Almanya'da düzenlenen 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası (EURO 2024) çeyrek finalinde Hollanda ile Türkiye maçında Türk taraftarlar Berlin Olimpiyat Stadyumu'nda.
Kim ne derse desin, Avrupa Futbol Şampiyonası'na damga vuran olaylardan biri, Türk milli takımının sürpriz bir performans göstererek genç yetenekleriyle şampiyonanın gizli favorilerinden biri haline gelivermesiydi.
Turnuvanın en genç takımlarından biri olan millilerimiz, henüz tanınmayan, şimdiye kadar yeteri ölçüde fark edilmeyi başaramamış yetenekleriyle hızla futbol kamuoyunun dikkat merkezine haklı olarak oturuverdi.
İngiltere, İspanya, Almanya gibi futbolun iddialı ülkeleri basınında hakkında en çok yazılan, yorum yapılan konulardan biri de bu genç yetenekleri ve hırslı oyunu sayesinde Türkiye milli takımı oldu.
Futbol asla sadece futbol değildir
Buraya kadar işin futbol yanı. Uzmanlar elbette milli takımın eksik ve gediklerini ele alacak, gelecek vadeden bu yeni harika kuşağın birkaç yıl sonra uluslararası yarışmalarda daha yüksek başarılara ulaşabilmesi için öneri ve düşüncelerini sıralayacaklardır.
Benim asıl üzerinde durmak istediğim, bu şampiyonanın ışık tutuğu bir başka gelişme: Merih Demiral'ın "bozkurt selamıyla" birlikte tartışma gündemine bir bomba gibi düşen milliyetçilik tartışlması.
Öyle ya, bozkurt selamı Türkiye'de doksanlı yıllardan itibaren ülkücü camianın ayrıştırıcı simgesi olmuştu. Ülkücü hareket ise, en kirli işlere bulaşmış, ülkeyi iç savaşa götüren süreçte devlet desteğini de arkasına alarak suikast ve katliamlara damgasını vurmuş, ırkçılığını hiç de gizlemeyen bir hareketti. Nasıl olurdu da bozkurt selamı milli takımın bir oyuncusu tarafından tribünlere gösterilebilirdi?
Çok küçük yaşlardan itibaren yurt dışında yaşayan, aslında kendi de çok kültürlü bir aileden gelen Merih Demiral, savunmasında kendisine iki maç men cezası getiren hareketi neden yaptığını anlatırken Türklüğünden dem vuruyordu: "Türküm, bundan gurur duyuyorum, Türklerin bu alanda da var olduğunu tribünlerdeki taraftarlarımıza gösterdim", diyordu. Bozkurt da Türk kavimlerinin binlerce yıllık efsanelerinde var olan bir simgeydi.
Merih Demiral'ın savunmasındaki anahtar cümle; "Türküm ve bundan gurur duyuyorum". Ülkesi dışında yaşayan ve ulusal kimliğini, yurt dışında yaşadığı topraklarda var oluşunu belirleyen en önemli kriter haline getirmek istemek bir futbolcu için suç kabul edilebilir mi?
Bozkurt sembolü maçların oynandığı Almanya'da yasaklı semboller arasında yer almıyor. Nazi selamıyla kıyaslanması bu nedenle de abes. UEFA da zaten siyasi mesaj nedeniyle değil, "spor etkinliklerinde sportif olmayan nitelikteki davranışlar sergilemek, futbol itibarını zedelemek" gerekçesiyle men cezası verdi.
Bu cezanın tarafsız olan herkesçe net görülebileceği gibi çifte standart olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım (çünkü mesela attığı gol sonrası erkeklik organını avuçlayarak karşı takımın tribünlerine koşan ve onları tahrik eden İngiliz Bellingham'a UEFA sadece para cezası verdi, maçlardan men cezasını da erteledi), ama şu bir gerçek ki, haksız ceza, beklenenin tam tersi etki yapacak ve bozkurt selamını siyasetin dışında olan, MHP ve ülkücülerle hiçbir alakası olmayan kitleler içinde de kaçınılmaz yaygınlaştıracaktır.
Berlin'de tribünler haykırıyor: "Burası Türkiye buradan çıkış yok!"
On yıllar önce aktif tv haberciliği yaptığım yıllarda bir dosya haber peşinde koşarken yolum Berlin'e Kreuzberg'e düşmüştü. "Küçük İstanbul" olarak da anılan semt beni şaşkına çevirmişti. Üzerinde aynı zamanda Almanca ibareler olsa da, Türk market ve dükkânlarıyla, pazaryerleri ve aynı Türkiye'deki gibi aylak bir sürü erkeğin oturduğu kahveleriyle, cami ve dernekleriyle Berlin'in göbeğinde minik bir Türkiye kurulmuştu.
