmaya devam eden bilim insanlarını göz ardı edip AK Parti sonrası sürecin inşası için yurt dışından akademisyenleri getireceği açıklaması ile koşut.

Öte yandan, taslak "aş, iş, ekmek" getirme iddiasını taşıyor olsa da işçi sendikalarına, köylü birliklerine veya diğer meslek örgütlerine de bu konuda bir çağrı yapılmadığını görüyoruz. Buna karşılık kamuoyunda, TÜSİAD vb. patron çevreleriyle temasların çok daha fazla olduğu konuşuluyor.

Hâl böyleyken, yeni anayasanın "aşağıdan yukarıya bir mutabakat metni olma" iddiası, en azından hazırlık süreçleri itibarıyla boşa düşmüş bulunuyor. Metnin hazırlık süreci, elitisttir. Elitist yöntemde de uzman çoğulculuğu dışlanmıştır. Dahası, kamuoyuna açıklanan metinde de bu sorunun aşılacağına dair net taahhütler yoktur.

II- Temel Hak ve Özgürlüklerle İlgili Sorunlar

Kamuoyuna ilan edilen metin, "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem" başlığını taşıyor. Fakat temel hak ve özgürlükler konusunda da değişiklikler içeriyor. Bu alana dönük dört eleştiri ileri sürülebilir.[1]

  1. Uluslararası İnsan Hakları Eşiğinin Gerisine Düşülen Konular

Mutabakatın uluslararası insan hakları hukukunu bir eşik saydığını varsayıyor isek tasarı, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan şu başlıca reformları hızla hayata geçirmekle yükümlüydü:

Birincisi, Türkiye, mahkûmları kategorik olarak oy verme hakkından mahrum bırakan Anayasa hükmünü (md. 67/5) değiştirmelidir. Bu Strazburg Mahkemesinin çok sayıda kararında tescil edilmiştir.

İkincisi, Türkiye'de politik davalarla ilişkili olarak yaygın bir cezasızlık sorunu vardır. Çoğu kez ağır insan hakları ihlallerinin (işkence, gözaltında kaybedilme, yargısız infaz vb.) sorumluları, kamu gücünün kastı veya ağır ihmallerinden ötürü yargılanmamakta veya bu davalar zaman aşımına uğramaktadır. Bu cezasızlık sorunu AYM veya İnsan Hakları Mahkemesince tespit edilmektedir. Fakat Anayasa'daki zaman aşımının geriye yürümezliği (md. 38/2) hükmü uyarınca bu faillerin cezasızlığı, tuhaf biçimde korunmaktadır. Bu tuhaflık Anayasa'da bir değişikliği zorunlu kılar. Böylesi bir taslakta, ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili zamanaşımının geriye yürürlüğü sağlanmalı, af yasakları getirilmeli ve bu nitelikteki suçlar için kamu görevlileri hakkında soruşturma açılmasını idari merci iznine bağlayan hüküm (md. 129/6) değiştirilmeliydi.

Üçüncüsü, Anayasa, grev hakkını sadece işçilere tanıyor; kamu çalışanları için toplu sözleşme hakkının ötesinde bir grev hakkına yer vermiyor. Bu güvencesizlik sorunu, özellikle greve giden memurlara disiplin cezası uygulanmasına yol açıyor ve emek kesiminde gerilemeye neden oluyor. İnsan Hakları Mahkemesi ve AYM'nin kararlarında tespit edilen ve aşırı dava birikmesine neden olan bu sorunu aşmak için söz konusu hakkın memurlara da açıkça tanınması bekleniyordu fakat bu karşılanmadı.

Dahası var. Türkiye'de, buna koşut olarak, yürütme erkinin keyfî grev erteleme kararlarıyla karşı karşıyayız. Bu, AYM tarafından tespit edilmesine rağmen bu kararlar fiilen yok sayılıyor. Gerçi bu konu, zorunlu bir anayasa değişikliğini gerektirmiyorsa da yapısal sorunun aşılması, emek siyaseti için yaşamsal önem taşıyordu. Ayrıca, OHÂL rejiminden çıkış iddiasında olan bir taslağın, Recep Tayyip Erdoğan'ın "grev tehdidi olan yere biz OHÂL'den istifade ederek anında müdahale ediyoruz" dediği yerde bu konuyu özel olarak gündeme alması gerekirdi.

