Evet biliyorum “yazsalar roman olur”! Son on yıldır “yazsalar roman olacak” hayatlara sahip insanlar sadece benim çevremde mi acaba? Bir de dijital platformlara çekilmek şartıyla “hayatları senaryo olacaklar” var. Eminim sizin çevrenizde de bir tane mutlaka vardır. Tamam kabul ediyorum herkesin hayatı bir roman! (Tabii kendine…) Peki o romanı yazmak kolay mı?!
Sahi, kitapları çok satan, o çok meşhur ve muhtemelen çok zengin ve bir o kadar daha muhtemel çok da şaşaalı hayatları ve dahi aşkları olan yazarlar… (Aslında sandığımız gibi değildi…) Onlar nasıl yazdı? Onlar ne yazdı? Gazeteci, yazar Kürşad Oğuz’un bu söyleşimize konu olan Kaçak Yazarlar’da Atilla İlhan’ın “Bir yazar ilk kitabında kendi hayatını yazıyorsa, ona yazar denmez, okumayın” dediğini öğrendim. O muhteşem yazarlar belki kendi hayatlarını yazmasa da hikayelerinin gizli köşelerinde kendi hayatlarından da ipuçları vermişler. İşte Kürşad Oğuz, Kaçak Yazarlar’da bu gizli patikalardaki belli belirsiz izlerden bizi yazarların kendi hayatlarındaki serüvenlere davet ediyor.
Oğuz kitabın önsözünde “Yazarın, entelektüelin doğal olarak bir melankoli içinde yol aldığı; bunun kurtulunması gereken değil, beslenilmesi gereken bir ruh hali olduğu katıldığım bir görüş. Bu bilinç, doğal olarak tüm ömür içine sindirilmiş bir son beklentisini beraberinde getiriyor. Benim sevdiklerim, bu bilince sahip olanlar, böyle yazanlar.”
Medyadaki görevlerinin yanı sıra yıllar içinde çağımızın önemli yazar, filozof ve entelektüelleriyle yaptığı nehir söyleşilerle de tanıdığımız Kürşad Oğuz ile Kaçak Yazarları konuştuk…
Kürşad Oğuz
Kürşad Bey merhaba, kitabınızda bahsettiğiniz 22 yazarın kitaplarını kendi dillerinden okumuşsunuz. Kaç dil bildiğinizi merak ediyorum? Yazarların eserlerini orijinalinden okumanız onları anlamanıza nasıl bir derinlik katıyor? Çeviriler gerçekten vasat mı?
- Eskiden daha çok olmakla birlikte, evet yazarları kendi dillerinden okumaya da çalışıyorum. Mebzul miktarda Fransızcam, azımsamayacağım İspanyolcam ve bana yeten bir İngilizcem var. Hangisini daha çok seviyorsun derseniz, İspanyolca derim. Elbette yazarları ana dillerinden okumak avantaj. Ama ben Türkçe okumaktan da haz duyuyorum. 1970'lerin sonunda başlayan Türkçe okuma tarihimde çevirilerin giderek daha kötüleştiğini söyleyebilirim. Arada bir, bir kitabın bugünkü çevirisiyle 20-30 yıl önceki çevirisini karşılaştırırım.
Kesinlikle öncekiler daha iyi. Ama bu, giderek yaşlanan bizlerin Türkçe algısıyla bugünkü gençliğin Türkçe algısı arasındaki farktan da kaynaklanıyor olabilir. Maalesef dilimiz kısırlaşıyor. Günlük kullanım ortalama 4-5 bin kelimelerden, bin kelimelere düşmüş durumda. Bunun acısını bireysel olarak da çekiyorum. Öte yandan iyi bir çeviri yapmanın, iyi bir yabancı dile değil iyi bir Türkçe'ye sahip olmakla daha çok ilişkili olduğunu da düşünüyorum.