Türklerin neden bu ülkeye (ya da Avrupa'nın diğer ülkelerine) entegre olamadıklarının, neden bu tür "gettolar" kurduklarının tahlili elbette böyle bir makalenin çapını aşan çok önemli bir konu. Olayın sosyolojik, tarihsel, psikolojik, ekonomik yüzlerce nedeni var.
Ancak olgunun nedenlerini tam olarak tespit edememek, o olgunun kabul edilmesinin ve ona göre davranılmasının önünde bir engel teşkil etmez. İşin özü, 20. yüzyılın ortalarından itibaren yurt dışına giden Türkiye kökenli milyonlarca insandan çok az, sadece ihmal edilebilecek kısmının yaşadığı ve sonra öldüğü ülke topraklarına entegre olabildiğidir.
Daha da önemlisi, aradan geçen yetmiş yılın ardından ilk gidenlerin üçüncü, dördüncü kuşak torunlarının önemli bir kısmının da kendilerini hâlâ, öncelikle yaşadıkları ülkeye değil, atalarının çıkıp geldikleri Türkiye'ye ait hissetmeleridir.
Milli takımın yedi oyuncusu göçmen çocuğu
Bu nedenle de Berlin'deki Hollanda – Türkiye çeyrek final maçında otuz bin Türk taraftar ellerinde bayraklarıyla "Burası Türkiye, Buradan çıkış yok" diye, hem de Türkçe olarak tezahürat yapmış, sonra da Alman plakalı arabalarına binerek, ertesi sabah bir Alman fabrikasında üretim şeridinde Hans'ın yanında çalışmaya başlamak üzere Berlin'in yoksul ya da orta halli mahallerindeki evlerine geri dönmüşlerdir.
Futbola geri dönecek olursak, Berlin'de Hollanda'ya karşı sahaya çıkan on bir futbolcudan yedisi yurt dışında doğup büyüyen çocuklardır: Mert Müldür, Kaan Ayhan, Ferdi Kadıoğlu, Hakan Çalhanoğlu, Salih Özcan, Cenk Tosun ve Kenan Yıldız bir zamanlar dedeleri Türkiye'den göçmen işçi olarak Avrupa ülkelerine gelen Anadolu sakinlerinin torunları ya da torunlarının çocuklarıdırlar. Arda Güler gibi, Türkiye doğumlu olup, yıllardır yurt dışında top koşturanları bu kategoriye dahil etmiyorum.
Takım kaptanı Hakan Çalhanoğlu başta olmak üzere, Mert, Salih, Ferdi, Kenan gibi çok yetenekli bu oyuncuları, doğup büyüyüp yaşadıkları, dillerini ve kültürlerini ana dilleri ve kültürleri gibi tanıdıkları, futbol oynamayı öğrendikleri ülkelerin milli takımlarında değil de, Türkiye milli takımında oynamayı tercih ettiren faktörün ne olduğunu anlamadan Avrupa'da yaşayan Türkleri anlamak mümkün olabilir mi?
Avrupa bütünleşse de "ulusal kimlik" önemini koruyor
Bozkurt selamı yaparak kendine ulusal bir kimlik ve aidiyet yaratmaya çalışan bir çocuğu "faşist" ilan edip, buna destek verenleri de mahkûm etmeye çalışmak işin en kolay yolu. Ama bu çözüm değil, en azından olayları siyah beyaz görmeyi reddedenler ve siyaset mekanizmasını yönlendirme iddiasında olanlar açısından.
Avrupa'da özellikle son on yıldır yaşanan eğilim, Avrupa Birliği'nin federatif bir entegrasyona doğru ilerlemesine paralel olarak, bu kıtada milliyetçiliği, ulusal kimliği, ulusal egemenliği öne çıkarak siyasetlerin de gelişiyor olması.
Yabancı düşmanlığını da bayrağına yazan bu siyasi partiler ve hareketler yer yer ırkçı ve hatta faşist görünümler de alarak, ülke siyasi arenasında önemli yer tutuyor, Fransa, İtalya gibi örneklerde görüldüğü gibi hükümet kurma pozisyonlarına ulaşıyorlar.