Dördüncüsü, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin kararlarında Anayasa metninin kendisinden ileri gelmese de Diyanet İşleri Başkanlığının tarafgirliği, tek yönlü endoktrine edilen zorunlu din dersi, vicdani ret hakkı, eş cinsel birlikteliklerin tanınması gibi konularda yapısal sorunlar bulunuyor. Anayasa'ya bu konuda pekiştirici hükümlerin konulması ve/veya en azından söz konusu metinde bu konudaki anayasal sorunlara dikkat çekilmesi gerekebilirdi.

Bu eksiklik, Türkiye'nin derin bir laiklik krizi içindeyken altılı masanın her fırsatta laiklikten kaçma eğilimi ile okunduğunda, sert eleştirileri hak etmektedir.

Beşincisi, taslak sosyoekonomik haklar konusunda da ürkek veya ihmalkârdır. Her ne kadar sosyoekonomik haklar KHK düzenlemesinden kurtarılmışsa da devletin bu haklarla ilgili yükümlülüklerini "malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde" yerine getireceğine ilişkin (diğer haklarda geçerli olmayan) arka kapı korunmuştur. Öte yandan, taslağın girişinde "Bireysel başvuruların alanı, sosyal hakları da kapsayacak biçimde genişletilmiştir" denmektedir. Fakat ayrıntılara girdiğimizde bunun tam olarak doğruyu yansıtmadığını anlıyoruz. Taslağın önerisi, bireysel başvurunun konusunu "Anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen haklar" biçiminde ifade etmek şeklinde. Buradaki "ve" sözcüğü ("veya" değil) sosyal hakların dava edilebilirliğini sağlamaktan uzaktır. Oysa Birleşmiş Milletler Ekonomik, Kültürel ve Sosyal Haklar Sözleşmesi'ndeki (BM EKSHS) hakların bireysel başvuruya tabi olmaya başladığı gerçeği karşısında sosyal hakların dava edileceği açıkça ifade edilmeli, hatta Türkiye'nin bu Sözleşmeye ek (bireysel başvuruyu sağlayan) protokole taraf olacağı da açıkça taahhüt edilmeliydi.

(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gündelik dilde kullanılsa da bu metnin Resmî Gazete'deki adı "İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme"dir; resmî ciddiyet, o adın kullanılmasını gerektirir. Keza, "bireysel başvuru" da "halk davası" [actio popularis] türü bireysel başvuruları da kapsar bu nedenle kurumun adı "anayasa şikâyeti" biçiminde güncellenmeliydi, ki bunlar teknik ayrıntıdır.)

Dahası, sosyoekonomik haklarla ilgili BM mekanizmaları nezdinde "bireysel başvuru" üzerine verilen uluslararası kararlar da göz ardı edilmemeliydi. Türkiye karşı karşıya olduğu derin konut krizi bağlamındaki kararlar bu yönden önem taşır. Şöyle ki; kiracı yurttaşlar, özellikle büyük şehirlerde evlerinden tahliye edildiklerinde yeni bir ev bulamıyor, o kadar ki şehir değiştirmek zorunda kalıyorlar. Barınamayan öğrenciler, sokaklarda kalıyor veya genel olarak yurttaşların büyük kısmı insani koşullarda barınma olanağı bulamıyor. Bu sorun, Türkiye'nin de tarafı olduğu BM EKSHS'deki hakları inceleyen Komite'ye gelen başvurular üzerine incelenmiştir. Komitenin, Türkiye'deki soruna benzer sorunları yaşayan ülkeler aleyhine ihlal kararları verildiğini görüyoruz. Türkiye hakkında (teknik nedenlerle) henüz bir ihlal kararı verilmemişse de bu kararlardan konut hakkına ilişkin anayasal güvencelerin pekiştirilmesi gerekliliğini ve köklü bir reformun zorunlu olduğunu anlıyoruz. Taslak, konut sorunuyla dolaylı olarak dahi ilgilenmemiştir.

  1. Temel Hak ve "Ödevler" Konusundaki Yanılgı

Taslağın başlarında şöyle bir belirleme ile karşılaşıyoruz:

"Anayasamızın ikinci kısmının başlığı, "Temel Haklar ve Ödevler" şeklindeydi. Buradaki "ödev" kelimesi çıkarılmış; yerine "hürriyetler" kelimesi getirilmiştir. Bu değişiklik, Anayasamıza daha hürriyetçi bir felsefe kazandırmayı amaçlamaktadır. Çünkü hürriyetlerin ödev kavramıyla sınırlanması, otoriter bir anayasacılık anlayışının eseridir."

