Pavarotti’nin mirasçısı olarak tenor Pene Pati, Türkiye'deki ilk performansıyla 16 Kasım Cumartesi akşamı İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu'nda müzikseverlerle buluşacak. Opera sahnelerinde "güneş ışığı dolu altın sesi" olarak tanımlanan Samoa kökenli tenor, Antonio Pirolli yönetimindeki CRR Senfoni Orkestrası eşliğinde dinleyicilere unutulmaz bir müzik şöleni sunacak. Ünlü tenorun geniş ve etkileyici repertuvarı, aşk ve trajediyi işleyen aryalardan oluşuyor.
2022 yılında Warner Classics’ten yayınladığı ilk albümüyle Opus Klassik Yılın Çıkış Yapan Sanatçısı Ödülü'nü alan ve Opera Eleştirmenleri Ödülleri'nde En İyi Erkek Şarkıcı seçilen Pati, daha önce Paris Ulusal Operası, San Francisco Operası, Berlin ve Viyana Devlet Operası gibi dünyanın en prestijli sahnelerinde yer aldı. 2024/25 sezonunda Paris Ulusal Operası, Covent Garden ve Metropolitan Opera’da önemli roller üstlenecek olan Pati, 6-7 Kasım’da Luzern Senfoni Orkestrası ile Fazıl Say’in "Mozart ve Mevlâna" eserinin dünya prömiyerinde sahnedeydi. Eser dakikalarca ayakta alkışlandı.
Pati ile, Luzern’deki prömiyer öncesi yazışma imkânı bulduk. Bu sıcak gülüşlü, heyecanlı ve disiplinli tenor ülkemizde daha çok kez konser vereceğe benziyor. O halde ilk biz tanışalım...
“Sahneye paylaşmak için çıkıyorum"
Müzik, çocukluğunuzdan beri hayatınızın bir parçası. Ailenizle birlikte Samoa’da müzikle çevrili bir ortamda büyüdüğünüzü biliyoruz. Enerjinizi Samoalı kültürünün sıcaklığı ve topluluk ruhundan aldığınızı anlıyoruz. Bu kültürün başka hangi yönleri sizi etkiledi?
P.P: Polinezyalılar, hayata rahat bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Hayatın aile, sevgi, sadakat ve dostluk gibi satın alınamayan şeyler üzerine kurulu olduğunu biliriz. Bu, maddiyata önem vermeyen, tevazu üzerine kurulu ve paylaşmanın önemini vurgulayan bir kültürdür. Bu durum, müziğimi, sanatımı ve hayatımı derinden etkiledi. Sahneye paylaşmak için çıkıyorum. Size kendi hikayemi anlatmak için sahnedeyim.
Size baktığımda, sevgi dolu bir ailede büyümüş biri görüyorum. Ebeveynlerinizi merak ediyorum. Onlarla ilişkiniz nasıldı? Klasik müzik, bir sanat biçimi olarak çok fazla disiplin gerektirir ve sizin de disiplinli birisi olduğunuzu tahmin ediyorum. Başarı kolay elde edilmez. Bu disiplin ailenizden mi geliyor?
P.P: Ailemle güçlü bir ilişkim var. Bizi yetiştirirken oldukça disiplinliydiler. İkisi de çok dindar, bu yüzden çocukluğumuzda kilisenin büyük bir rolü vardı. Annem ve babam, genç yaşta daha iyi bir yaşam arayışıyla Yeni Zelanda’ya göç etmişler. Bu bile güçlü bir inanç, kararlılık, disiplin ve dayanıklılık gerektirir. Bu değerler çocuklarına da aşılandı. Evet, müzik konusunda çok disiplinliyim, ama aynı zamanda sanatı nasıl keyifle icra edeceğimi de biliyorum.
“Sahnede samimiyet her şeydir”
Ailenizle birlikte kurduğunuz müzik grubu Sol3 Mio ile geniş bir dinleyici kitlesine ulaştınız. Popüler müzikle operayı harmanlarken hangi zorluklarla karşılaştınız? Bu deneyim solo opera kariyerinize katkı sağladı mı?
P.P: En büyük zorluk, insanların ‘pop-opera’ diye adlandırdıkları türle ilgili önyargılarıydı. Ciddi bir opera sanatçısı olmadığınız veya başka bir özentisiniz gibi etiketlenirdiniz. Grubun başarılı olması için öncelikle her birimizin bireysel olarak gerçek opera sanatçıları olarak kendimizi kanıtlamamız gerektiğini baştan beri biliyordum; ünvanınıza “yıldızlar” eklemek için gereken saygınlığı kazanmak gibi. Aslında bu yüzden de başarılı oldu. Solo kariyerime ilerleme açısından (genç sanatçı programları, opera evleri, seçmeler vb.) çok katkı sağlamadı; ancak sahne performansı yönünden çok şey kazandığımı düşünüyorum. Sahnedeyken kendimi rahat hissettim ve performans sergilemek doğal bir hale geldi. Doğru yapıldığında, bunun opera için büyük faydası olduğunu düşünüyorum! Operayı sevenler bu durumu kabul etmekte zorlanabilir, ama sahnede samimiyet her şeydir.
Üniversite yıllarında klasik müzik eğitimi alırken opera ilgisi sizde ortaya çıktı. Bu dönemde sizi en çok etkileyen eser veya sanatçı kimdi? Operayı seçmenize neden olan özel bir an veya eser var mıydı?