Şundan emin olalım ki, bu gelişmelerin en yakından etkileyeceği kesimlerden biri de Avrupa'da yaşayan Türkler olacak. Türklerin şimdiye kadar da çok zor ilerleyen yaşadıkları toplumlara entegre olma süreçleri tamamen aksayacak.
Avrupa'da yaşayan milyonlarca Türk ve Türkiye kökenli vatandaş, yaşadıkları toplumlarda en yoksul ve zedelenmeye açık kesimini oluşturmaktadırlar. Gelir düzeyi, ülke lisanını konuşma, sosyal haklar, eğitim ve meslek edinme dereceleri bakımından Türkler, bir zamanlar Alman yazar Günter Wallraff'ın çok anlamlı tanımıyla "en alttakiler"dir.
Sol "en alttakilerin" sözcüsü olamazsa bunu radikal sağ üstlenir
Toplumun ezilen, hor görülen, itilip kakılan, hakları elinden alınan, ya da haklarının bilincinde olmayan kesimleriyle doğası gereği ilgilenmesi gereken sosyal demokrat ve sol hareketlerin Türkiye temsilcilerinin işte Avrupa'daki bu kesime karşı daha duyarlı olması gerekmez mi?
Ancak benim hissettiğim, Türkiye solu Avrupa'daki Türklere karşı çok büyük bir duygusal umursamazlık içinde, çünkü onları anlayamıyor.
Bir zamanlar Bulgaristan'da Türk kökenlilerin isimleri devlet zoruyla değiştirilmeye başlandığında TKP de dahil olmak üzere Türkiye'deki komünist ve sol hareketler nasıl sessiz kalmışsa, şimdi de Avrupa'da yaşayan ve sayısı milyonları bulan Türk azınlığın ulusal kimlik ve değerlerine sahip çıkma uğraşında sol yine aynı sessizliği gösteriyor, bu alanı muhafazakâr ve radikal sağ hareketlere bırakıyor.
Oysa Avrupa'da kabaran ve yer yer artık iktidara gelen ırkçılık yanlısı radikal sağ partilerin YARIN neden olabileceği sorunlara karşı direnebilmek BUGÜN Avrupa'daki azınlıkları anlamaktan, onların elinden tutabilmekten ve sağlıklı bir güven ilişkisi yaratmaktan geçiyor.
Tarık Demirkan kimdir? Tarık Demirkan, Budapeşte Karl Marx (Corvinus) Üniversitesi’nde Uluslararası Ilişkiler okudu. Dünya Ekonomisi Bölümü’nde doktorasını sundu. Radyo ve televizyonlarda çalıştı, işçi sendikalarının araştırmalarına bilimsel katkı verdi, öğretim üyeliği, yazarlık, gazetecilik, çevirmenlik yaptı. Toplumsal dönüşümlerin ve tarihsel gelişmelerin gerisinde, mutlaka toplumların içinde bulunduğu döneme damgasını vuran fikir akımlarının ve ideolojilerin olduğunu düşünen Tarık Demirkan, Budapeşte’de Bir Osmanlı Şehzadesi, Bitirilmemiş Devrim, Macar Turancıları ve Devrim Devrim Diye Diye adlı eserleriyle söz konusu dönemlerin kavranılmasına katkıda bulundu. Filozof Ágnes Heller’in Doğu Avrupa Devrimleri, Gyula Németh’in Atilla ve Hunlar, Béla Horváth’ın Anadolu 1913, Károly Kós’un İstanbul, Ferenc Fejtő’nün Halk Demokrasileri Tarihi, László Csaba’nın Doğu Avrupa’da Çöküş Senaryoları, Ferenc Molnár’ın Pál Sokağı Çocukları, Ervin Apáthy’nin Doğu Avrupa’da Özelleştirme adlı eserlerini Türkçeye kazandırarak tarihsel konuları merak eden okur ve araştırmacıların perspektiflerini genişletmelerine yardımcı oldu. Yurt içinde ve yurt dışında gazete ve dergilerde çok sayıda araştırma ve makalesi yayımlandı. Tarık Demirkan Bartın, Izmir, Budapeşte, Londra ve İstanbul’un ardından artık Budapeşte’de yaşıyor, gazeteci ve yazar olarak çalışıyor, kitaplar yazıyor, kuruluşuna önayak olduğu Budapeşte merkezli Türkinfo Vakfı aracılığıyla uluslararası kültürel diyalogun gelişmesine, halklar ve kültürler arasında gerçek ve sivil dostluk bağlarının kurulmasına katkıda bulunuyor. |