- José Saramago'nun “Bilinmeyen Adanın Öyküsü” adlı bir kitabı var. Orada “Adadan uzaklaşmadan adayı göremezsin” der Saramago. Ben de, kendimizden ne kadar uzaklaşırsak kendimizi o kadar iyi görebileceğimizi, tahlil edebileceğimizi düşünüyorum. Yazar da böyle olmalı. Kendini yazan her yazar kötü yazar değildir elbette. Ama emin olun kendinden ne kadar uzaklaşırsa bize eserini o kadar yaklaştırır. Elbette başkalarının yaşamı çeker bizi; ama hayal ve kurgu iyi bir romanın olmazsa olmazıdır. Ben bir yazarda yaşam değil hayal ararım.
Yaşam arasam zaten biyografiden başka bir şey okumam. Edebiyatta hayatlarımızı zenginleştiren şey yazarların yaşamı değil hayalleridir. Mesela bir dönem Türk romanı Beyoğlu'ndan, İstiklâl Caddesi'nden dışarı çıkmıyordu. Benim kastettiğim bu. Kendi çevresinden çıkamayan, bize kendinden başka bir şey anlatmayan yazarlar ve romanlar... Ve bunu da büyük roman diye sunanlar. Bakın ben kendi hayatımı o kadar değersiz bulmuşum ki; başkalarının hayatını yazmışım :) Şunu da vurgulayayım. Özellikle 90'lardan itibaren ABD'den Avrupa'ya, oradan da Türkiye'ye uzanan kimlik vurgusu ve kimlikçilik, alt kimliklerin alt kimliklerine indikçe, romanı da tadından uzaklaştırdı. Son noktası da yazarların kendi kimliklerini oluşturmak için yazdıkları romanlar oldu. Edebiyat böyle ilerlemez bence...
Yazarların kendi sonlarını hazırladığı fikri, okudukça fark ettiğiniz bir ortaklık mıydı? Dergi yazılarına başlayınca araştırarak mı fark ettiniz?
Romain Gary
- Benim ilgilendiğim yazarları yazmaya başladıkça fark ettiğim bir şey bu. Elbette çok somut bir veriden bahsedemem. Ama bildiğim bir şey var, iyi bir yazar olmak bir miktar melankoliyi gerektiriyor. Derdi olan insan melankolik olur ve derdi olan insan iyi yazar. Evet, benim yazarlarımın yazdıkça çoğalan dertleri, onları bir şekilde kendi sonlarına götürmüş. Bunların üçü zaten hayatlarını kendileri sonlandırmış: Romain Gary, Stefan Zweig ve Ernest Hemingway... Jack London'ın ölümü de şaibeli; kendini morfinle öldürmüş olabileceği söyleniyor.
Onu bırakın Jorge Luis Borges bile şöyle yazıyor: "Aslında 84 yıldan beri intihar ediyorum. Ve halen intihar etmediğimi kim garanti edebilir?" Özetle, en hafif tabiriyle benim yazarlarım yaşamı pek umursamamış. Kendilerini bazen alkolün, bazen derin dramların, bazen amansız aşkların pençesine bırakarak kendi sonlarını hazırlamışlar. Bu yolda da bize mükemmel eserler bırakmışlar.
"Yazarlar yazarak bizi zenginleştirirken kendilerini fakirleştiriyor" diyorsunuz. Yazarlar yazdıkça adeta bir kalem gibi tükeniyor görüntüsü uyanıyor. Bu tükeniş, yazarların eserlerinde açıkça hissediliyor mu? Sizce yazarların farkında olmadan kendilerini tüketmesi, onları daha güçlü bir anlatıcı haline mi getiriyor?
- Güzel bir noktaya parmak bastınız. Evet yazdıkça tükeniyor yazarlar; ama eserleri de bir o kadar zenginleşiyor. Kitabımda ele aldığım 22 yazarın büyük çoğunluğu 1850 sonrası 1950 öncesi yaşamışlar. Bu, çoğunun bir ya da iki dünya savaşına tanık olduğu anlamına geliyor. Ülkelerindeki iç savaşlara tanık olanlar da var. Çoğu anne-baba dramı yaşamış, seyahatin hiç de kolay olmadığı dönemlerde farklı ülkeler, kültürler görmüş. Bunları da kalemleriyle süzüp bize aktarmışlar. Onların sona doğru yaklaşan yaşamları, edebiyatlarını hatırı sayılır miktarda olgunlaştırmış, mükemmelleştirmiş.
Her şeye ulaşımın çok daha kolay olduğu, modern yaşamın şımarıklığını yaşadığımız bizim çağımızda artık böyle tecrübelerden bahsetmek zor. Ve yazarları birbirinden ayrıştırmak da zor. Bu yüzden kitabımdaki 22 yazarın kitaplarına "klasik" diyoruz. Bir not daha: Benim yerli yazarlarımızda gördüğüm, kişisel kariyerlerinde giderek daha kötü eserler üretmeleri. Yani; zaman eskiden bir yazarı tecrübelendirirken, bugün tecrübesizleştiriyor bence...
Ernest Hemingway
Kitapta yer alan 22 yazardan üçü, yaşamlarına doğrudan son vermiş. Bu yazarlardan birini seçip, sonlarına giden süreci daha yakından incelediğinizde, hangi noktada o karara itildiler. Artık yazacak bir şey kalmadığını hissettiklerinde mi oluyor? Yoksa bu karar çoktan vardı ve yazma süreci bu kararı öteledi mi?
- Yukarıda da bahsettiğim gibi bu üç isim Romain Gary, Stefan Zweig ve Ernest Hemingway... Romain Gary'ninki bence Jean Seberg'e duyduğu ve unutamadığı aşkın sonucu. Zweig'ınki soykırım travması. Hemingway'inki genetik; babası da intihar etmişti. Kısaca böyle özetleyebilirim. Ama bu üç ismin de eserlerinde ölüm ve yok oluş duygusu yoğundur. Mesela Hemingway, "Öğleden Sonra Ölüm" (1932) adlı kitabında şöyle diyor: "Bütün hikâyeler, yeterince ileri götürüldüğü takdirde ölümle sona erer ve okuru bu gerçekten çeviren bir kişi de iyi hikâye anlatan biri değildir."
Roman Gary aslında iki kez öldürdü kendini. İlkinde dönemin edebiyat ortamına bir tokat atmak için kendini yok edip Emile Ajar takma adıyla yazmaya başladığında; ikincisinde de 1980'de, "Çok eğlendim. Hoşçakalın ve teşekkürler" notunu bırakıp hem Emile Ajar'ı hem Romain Gary'yi öldürdüğünde. Stefan Zweig Yahudi olduğu için Alman, Avusturyalı olduğu için İngiliz tehdidiyle karşı karşıya kalmış; kendine vatan bulamayınca Brezilya'ya kaçmıştı. Dünyanın sürekli savaş hali onun hayata inancını bitirdi. Brezilya'da eşi Lotte ile intihar etmeden önce şu notu bıraktı: "60 yıl geçtikten sonra hayata tepeden tırnağa yeniden başlamak için bazı özel güçler gerekiyor. Benimkiler uzun göçebelik yıllarından sonra yok oldu." Ben bu isimlerin çok daha önce aramızdan ayrılabileceğini düşünüyorum; eğer yazmak onlara güç vermeseydi...
Jose Luis Borges
Borges’in İzinde diye bir kitap vardı. Ama siz Jorge Luis Borges’ten geriye çok da iz kalmadığını söylüyorsunuz? Buenos Aires’te sizi hayal kırıklığına uğratan neydi?
- Ben, yazarlarımın peşinden fiziken de giderim. Gittiğim ülkelerde onların evlerini, köylerini, müzelerini mutlaka görürüm. Pandemi başlamadan önce Buenos Aires'e gittim, iki hafta kaldım. Açıkçası Buenos Aires'e giderken en temel motifim de pekçok büyük yazara ilham olan Borges'in izini sürmekti. Ama benim için biraz hayalkırıklığı oldu. Buenos Aires'te Borges'in izine rastlayabileceğiniz iki mekân var. Biri Cafe Tortoni. 1850'lerden kalma bir kafe-bar. Orada bir Borges heykeli ve fotoğrafı, bir de onun oturduğu masayı muhafaza etmişler.
Aynı şekilde Florida Garden de onun Adolfo Bioy Casares'le gittiği mekân, hatta Maradona da oranın müdavimlerindenmiş. Orada da birer heykelleri var. Ben evini aradım Borges'in, buldum da. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Bir apartmanın üç ya da dördüncü katı olmalı, ama hiçbir iz ya da tabelası yoktu. Yan binanın güvenliğine sordum. Aslında bir plaket varmış o binanın üzerinde ama sürekli sökülüp çalınıyormuş. Şimdi diyeceksiniz ki bizde durum çok mu farklı? Tanpınar'ın bile yaşadığı hanın AVM'ye dönüştüğünü düşününce, değil elbette. Ama ben hem Borges'e hem de Tanpınar'a daha büyük ihtimam gösterilmesini beklerdim. İnsan bu kültürel yozlaşmaya üzülmeden edemiyor.
Albert Camus’nün cebinde tren biletiyle ölmesi, Romain Gary’nin iki farklı kimlik yaratıp ödül kazanması, Borges’in Buenos Aires’te neredeyse iz bırakmadan kaybolması… Tüm bu hikayeleri anlatırken, bir yazarın hayatı mı daha önemliydi yoksa ölümü mü?
- Hayat bir parabol. Doğuyorsunuz, yükseliyorsunuz ve düşüyorsunuz. Anlamlı olan, bu parabolün tamamı. Kitabımdaki 22 yazar hem hayatlarıyla, hem ölümleriyle hem de eserleriyle hâlâ ilham olmaya devam ediyor. Böyle dolu dolu hayatlar yaşayıp, milyonlarca okura ilham olduktan sonra ölüm pek de önemli görünmüyor. Ben zaten 22 yazarımın öldüğünü düşünmüyorum. Baksanıza, yüzyıllar geçtikten sonra bile hâlâ biri çıkıyor onları yazıyor, biri çıkıyor onları yazanla konuşuyor... Ben her birinin hayatını ayrı ayrı yaşamak isterdim. Bu da çok kıymetli bir şey...
George Orwell 23’üncü yazar olacakken bu ilk Kaçak Yazarlar’dan çıkarmışsınız. Orwell’in nesini beğenmediniz?:) Yeterince kaçak değil miydi?
- Orwell'ı lâyıkıyla yazamadığımı düşündüm. Diğerlerinde verdiğim hissi Orwell'da veremedim. Oysa yazmak için onun da çok elverişli bir hayatı var. Neden bilmiyorum, yapamadım. Yapamadığım bir şeyi de paylaşmak istemedim. Elimde metin duruyor. Üzerinde daha çok çalışıp belki bir sonraki Kaçak Yazarlar'a onu da koyarım. Yani eksiklik Orwell'dan değil benden kaynaklanıyor. Kendisini ve eserlerini çok sevmeme, günümüzle çok bağdaştırmama rağmen bazen olmayınca olmuyor işte...
Türk yazarlar bu kitapta yok. Yaşayan yazarlar yok. Bu tartışmalardan uzak kalmak için mi? Türkiye’de biyografi yazımı ve yazarlık anlayışı, bu kitaptaki isimlerin yaşadığı süreçlerden farklı mı ilerliyor?
- Türk biyografi yazınında ilk aklıma gelen Peyami Safa, Yahya Kemal, Ahmet Haşim gibi isimleri kalame almış Beşir Ayvazoğlu. Bu konuda çok da iyidir. Ama benim Türk edebiyatına yönelik "biyografik" bir ilgim olmadı pek. Ben öyle uzun uzun değil, mümkün olduğunca öz ve subjektif bir bakış açısıyla, biraz da o günün dünyasına uyarlayarak, daraltarak kalem aldım 22 yazarımı. Bundan sonra da yerli yazarlarımıza ilişkin bir planım olmayacak. Hem bunu yapacak derinlikli bir bilgi sahibi olmadığımdan, hem de bunu yapabilecek çok daha mahir isinler olduğundan, bu böyle.
İşin "hayatını kaybetmiş yazarlar"la ilgili kısmı bu. Yaşayan yazarları da yerli/yabancı asla kaleme almayı düşünmedim. Aklınıza gelebilecek pek çok yerli ismi tanırım, bazılarıyla defalarca konuşmuş, bazılarıyla ahbap olmuşumdur. Hem tartışmalara girmemek için, hem de gerekli görmediğimden böyle bir girişimim olmayacak. Öte yandan 2000'de gazeteci Cüneyt Ülsever'le, 2010'da da dostum Gündüz Vassaf'la yaptığım iki nehir söyleşi kitabım var. İkisinden de çok keyif aldım. Yaşayan yazarlarımızın kendilerini anlatmaları bana daha mantıklı geliyor. İleride onların biyografilerini yazacak kişiler bunlardan faydalanabilir. Ben hayatını kaybetmiş isimleri kaleme alarak aslında biraz da dönem okuması yapıyorum. Bu da hoşuma gidiyor. Tamamen bir ilgi meselesi; ayrıca böyle isimleri deşmek, bana daha heyacanlı geliyor.
Kürşad Oğuz - Amin Maalouf
Sizi “yaşayan”, “yabancı” yazarlarla gerçekleştirdiğiniz harika söyleşilerden de tanıyoruz. Onlardan hangi ikisi ya da üçü işlediğiniz temaya uyuyor? Günümüz edebiyatında bu “kendini tüketme” hâlini görebiliyor musunuz?
- Yaklaşık beş yıldır önce Habertürk TV'de, şimdi de Halk TV'de önemli gördüğüm yazarlar, felsefeciler, entelektüellerle söyleşiler yapıyorum. Aslına bakarsanız bunları 30 yıldan beridir yapıyorum ama televizyona yapınca çok daha ilgi çekici bir hal aldı. Ben de şaşırdım; bu kadar ilgi beklemiyordum. Meğer başkalarının görüşüne ne kadar açmışız... Bunlar arasında Amin Maalouf, Jacques Ranciere, Alain Badiou ileride mutlaka biyografileri yazılması gereken isimler. Yaşadıkları farklı kültürler ve entelektüel dünyada temsil ettikleri yer bakımından bunu çok çok fazlasıyla hak ediyorlar.
Genç olmakla birlikte Javier Cercas ve Juan Gabriel Vasquez de yakından takip edilmeli. Onların yakında Nobel'e ulaşacak isimler olduğunu düşünüyorum. Bu söyleşileri yaptığım isimlerden bir kısmı hayatını kaybetti. Mesela Alain Touraine. Bir kısmı da ben peşlerinden koşarken hayata gözlerini yumdu. Mesela Paul Auster, Javier Marias, Umberto Eco. Onlarla konuşamadığım için o kadar üzgünüm ki... Bu dünyadan göçmeden konuşmak, fikirlerini aktarmak istediğim daha çok isim var. Umarım hepsine yetişebilirim.
Leo Malet
Kitaptaki isimlerden sizi zorlayan, umduğunuzdan öte etkilendiğiniz yazar hangisiydi?
- 22 hayat ve 22 yazar da çok önemli ve etkileyici benim için. Ama kitabında yazdığım üç ismin bende ayrı bir yeri vardır. Romain Gary, Jorge Luis Borges ve Leo Malet. Gary'nin dramatik hikayesi ve edebiyat dünyasının ikiyüzlülüğünü, Emile Ajar'a dönüşerek göstermesi; giderek körleşen Borges'in kelimelere olan tutkusunu hiç kaybetmemesi; Malet'ninse eserlerindeki o ağır karamsarlığı hep çok etkileyici buldum. Bu üç isim dışında, yazmadan önce az bildiğim Jack London ve Robert Louis Stevenson'un yaşamları da beni yeni düşüncelere sürükledi. Özeti de şuydu: Zor, ama çok zor bir dünyada yaşıyoruz. Ama edebiyat olmasa, bu dünyaya katlanmak çok daha zor olurdu.
Kitabınızda hem edebiyat tarihinin içinden gelen önemli olaylara hem de magazin bilgisi diyebileceğimiz ilginç detaylara yer veriyorsunuz. Sizce, büyük yazarların kişisel hayatları, eserlerini anlamak için ne kadar önemli?
- Ben aslolanın hep eser olduğunu düşünürüm. Eserlerini yazarlardan bağımsız düşünmemiz lâzım. Yakın dönemde konuştuğum Kolombiyalı yazar Juan Gabriel Vasquez "Büyük yazarların eserlerinin, yazardan daha zeki olduğunu; romanın romancıdan daha zeki, daha cömert, daha insancıl ve daha az kusurlu, daha az zayıf olduğunu aklımızda tutmalıyız" diyor. Evet, eser, sahibinden kesinlikle daha zekidir. Bu, eseri yazarından yola çıkarak sorgulamamamız gerektiğini de söyler bize.
Ben her konuştuğum edebiyatçıya şunu sorarım: "Pek çok yazar için türlü suçlamalar yapılır. Çoğu da doğrudur. Faşist, komünist, ırkçı, şiddet düşkünü, sapık gibi… Mesela André Malraux adam öldürmüş. Shakespeare vergi kaçakçısı. Paul Verlaine hamile karısına tekme atıyor. Okurların kafasında hep soru işaretidir bu: Bir yazarı sevmem için sadece eserini mi dikkate almalıyım, yoksa ideolojisi, karakteri de onu sevmem için önemli mi? Böyle yazarların hepsini sevmeli miyiz?” Buna en güzel cevabı Alberto Manguel vermişti: “Eğer yazarları ahlaksız, karaktersiz ve düşkün diye kitaplarını okumayacak olsak, iyi edebiyatın dörtte üçünü çöpe atmak zorunda kalırdık.” O yüzden, yazarların yazdıkları ayrı hikâyedir, yaşamları ayrı hikâye. Elbette yazarların yaşamları yazdıkları için ipucu verir bize. Ama o kadar; gerisini yaşadıklarına bırakmak çok daha güzel ve mantıklı.
Son olarak, bu kitabı okuyan birinin, yazarlar ve edebiyat hakkında daha önce hiç düşünmediği neyi fark etmesini istersiniz? "Kaçak Yazarlar" edebiyata bakışımızda nasıl bir iz bırakabilir?
- Öncelikle kolay yazar olunmadığı gibi, kolay okur olunmadığının da düşünülmesini isterim. Okumak bir boş zaman işi değildir. Aksine, belki de okuma dışında geçen zamanlarımızın çoğu boştur. Bunları edebiyatı kutsamak için söylemiyorum. Ama akıldan, gerçekten giderek uzaklaştığımız bir çağda bize doğruyu iyi yazarlar ve iyi edebiyat gösterecekmiş gibi geliyor.
Bugünün gençliğinin okuyan, çalışan, üretenlere veya öğretmenlerine değil, kolay yoldan para kazananların hayatlarına özenmeleri beni üzüyor. Akıldan çok zekâya ve vahşi rekabete kendimizi kaptırıyoruz. İşte bundan sıyrılmanın yolu da iyi yazarlar ve iyi kitaplar. Kitabım vesilesiyle birkaç insanı, birkaç genci düşünmeye sevketmem bile benim için yeterli. Kaçak Yazarlar'ın bırakacağı en önemli izin bu olmasını isterim...
Kürşad Oğuz kimdir?
Lise eğitimini Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi'nde, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı. Gazeteciliğe 1995 yılında başlayan Oğuz, Aktüel Dergisi, Akşam, Vatan, Star, Newsweek Türkiye, Habertürk gibi farklı gazete ve platformlarda yayın yönetmenliği ve program sunuculuğu görevlerinde bulundu. Şu anda Halk TV Program Müdürlüğü görevini sürdürmekte olan Oğuz; Alain Badiou, Amin Maalouf, Jacques Ranciere gibi önemli düşünürlerle de pek çok önemli söyleşiye imza attı.
Sümeyra Gümrah kimdir? Sümeyra Gümrah Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü'nden mezun oldu. Öğrenim süreci boyunca Kanal D bünyesindeki radyolarda görev aldı. Yönetmen yardımcısı olarak başladığı kariyerini, kültür sanat sektöründe basın danışmanlığı yaparak devam ettirdi. 2006 - 2013 yılları arası Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda görev yaptı. Fatma Berber ile kaleme aldığı Destek Yayınları'ndan Bir Pera Masalı isimli gezi kitabı ve Pink Floyd - Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı isimli biyografi kitabı; Ayrıntı Yayınları Düşbaş Kitapları'ndan Bir Porsiyon Sanat isimli kitapları bulunuyor. |