Bu belirlemeye koşut olarak çok sayıda yerde "özgürlük" kavramının yerine "hürriyet" geldiğini; "ödev" kavramının da metinden çıkarıldığını görüyoruz.

Hürriyet sözcüğünün, özgürlük yerine konması anlaşılır bir tercihin uzantısıdır. Az bilinir ama bu konu, 1961 ve 1982 Anayasası hazırlık süreçlerinde de kullanılmıştır. Jön Türklerin geleneği, "Hürriyet şairi" Nâmık Kemal'e olan saygı ve esasen istibdata karşı gerçekleşen "Hürriyet Devrimi"nin anısına bu sözcük bilinçli biçimde korunmuştur. Anayasa metinlerinde genelde Türkçe sözcükleri yeğlesem de bu geleneğe sahip çıkan biri olarak (böyle bir kasıtları var mı bilmemekle birlikte) Altılı Masa'nın bu eğilimini yerinde görüyorum.

Gelelim "ödev" konusuna… Buradaki "otoriter anayasacılık anlayışı" söylemi birden çok nedenle sorunludur. Birincisi, ima veya mahkûm ettiği şey, Rousseau, Marx, Atatürk tarafından sahip çıkılan ve (1793 Fransa, 1918 Sovyetler ve 1921 Türk anayasalarında da cisimleşen) cumhuriyetçi anayasa geleneğidir. Son yıllarda yeniden hortladığını gördüğümüz Jakobenleri, Bonapartistlerle karıştırmakla malul ortodoks/arkaik liberal eğilimlerin bir uzantısı olan bu söylem, mutlak serbest piyasa ekonomisinin geniş yığınlar karşısında yarattığı ekonomik otoriterliği fazlasıyla göz ardı ediyor. Bireylerin bir arada yaşadığı topluma karşı bazı ödevlerinin olduğu gerçeği, uzunca bir tartışma konusu olduğu için buna girmiyorum. Ama burada, söylemin liberal anayasa düzlemde de sorunlu olduğunu kaydetmek gerekiyor.

Kişilerin ödevleri ve sorumlulukları liberal anayasal belgelere yabancı değildir. Örnek olsun: Alman Anayasası (md. 33, 100), İspanya'nın (md. 32), İsviçre'nin (md. 136), İtalya'nın (bölüm 1), Fransa'nın yürürlükteki Anayasası (başlangıç ve md. 8) yurttaşların ödevlerine yer vererek otoriter mi olmaktadır? Daha da ileri gidelim. Bu kavramın varlığı sadece bir retorik değildir. Ödev kavramından, İnan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nde ifade özgürlüğü (md. 10/2) bağlamında bir ölçüt (özellikle gazetecilerin ve politikacıların ödevleri ve sorumlulukları) geliştirilmiştir. Hakeza, adil yargılanma hakkı (md. 6) bağlamında kapsam belirlemesi medeni hakların yanı sıra yükümlülükler ile ilgilidir. Anayasa'da "Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevi" olduğu için özellikle çevresel davalarda iptal davası, tam yargı davalarından farklı olarak hakkı ihlal edilenlerin ötesinde bir taraf ehliyeti tanır. Taslağın konumu, çevre örgütlerinin iptal davası açmayı bir hak olmanın ötesinde bir ödev olarak temellendirmesinin altını oymaktadır. Dahası bu tür iptal davalarındaki sorunların "medeni ödevler" kapsamında (çünkü çevre örgütleri idari yargıdaki iptal davalarında hak ihlali iddiasında bulunmaz) sayılma savını da geriletmektedir. Belki Altılı Masa bu türden ayrıntıları düşünmeden, düz bir liberal ezberle hareket etmiş olabilir ama hazır yeri gelmişken teknik insan hakları hukuku uzmanlarıyla çalışmadıkları sorununu burada da hatırlatmak gerekiyor.

Öte yandan eğer altılı masa deprem, sel vb. olağan dışı koşullarda yurttaşlara herhangi bir ödev (md. 18/2) yüklememek, ilköğretimi (md. 42), çevreyi korumayı (md. 56/2), askerliği (md. 72) vergi ödemeyi (md. 73) zorunlu bir ödev olmaktan çıkarmak istiyorsa bunu açıkça söylemelidir.

  1. Olumluluklar

Buraya kadar yazdıklarımız eleştirel olsa da taslakta temel hak ve özgürlükler ile ilgili olumlulukların bulunmadığı sayılmasın. Özellikle temel hak ve özgürlüklerin nitelikleri ile hak lehine yoruma dönük vurgular ile basın özgürlüğüne dönük kapsamlı değişiklikler hayli önemli ve olumludur. Hayvan haklarının tanınması ve örgütlenme (dernek ve siyasi partiler) özgürlüğü lehine (devlet yardımını %1 alan partilere kadar indiren) revizyonlar da -birazdan değineceğimiz bazı tereddütlere rağmen- öyle.

Fakat tüm bunların içinde özellikle adil yargılanma hakkı ve etkili soruşturma ile ilgili kurumsal adımlar hayli önemlidir. Adli kolluk biriminin kurulacağının söylenmiş olması, yargı denetimine kapalı alanların (hatta yürütmeyi durdurma kararı yasağı da dâhil olmak üzere) tasfiyesi, yargıçlara coğrafi teminat lehine güvenceler getirilmesi, kayyım atamaları gibi keyfîlikler karşısında yargısallığın arttırılması, AYM bağlamında on yıl yasağının kaldırılması, YSK'nin ve Sayıştay'ın yargısal kimliklerinin pekiştirilmesi, kanunsuz emir sapmasının daraltılması, yargıç ve savcıların idari yönden Adalet Bakanlığı'na olan bağının koparılması, yargıç ve savcı üst kurullarının birbirinden ayrılıp savunma makamı olan Türkiye Barolar Birliğinin özerkliğinin arttırılması oldukça önemli adımlardır. Öte yandan AYM'nin, Yargıtay'ın, Danıştay'ın üye yapılarının belirlenmesinde yürütme etkisinin kırılması ise diğer hepsinden önce gelen yaşamsal bir öneridir. Fakat Hâkimler Kurulunun iki üyesinin atanmasının neden Cumhurbaşkanına tanındığı ve Savcılar Kurulunda adalet bakanı ve müsteşarının neden doğal üye olarak korunduğu anlaşılabilir değildir.

  1. Tereddütlü Konular

Taslaktaki özellikle şu altı konuda değişiklik önerisi tereddütlü bir görünüm sunmaktadır:

Birincisi, örgütlenme özgürlüğüyle ilgili olarak siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması ve politik iradeye bağlı kılınması göreceli olarak olumlu olsa da kapatma nedenleri arasında; "nefreti, ırkçılığı, şiddeti teşvik"in getirilmesine kuşkuyla yaklaşılmalıdır. Türkiye'de nefret söylemi (TCK md. 216) bağlamında tamamen ters yüz edildiği ve her türlü etnik-eleştirel söylem kolaylıkla bu bağlamda kavrandığı için bu hüküm, olumlu amaçlarla getirilse de kolaylıkla aksi yönde sonuçlar doğuracak gibidir.

İkincisi, sağlık hakkının tanınmasında "planlama" vurgusundan vazgeçildiği görülmektedir. Bu girişim, sosyal devlet ilkesinin ve sosyoekonomik hakların yok sayıldığı bir bağlamda neoliberal bir açılıma kapı aralayacak gibidir. "Merkez bankasının bağımsızlığı" gibi pek tartışmalı bir ilkenin sunumda dahi tekrar edilmesi karşısında bu kaygı daha da haklı hâle gelmektedir.

Üçüncüsü, Yüksek Öğretim Kurulu'nun (YÖK) kaldırılması ilk bakışta olumlu ve üniversite özerkliği lehine görünse de Türkiye'de son yıllarda açılan aşırı sayıdaki üniversite ve bu üniversitelerdeki partizan kadrolaşma ve niteliksizleştirme dikkate alındığında bu özerkliğin ters tepebileceği, keyfî uygulamalara kapı aralayabileceği bilinmelidir. Akademik özgürlüklerin tam olarak oturmadığı ve partizan kadrolaşmanın tasfiye edilmediği bir bağlamda akademik özerklik, bir zamanların jargonuyla "keyfî dukalıklar" yaratabilir. Bu konuda aşamalı adım atmakta fayda vardır.

Dördüncüsü, temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası sözleşmelerin referans norm hâline gelmesi olumlu görünse de bu hüküm iki yönden tartışmalıdır. Hangi sözleşmenin temel hak ve özgürlüklerle ilgili olduğu ve yargı kararlarının da buna dâhil olup olmadığı tartışmaya açıktır. Hukuk, belirlilik ister. Bu metinlerin tek tek sayılması ve bu referans ölçü norm olmaya uluslararası yargı kararları da dâhilse bunun da zikredilmesi, öte yandan bu kararların iç hukuka nasıl yansıyacağını ortaya koyacak bağımsız bir birimin oluşturulması yaşamsaldır. Bunlar yapılmadıkça, bu, uluslararası sözleşmelere üstünlük tanıyan 2004 değişikliğinin (md. 90/son) başarısızlığını derinleştirmekten başka bir şey yapılmayacaktır.

Beşincisi, "Devlet, tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğu ülke ve topluluklarla ilişkilerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapar." biçimindeki ve madde başlığındaki "Türk Vatandaşı" ifadesini "Türkler" diye değiştiren hüküm, irredantist eğilimlerin dayanağı kılınabilir. Bu konuda ek bir kayda ihtiyaç vardır. 

Altıncısı, on beş milletvekiline kadar "yurt dışı seçim çevresi" Türkiye'deki kamuoyu tarafından sıcak karşılanan bir konu değildir. Türkiye'deki döviz krizinden yararlanan, Türkiye'nin dışında ekonomik ve sosyal çıkarlara sahip olan kitleye bu denli geniş bir temsil olanağı tanınmasının meşruluğu tartışmalıdır. İnsan Hakları Mahkemesinin takdir marjı bıraktığı bu konuda takdirin bu yönde kullanılmasına tereddütle yaklaşmak gerekir.

III- Siyasal Rejim Sorunu

Taslağın başlıca odağı, adından da anlaşılacağı üzere siyasal rejimdir. Bu bağlamda metinde gördüğümüz şey, hükümlerin büyük bir kısmının, 2017 yılından önceki siyasal rejimi yeniden getirecek kurallara özgülendiğidir. Fakat bazı farklarla.

  1. Yürütme Erki

Partili olması yasaklanan Cumhurbaşkanının yetkilerinde azaltmalara gidilmiş ve bunların içinde en önemli yetki olan (i) "bakanlar kuruluna başkanlık etme" yetkisi kaldırılmıştır. Bu, Cumhurbaşkanının yürütme üzerindeki liderliği ve belirleyiciliği için yaşamsaldır. Öte yandan, Cumhurbaşkanının (ii) akademik ve (iii) yargısal atama yetkileri ile (iv) TSK kullanımı ile MGK'yi toplantıya çağırma gibi askeri yetkilerinin kaldırılması da önem taşır. Belli ki bunlara yer vermeyerek, devlet başkanlığına özgü yetkiler sembolik düzeye çekilmek istenmiştir.

Fakat Cumhurbaşkanına (i) kanunları ve kanun hükmünde kararnameleri yayımlama (yayımlamazsa ne olacağı öngörülmemiştir) ve geri gönderme, (ii) AYM'ye (Meclis İçtüzüğü hariç) iptal davası açma, (iii) anayasa değişikliklerini halk oyuna sunma, (iv) seçimlerin yenilenmesinde takdir kullanma, (v) OHÂL ilan sürecine katılma, (vi) geçici bakanlar kurulunu belirleyecek başbakanı atama, (vii) yabancı ülkelere temsilci gönderme, (viii) af ve (ix) 12 Eylül ürünü olan, Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu kanalıyla tüm kamu tüzel kişileri üzerinde (hatta bunların sermayesinin yarısından fazlasına sahip olduğu her türlü kurum ve kuruluş ile kamuya yararlı derneklerle vakıflarda) her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapma yetkisinin tanınmaya devam ediyor olması bu statünün tamamen sembolik olmayacağının göstergesidir.

Bakanlar Kurulu açısından ise yenilik, özellikle Almanya'dan bildiğimiz "yapıcı güvensizlik oyu" kurumunun getirilmiş olmasıdır. 1982 Anayasası'nda zaten var olan ve Boris Mirkine-Guetzevitch'in ünlü yaptığı deyimle "rasyonelleştirilmiş parlamentarizm" uygulamasının benzeri olan kimi kurallar (örn. nitelikli çoğunluk gerektiren güvensizlik oylarının sayılması, serinleme süresi vs.) ve kanun hükmünde kararname uygulaması yeniden getirilmiş ve bu yolla yürütmenin (bakanlar kurulu bağlamında) güçlendirilmesi sağlanmıştır.

Yasama yönünden ise güçlendirme, yargısal ve kimi idaresel (ombudsman veya RTÜK) atamalarda daha çoğulcu kılma ve meclis soruşturması, meclis araştırması, gensoru önergesi gibi denetim araçlarını kolaylaştırma ve kendi içtüzüğüne dönük (nitelikli çoğunluk ve sınırlı iptal davası) özerkliği pekiştirme yoluyla sağlanmak istenmiş görünüyor. Bu bağlamda Meclis tarafından yapılacak seçimlerde nitelikli çoğunluk ve bu sağlanamazsa kura usulü ise 2017 öncesi rejimden daha çoğulcu ve kökleri Antiklerde veya Montesquieu'de ve Rousseau'da da bulunan işlevsel bir ilerlemedir.

  1. Yasama Erki

Atılı masanın iddiası yasamanın güçlendirileceğiydi. Bu konuda hâlihazırda aşırı yetkili Cumhurbaşkanlığı rejiminden ayrılan her hükmün yasama lehine olacağı kestirildiği için mesele bunun nereye kadar uzanacağı idi. Bu bağlamda yapılan değişikliklere baktığımızda 2017 öncesi siyasal rejimdeki yetkilere dayalı bir yasama tasarımı yapıldığı söylenebilir.

Öncekinden farklı olarak; yasamanın yargısal seçimlerde ön plana çıktığını ve kararname rejimiyle ilişkili olarak etkili kılındığını da görüyoruz. Fakat bunlara rağmen yasamanın, 1982 Anayasası'nın orijinal tasarımına nazaran çok daha güçlü olduğunu söylemek kolay değildir.

Yasama içinde ise muhalefete nispeten daha fazla yetki tanınmış gibidir. Örneğin Meclis Genel Kurulundaki genel görüşmelerin açılmasında, bir yasama yılında en az 20 günlük gündemin muhalefet tarafından belirlenmesi kuralı veya siyasi parti gruplarına iptal davası açma hakkının tanınması böylesi kurallardandır.

Sayıca az sayıda yasama lehine hükümlerin yanı sıra bu bağlamda da kimi sorunlar yok değildir. Örneğin sondan başlayacak olursak; siyasi parti grubu kurmak için yirmi milletvekili koşulunun aynen korunması, 1961 Anayasası'ndaki on milletvekili kuralına göre geridir.

Keza, milletvekili seçilmeye engel olan suçların arttırılması yasama üyelerinin aleyhine, serbest seçim hakkı yönünden bir daralmadır. Dahası bu bağlamda diğer suçların yanı sıra "kadına yönelik kasten yaralama" suçunun getirilmiş olması hayli sorunludur. Söz konusu suçun cinsel ayrımcılık karşıtı yönü anlaşılır olsa da bu hükmün, TCK'de yakın zaman önce teknik hukuki bilgiden yoksun sosyal medya güruhlarını tatmin etmek amacıyla getirilen hükmün anayasal tekrarı olduğu söylenebilir. Bu yasağa, ayrımcı saik vurgusu yapmadan ve söz konusu suçun örn. kadının kadına karşı işlenmesi, yaralamanın diğer bir suçun ögesi olması, meşru müdafaada sınırın aşılması yoluyla işlenmesi vb. bağlamlarda yapılan tartışmalar ve eleştiriler göz ardı edilerek yer verilmesinin (buna hükmün karşılaştırmalı hukukta pek bilinmediği/sınanmadığı da eklendiğinde) bazı sorunlara yol açacağı peşinen ve rahatlıkla söylenebilir.

Yine örneğin dört yıllık seçim süresini 2017 değişikliğinin Cumhurbaşkanlığı statüsüne bağlı olarak beş yıla çıkarma tercihinin aynen benimsenmesi, Türkiye'de TBMM seçimlerinin hiçbir zaman için beş yılda bir yapılmadığı gerçeği karşısında sorunludur. Siyasal katılımın sıklığı demokratikleşmenin bir gereğidir. Atatürk'ün dediği gibi süre uzadıkça milletvekilleri "kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur", bu nedenle yasama dönemi "ne kadar az olursa o kadar arzu edilir."

Bunlardan başka, halkın kanun teklifi, halkın kanun vetosu, milletvekillerini geri çağırma vd. yarı-doğrudan demokrasi araçlarının bulunmaması, yerelleşme vurgularından uzak durulmasıyla birlikte ele alındığında demokratikleşme iddiaları karşısında eleştiriye açıktır.

  1. Öngörülen Rejim Parlamenter Mi?

Şimdi tüm bu değerlendirmelerden sonra bir de bu yeni rejimin adı meselesine geçebiliriz. Bu siyasal rejimin adı konusunda tam bir kargaşa vardır. Bu kargaşa iki nedenden ileri gelir.

Öncelikle "güçlendirilmiş" dedikleri şey anlaşılmıştır ki (az önce değindiğimiz üzere) Guetzevitch'in rasyonelleştirilmiş/aklileştirilmiş dediği şeydir. Bu hükümlerin olmadığı parlamentarizmin akılsızca olduğu imasını yapmak istemediklerinden mi yoksa yasamayı güçlendiriyoruz söylemini kullanabilmek için mi böyle hareket ediliyor bilinmez. Fakat getirdikleri düzenin yasamayı, bağlamsa olarak 1961 Anayasası'ndan daha çok güçlendirmediği, hükûmet istikrarını sağlamak için yürütmeye ağırlık veren küresel eğilimi yansıttıkları açıktır. Dolayısıyla bunun kaydedilmesi gerekir.

İkinci olarak Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği bir siyasal rejimin parlamentarizm sayılıp sayılmayacağı hayli kuşkuludur. Öyle ki daha birkaç gün önce bu noktaya odaklanan Kemal Gözler, tasarının parlamentarizm getirdiğinin "muazzam bir yalan" olduğunu söyleyen bir makale yazmış, Altılı Masa'nın amacının "Recep Tayyip Erdoğan sisteminden Vladimir Putin sistemine mi geçmek" olduğunu sormuştur. Profesör Gözler'in itirazını anlamlı buluyor ama kullandığı dilin keskinliğine karşı şerh düşmeyi gerekli sayıyorum.

"Yarı başkanlık" kavramının ne anlama geldiği karşılaştırmalı anayasa hukuku öğretisinde epey tartışmalı bir konudur. Bu kavram, ilk kez Fransız gazeteci Hubert Beuve-Méry'nin 8 Ocak 1959'da Le Monde gazetesi için kaleme aldığı bir makalede, 1958 Fransız Anayasası'nın getirdiği siyasal rejim için kullanılmıştır. Fakat kavramı ilk kez derinlemesine biçimde ele alan kişi siyaset bilimci Maurice Duverger'dir. Duverger, Fransa Anayasası için kullandığı bu belirlemenin, 1919 Finlandiya, 1919 Weimar, 1920 Avusturya, 1937 İrlanda, 1944 İzlanda anayasaları için de kullanılacağını söylemiş ve rejimin özelliklerini şu öğelerle ortaya koymuştur: Devlet başkanı;

  1. genel oyla, halk tarafından seçilir,
  2. oldukça önemli yetkilere sahiptir,
  3. yürütme makamını, yasama karşı çıkmadıkça makamında kalan başbakan ve bakanlıklardan müteşekkil bir hükûmetle paylaşır.

Bunlardan birinci ve üçüncü öge bir ölçüde anlaşılır olsa da "oldukça önemli yetkiler" kavramının ne anlama geldiği tartışma yaratmış ve bunun nasıl belirleneceği konusunda fikir ayrılıkları çıkmıştır. Kimileri kavramın içini, sadece Anayasa'da kâğıt üzerinde yazılanlara bakarak, diğer bazıları ise uygulamaya yoğunlaşarak doldurmuş, bu da farklı sonuçlara neden olmuştur. Keza, farklı yazarlar farklı "oldukça önemli yetkiler" listesi hazırladığı için bu noktada da ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bazı yazarlar (özellikle bu konuda en çok kalem oynatan Robert Elgie) ise Duverger'in tanımındaki "oldukça önemli yetkiler" kavramından kurtulmak gerektiğini savunarak devlet başkanının halk tarafından seçildiği tüm parlamenter rejimleri "yarı başkanlık" saymıştır. Kemal Gözler'in itirazı da Robert Elgie'nin (ve bir ölçüde Juan Linz'in) çıkarımına dayalı bu kabule dayanmaktadır. Fakat bilinmelidir ki yarı başkanlık konusunda tek tanım bu değildir. Bu rejim kategorisi için yeni ögeler ekleyen kimi yazarlar olduğu gibi, bu konuda "bölünmüş yürütme", "iki kutuplu yürütme", "parlamenter başkanlık cumhuriyeti", "parlamenter benzeri hükûmet", "tek kutuplu iki başlı yürütme" veya "başbakanlı başkanlık hükûmeti" (premier-presidential government) ve ağırlığın parlamentoda olduğu "başkanlı parlamenter hükûmet" (president-parliamentary government) gibi yeni kategoriler üreten yazarlar da vardır. Öte yandan "yarı başkanlık" kavramının "Duverger'in bir fantezisi" sayarak bu rejimin de bir parlamentarizm türevi olduğunu düşünen ve devlet başkanının halk tarafından seçildiği pek çok rejimi de (özellikle İrlanda ve İzlanda'da olduğu gibi halkın seçtiği devlet başkanının sembolik kaldığı sistemleri) parlamentarizm çatısı atlındaki alt kategorilerle ele almak gerektiğini düşünen yazarlar da az değildir.[2] Dolayısıyla ben bu girişime "muazzam bir yalan" demekten imtina ediyorum. Fakat bu rejimin Davutoğlu-Erdoğan (2014-2017) geriliminde de görüldüğü üzere kohabitasyon sorunu (yani halk tarafından seçilmiş olan yürütmenin iki kanadından kişilerin bir arada yaşama sorunu) yaratabileceğini, bunun "çatışmacı" veya "yıkıcı" sonuçlara neden olabileceğini düşünüyorum.[3] Gelgelelim Duverger'in "oldukça önemli yetki" kavramının içini epeyce dolduran "Bakanlar Kuruluna başkanlık etme" yetkisinin Cumhurbaşkanına tanınmamış olmasının bunu bir ölçüde yatıştırabileceğini tahmin ediyorum.

İkinci noktaya gelirsek; Kemal Gözler'in "Türkiye'ye yeni bir Putin rejimi getirme" riskine ise bir ölçüde katılsam da Altılı Masa'nın taslağında yürütmeye ilişkin kimi önemli yetkilerin Cumhurbaşkanından alındığını kaydetmek gerekiyor.

Tam da burada aslında bu konuda kimin ne kadar güçlü olduğu konusunun öznel değerlendirmelerden arınarak nesnelleştirilmeye çalışıldığını hatırlatmak gerekiyor. Öğretide son yıllarda yaygın biçimde kabul gören "önemli yetkiler" listesi (Metcalf revizyonlu Shugart ve Carey listesi diye bilinir) bu konuda bir ölçüttür.[4] Burada listelemenin ayrıntılarına gitmek ve hesaplama yapmak mümkün olmasa da onun ölçütlerine göre karşılaştırma yapabiliriz:

Devlet Başkanı;

Bu karşılaştırma, pek çok yönden eleştirilecek olan taslağa "Putin yaratma" bağlamındaki eleştirinin -en azından kâğıt üzerinde- haksız olduğunu göstermektedir.

Taslakla ilgili olarak buraya kadar yazdıklarımı uzatabilirim ama bu gündelik yazıyı burada bitirmek gerekiyor. Fakat bitirirken; anılan taslağın Altılı Masa'nın çoğunluk olması hâlinde hayata geçirileceğini ama tasarımının sanki AK Parti iktidardaymış gibi olduğunu, bu bakımdan geçiş sürecinin gerektirdiği kimi zorluklardan (eski bürokrasinin müstakbel direnci ve başta kadrolaşma olmak üzere pek çok meseleyle ilgili olası manipülasyonları vs.) ötürü mutlaka geçici hükümlere (Almanya'daki 1945-1950 Nazisizleştirme [Entnazifizierung] süreci uygulamaları kadar olmasa da nispeten ona yakın düzeyde) ihtiyaç duyulacağını kaydetmek isterim.


[1] Daha fazlası için bkz. Tolga Şirin, Anayasa'dan Çıkış, (İmge, 2022).

[2] Bu tartışmaların hepsi ve öznel bir öneri için bkz. Tolga Şirin, Yarı Başkanlık ve Türkiye İçin Uygulanabilirliği, (Ankara Enstitüsü, 2022)

[3] Uzlaşmacı, çatışmacı ve yıkıcı kohabitasyon türleri için a.g.e.

[4] Liste için de bkz. a.g.e.

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.