P.P: Güzel bir soru, aslında hayır. Opera hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Koro şarkıcısıydım ve üniversite beni Auckland Chamber Choir’a katılmaya ikna etti. O sırada Bilgisayar Bilimleri bölümünde lisans yapıyordum. Çocukluğumdan beri korolarda şarkı söylüyordum ve bunu çok seviyordum, bu yüzden koroya katılmak benim için kolay bir karardı. Korodaki arkadaşlarım ve koro şefim, beni solo şarkı söylemeye teşvik etti. Üniversitenin ses sınıfına katıldım ve tam o sırada öğrenci etkinliği kapsamında La Bohème operasını izlemeye gittik. Bu, benim opera ile ilk tanışmamdı. O an hissettiğim duygularla, bunun benim yolum olabileceğini anladım.
“Sonuçta bu bir sanat, paylaşılmak ve sevilmek için var”
Luciano Pavarotti'nin tekniği ve sahne karizmasının sizi etkilediğini söylediniz. Onun mirasından öğrendiğiniz en temel dersler neler? Bu mirası sahnede nasıl canlı tutuyorsunuz?
P.P: Evet, gerçekten öyle. Pavarotti'nin sesi hakkında konuşurken genellikle onu 'bir güneş ışını' gibi tanımlarız; şarkı söylemek için ne mükemmel bir metafor! İşte, bu hissi istiyoruz! Kendimizi sıcak, mutlu ve gülümser halde hissetmek istiyoruz. Seyircilerin sahnede stresli veya sadece vokal tekniğini gösteren birini değil, yaptığı şeyden keyif alan birini izlemekten daha çok hoşlandığını çabuk öğrendim. Onun mirasına saygı göstermeye, sanatı keyifle icra ederek çalışıyorum. İnsanların aynı sıcaklığı hissetmelerini istiyorum! Sonuçta bu bir sanat, paylaşılmak ve sevilmek için var.
“Tutunmak ve asla bırakmamak isterim”
Repertuarınızda çok çeşitli karakterler var. Sahnede bir karakteri hayata geçirirken ilk adımlarınız neler? Pene Pati’ye en yakın hissettiğiniz karakter hangisi?
P.P: Sahnede bir karakteri hayata geçirirken, önce karakterin doğduğu hikâye hakkında kısaca bilgi edinirim; bu karakterin temelini sağlar. Zihniyetini ve kararlarını anlamak için bir temel oluşturur. Sonra, karakter ile aramdaki benzerlikleri bulmaya çalışırım; böylece sahnedeki seçimlerim karakterin içgüdülerine daha yakın olur. Örneğin, Romeo’yu canlandırıyorsam sahneye “Romeo olarak Pene ne yapardı?” zihniyetiyle çıkıyorum, “Romeo ne yapardı?” değil. Umarım bu anlam ifade ediyordur. Dürüst olmak gerekirse, bana en yakın karakterin Romeo olduğunu düşünüyordum ve bu doğru... fakat, sanırım Rodolfo daha ağır basıyor. Tıpkı Rodolfo gibi, şakacı biriyim, şakalaşmayı ve gülmeyi severim; aynı zamanda hayalperest ve umut doluyum. Aşk söz konusu olduğunda, güçlü bir şekilde seviyorum. Hassasım, kıskanırım, tutunmak ve asla bırakmamak isterim. Sevilmek isterim. Kesinlikle böyle biriyim.
"Her dilin kendine has renkleri ve şarkı söyleme tarzı var"
Farklı dillerde şarkı söylemenin zorluklarından bahsettiniz. Farklı bağlamlarda sahne alırken bu kültürler arasında nasıl bir köprü kuruyorsunuz?
P.P: Aksine! Her dilin kendine has renkleri ve şarkı söyleme tarzı var. Köprü kurmaya gerek yok. Asıl güzellik, dillerin kendine özgü yönlerini tanımakta. Her dilin kendine özgü lezzetlerini anlamak... Bence bu, her birini benzersiz ve güzel kılan şey.
“Her şey yoluna girecek”
Performans öncesinde meditasyon yaptığınızı ve nefes kontrolünün rutininizin olduğunu okumuştum. Odaklanırken size yardımcı olan bir tema veya motto var mı?
P.P: Aslında, öyle özel bir motto yok, haha! Sahnede derin bir nefes alıp kalp atışımı sakinleştiriyorum. Sahnede nefes almak, kafamda bir anlık sessizlik, kendimi bırakıp karakteri içime çekiyorum. Çoğu zaman kendime “Burada daha önce bulundun, ne yapacağını biliyorsun. Seyirci burada çünkü seni dinlemek istiyor, ruhunu duymak istiyor. Korkma. Onlara kendini ver... güzelliklerinle ve kusurlarınla. Şimdi, şarkı söyle! Her şey yoluna girecek.” diyorum.
Sesinizi sağlıklı tutmak kolay değil. Bunu korumak için hangi önlemleri alıyorsunuz? Performans öncesi son günlerde özellikle dikkat ettiğiniz şeyler var mı? O dönemde özel bir diyet uyguluyor musunuz?
P.P: Aslında, diyet yerine uyku düzenime daha fazla odaklanıyorum. Bir sanatçı olarak sürekli bir sonraki rolü öğrenmek, yeni bir müziğe hazırlanmak, bir sonraki konseri araştırmak, seyahat planlamak gibi şeylerle meşgul olduğumdan, uykusuz kalıyorum, basitçe ihmal ediyorum. