Talat Parman

14 Mart 2023

Deprem yıkımı üzerine psikanalitik düşünceler (1): Temel çaresizlikten bağlarla onarıma

Unutmayalım ki, insan insana iyi gelir!

Büyük yıkımlar her ortaya çıktığında insanın varoluşuna daha en başında damgasını vurmuş olan temel çaresizlik ve onun yarattığı temel kaygı canlanıverir. "Temel Çaresizlik" (Hilflosigkeit) Sigmund Freud'un insanın evrimsel olarak kendine yakın canlılara göre çok daha zayıf ve çaresiz bir halde dünyaya gelmesi durumuna verdiği addır. Freud Almanca günlük dilde sıklıkla kullanılan Hilflosigkeit sözcüğüne yepyeni bir anlam kazandırmış ve açlık susuzluk gibi yaşamsal gereksinimlerini uzun süre tek başına karşılayamayacak olan bebeğin bu durum karşısında temel bir kaygı duyduğunu da belirtmiştir. Bu temel durumun ve yarattığı kaygının bıraktığı izler bastırılmış olsalar da yaşam boyu sürecek ve çaresizlik yaratan her tehlike durumunda yeniden gündeme gelecektir. O nedenle insanın yaşamının ilk anlarında deneyimlediği temel çaresizlik, yaşamda kalma kaygısı doğuran tüm travmatik durumların ilk örneğini oluşturacaktır.

Çünkü psikanalizin kurucusu, insanın erken doğmuş olduğunu düşünmektedir. Ona göre bebeğin anne karnında geçirdiği süre diğer canlı türlerine kıyasla oldukça kısadır ve henüz gelişimini tamamlamadan, onun tanımlamasıyla "dünyaya atılıverir." Diğer bir deyişle insan yavrusu yaşamını sürdürebilmek ve türünün sürekliliğini sağlayabilmek için hiç de iyi donatılmış olmadan doğar. Bu da onu çevresinin yardımına ve bakımına hayli uzun bir süre muhtaç ve dolayısıyla bağımlı kılar. Böylece dış dünyanın tüm tehlikelerine karşı onu koruyacak bir ötekinin varlığının ve onu destekleyecek bir çevrenin önemi olağanüstü derecede artmış olur. Bu durumun temel çaresizlik kaygısı yaratması dışında çok önemli başka bir sonucu daha olur. Sigmund Freud'a göre insan yavrusunun annesiyle ve çevresiyle çok yoğun ve çok uzun bir bağımlılık ilişkisi içinde olması insanda düşünmenin ve dilin gelişiminin asıl nedenidir. O yüzden temel çaresizliğin yenidoğanda yarattığı kaygının aynı zamanda ötekilerle ilişkinin de temelini oluşturduğunu ve bununu da insan olmanın yolunu açtığını söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan insanın ötekiyle ilişkisinin kökeninde temel bir çaresizlik olduğunu kabullenmek aynı zamanda ötekiyle ilişki kurmanın yaşamsal olduğunu da kabullenmek demektir.

Temel çaresizlik ötekilerle ilişki kurmanın ve dolayısıyla insan oluşun temelinde yer alır.

Bugün çok büyük bir yıkım yaşıyoruz. Binlerce ölüm, yaralanma ve devasa bir ekonomik ve kültürel yıkım! Ve hepimiz bu yıkımın büyüklüğü ölçüsünde çok büyük bir çaba içine girdik ve yaşamda kalanların, yaşama tutunmaya çalışanların yardımına tüm olanaklarımızla koştuk. Peki bunu nasıl başardık? İşte ben yaşamakta olduğumuz devasa yıkım karşısında zarar görenlere destek olabilmek için gösterdiğimiz ve büyük bir dayanışma içinde gerçekleşen tüm bu yardım uğraşlarımızın kökeninde ruhsallıklarımızın en derinlerinde yatan yukarıda sözünü ettiğim temel çaresizlik duygusunun da rol oynamış olabileceğini düşünüyorum.[1] Bütün büyük yıkımlar karşısında olduğu gibi bu kez de aç, susuz, korunmasız bir biçimde her şeyini yitirmiş olarak, yani bir anlamda yenidoğanın temel çaresizlik durumuna birdenbire düşüveren yıkım mağdurlarıyla özdeşleşim kuruverdik. Özdeşleşim psikanalizde "ötekinin bir özelliğini, bir niteliğini özümsemek" olarak tanımlanır. Bu kez bu özdeşleşmeyi yapmak hepimiz için neredeyse doğal bir tepkiyle oldu. Çünkü temel çaresizliğin ruhsallığımızın derinliklerindeki izlerini hiç yitmemiştik. Çünkü temel çaresizlik insan oluşun özüne katılan bir unsur olarak onu anımsatan her durumda (kendimiz için veya ötekiler için olabilir) tüm gücüyle canlanan bir yaşama tutunma çabasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Temel çaresizlik durumundakilerle özdeşleşim kurmak insan oluşun özünde vardır.

Ancak bu kez özdeşleşimin bu denli kitlesel oluşunun bence başka bir nedeni daha var. Bunu açıklamak için yine psikanalitik kurama başvuracağım. Temel çaresizlik içindeki yenidoğandan söz ettim. Ancak, onun yaşayabilmesi için yani içinde bulunduğu durumdan çıkabilmesi için onu besleyen, koruyan, temizleyen kısaca ona bakan ve onu yaşamda tutan biri olmalıdır. Bu genellikle annedir ya da annesel işlevi gören bir öteki. İşte pediatr ve psikanalist Donald W. Winnicott temel çaresizlik içindeki bebek karşısındaki annenin bu durumunu "birincil annesel tasa" [2] olarak tanımlamıştır. Anne bebeğin kendisi olmadan yaşamda kalamayacağının farkında olduğundan tasalanır; 'acaba anne olmayı başarabilecek, bebeğinin yaşamda kalmasını sağlayabilecek midir?' Yani bebeğin temel çaresizliğinin karşısında annenin temel uğraşı, bebeği için tasalanmak ortaya çıkar. Temel çaresizlik kaygısıyla annesine sarılan bebek onun birincil annesel tasadan beslenen annesel sorumluluğuna sahip çıktığını görür ve kaygısı yatışır. Elbette kendi kaygısı gibi annesinden aldığı yanıtı da belleğine kaydeder. Bir diğer deyişle temel çaresizliğin yarattığı kaygıyla birlikte bunu yatıştıracak ve bu kaygının ortadan kalkmasına neden olacak bir çevresel tepkinin kaydı da yenidoğanın belleğine düşer. Öyleyse temel çaresizlik durumuna düşülmesi ve yardıma koşulmuş olması ruhsallığımızın en derinlerine peş peşe kaydedilmiştir demek hiç de yanlış olmayacaktır.

Aslında son yıllarda ne yazık ki sıklıkla, diğer tüm büyük yıkımlarda (önceki depremler, seller ve büyük orman yangınlarında) olduğu gibi bu kez de temel çaresizliğe karşı ortaya çıkması gereken yardım yanıtı ortaya çıkmadı. Yani her şeyini yitirmiş yıkım mağdurlarının temel çaresizliğine karşı, onları bu durumdan kurtaracak ve yaşamda tutacak bir "tasa duyan" kurumsal yaklaşım oluşmadı. Yıkım mağdurlarına yardım etmekle görevli kuruluşlar olmaları gereken yerde yoktular, yapmaları gereken işlevleri yerine getirmediler. Söz konusu kurumlar tasalanmayınca iş bizlere düştü. Bizler insan olmak refleksiyle çok derinlerimizdeki bellek izlerinden yola çıkarak yalnızca temel çaresizlik içinde olanlarla değil onu zaten yapmıştık, ama bu kez bizi yaşamda tutmuş olanlarla da özdeşleşim kurduk. Yani birincil annesel tasa ile topluca harekete geçtik. Böylece devlet kurumları annesel işlevi yerine getirmediklerinde, bize çocukken yaşamsal desteği sağlayan annemizin ve yakın çevremizin kaygılı sorumluluk duygusunun ruhsallığımızda bıraktığı izleri yineleyerek temel çaresizlik içindekilere karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirdik. 

Temel çaresizlik durumundan ancak bundan tasalanan biri varsa çıkılabilir.

Evet, şimdi hepimiz bunu yapıyor, bu büyük yıkıma, bu büyük temel çaresizliğe karşı kitlesel bir biçimde böylesine güçlü bir yanıt veriyoruz. Bu yanıtı verirken onarımın ancak bağlar kurarak yapılabileceğinin de bilincindeyiz. [3] Peki ama neden? Çünkü hepimiz biliyoruz ki yaşamın kökeni bağ kurmakla başlamıştır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki evrende yaşam önce atomların, sonra moleküllerin, hücrelerin, hücre gruplarının ve organizmaların aralarında bağlar kurmasıyla başladı. Çünkü hepimiz biliyoruz ki bir gün anne ve babamız bağ kurdular ve biz ortaya çıkıverdik!

Bağlar söz konusu ise elbette bir kez daha psikanalitik kurama gönderme yapmam zorunlu. Sigmund Freud insanı yaşama bağlayan itkiye "dürtü" adını verirken onu hem kendisiyle hem de ötekilerle ilişkisi bağlamında tanımlar. Kuramını ilk oluşturduğu yıllarda, insanın kendine yönelik dürtülerini kendini koruma dürtüleri veya benlik dürtüleri olarak adlandırır. Ötekilere yönelik dürtüler ise cinsel dürtüler adını alırlar. Ancak Freud bugün yaşadığımıza benzer bir büyük yıkım karşısında, 1914-1918 yıllarında gerçekleşen Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dürtü kuramını kökensel bir biçimde değiştirir. Psikanaliz tarihinde 1920 dönemeci olarak adlandırılan bu büyük değişiklik "Ölüm Dürtüsü" (Todestriebe) kavramının ortaya atılmasıyla ortaya çıkacaktır.

Sigmund Freud 1920 tarihli Haz İlkesinin Ötesinde metninde benlik dürtüleri ve cinsel dürtüleri bir araya getirir ve karşılarına ölüm dürtüsünü yerleştirir.[4] Bu yaklaşımın iki büyük sonucu olur: Birincisi ölüm dürtüsünden ilk kez söz edilmekte ve bu dürtü biyolojik anlamda tüm gerilimlerin ortadan kalkacağı bir gerilimsizlik haline yani inorganik hale dönüşü hedefleyen bir itki olarak tanımlanmaktadır. Ölüm dürtüsü bireyin kendisine yönelik olabileceği gibi saldırganlık veya yıkım dürtüsü olarak dışarıya da yönelebilir. İkinci ise, daha önce bir karşıtlık olarak görülen bireyin kendisini koruma dürtüleri ve ötekilerle bağ kurma dürtüleri bu kez bir araya gelmekte ve aşk tanrısı Eros'un hakimiyetine girmektedir. Ancak şimdi Eros'un karşısında ölüm tanrısı Thanatos yer almaktadır ve mücadele ikisi arasında geçecektir.

Eros mitolojide aşk tanrısı olarak tanımlanmış olsa da onu yalnızca cinsel aşk olarak görmemek ve insanın kurduğu tüm bağların onun sayesinde gerçekleştiğini düşünmek gerekir. Eros genellikle elinde oku olan bir küçük çocuk olarak resmedilir. Ama bizler bu okun arkasına bir ipin bağlı olduğunu ve böylece bağ kurmayı sağladığını hayal edebiliriz. İnsanın kendisine karşı gösterdiği özen, bakım, sevgi ve saygı gibi, ötekilerle kurduğu elbette sevgililik ama aynı zamanda arkadaşlık, dostluk, dayanışma ilişkilerini de Eros'un becerileri olarak görebiliriz. Dahası kültürün kaynağı olan yüceltmede de Eros'un payı olduğunu düşünmek için hayli neden var elimizde. Öyleyse Thanatos'u çağrıştıran temel çaresizliğin onarımını ancak Eros'tan yardım isteyerek yapabiliriz.

Temel çaresizliğin onarımı yalnızca bağlarla yapılabilir.

Evet, yıkımlar söz konusu olduğunda yani Thanatos baskın olduğunda bütün yaralarımızı örselenmelerimizi onaracak olan gücü nerede bulacağımız bellidir. Eğer ölüm, yıkım galebe çalıyorsa baş vurulacak tek güç onun karşıtı olan Eros'tur.

Eros yani bağ kurmak! Ötekilerle bağ kurmak ama kendimizle de! Çünkü ötekileri ancak bağ kurarak onarıyoruz. Çünkü bu bağ aynı anda bizi de onarıyor.

Çünkü unutmayalım ki, insan insana iyi gelir!


Kaynakça

Sigmund Freud (1895), "Esquisse d'une psychologie scientifique", içinde La naissance de la psychanalyse, Fr. çev. A.Berman, PUF, 1991, Paris.

Sigmund Freud (1926), "Inhibition, symptôme et angoisse", içinde OC, XVII, Fr. çev. J. Laplanche vd., PUF, 1992, Paris

Sigmund Freud 1920, Au delà du Principe de Plaisir, içinde OC, XV, Fr. çev. J. Laplanche et al., PUF, Paris, 1996.

Jean Laplanche, J.-B. Pontalis, (1967) Vocabulaire de la Psychanalyse, PUF, Paris, 1972.

Talat Parman, Freud'un Makara Oyunu, YKY, İstanbul, 2020.


[1] Hepimizde haklı nedenlerle somut bir korku haline gelen enkaz altında sıkışmak korkusunun ruhsallığımızın derinliklerinde yatan başka kaygı durumlarıyla ilgili olduğu da akla gelebilir. Temel işlevi fetüsü korumak olan rahmin giderek ona dar gelmesinin yarattığı sıkışıklık ve daha sonra hayli dar doğum kanalından zorlu geçiş belleğimizde elbette izler bırakmış olmalı. Bugün aynı korku hepimizde canlanıyor olmaz mı?

[2] Winnicott'un "primary maternal preoccupation" tanımlamasında kullandığı "preoccupation" Türkçeye zihinsel uğraş, meşguliyet veya tasa olarak çevrilebilir. Biz "tasa" sözcüğünü yeğledik.

[3] Beş yıldır Yapı Kredi Kültür Merkezinde düzenlediğimiz Psikanalistlerle Çocuk ve Ergen Söyleşilerinin 26 Mart Pazar günü saat 18.00'de gerçekleşecek olan oturumunda "Yıkım ve Bağlarla Onarım" başlığı altında bu konuyu tartışacağız. Söyleşi YKM Locada (Galatasaray) yapılacak ve Yapı Kredi Kültür Sanat YouTube kanalından canlı yayınlanacaktır. Etkinlik herkese açık ve ücretsizdir. Ayrıntılı bilgi için. Bkz. www.ykykultur.com.tr 

[4] Sigmund Freud'un bu önemli metninin yüzüncü yılı anısına bir kitap yazmış ve özellikle ölüm dürtüsü kavramını Freud'un özel yaşamından da yola çıkarak ele almıştım. Bkz: Talat Parman, Freud'un Makara Oyunu, YKY, İstanbul, 2020. 

Talat Parman kimdir?

Psikiyatri doçenti ve formatör psikanalisttir.

İzmit Yeni Turan İlkokulunda ilk öğretimini ve İstanbul Saint Joseph Lisesinde orta öğretimini gördü.

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde tıp eğitimi ve Paris René Descartes Üniversitesi'nde psikiyatri uzmanlık eğitimi aldı.

Yirmi yıl boyunca İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Adolesans Bilim Dalında çocuklar, ergenler ve aileleriyle çalıştı.

Ocak 2000'den beri Paris Psikanaliz Kurumu ve Uluslararası Psikanaliz Birliği üyesi.

2001'de Türkiye'nin ilk psikanaliz derneği olan İstanbul Psikanaliz Derneğinin kurucu başkanı oldu.

Ergenlik dönemine eğilen ve psikanalizin genel konularını ele alan kitapları ve J. B. Pontalis'ten yaptığı kitap çevirileri vardır.

Psikanaliz Yazıları dizisini kurdu ve yirmi yıl boyunca yayın yönetmenliğini yaptı.

Yapı Kredi Yayınlarında yayımlanan Psikanaliz Defterleri dizisi yayın kurulu üyesidir. Halen tüm telif ve çeviri kitapları Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmaktadır.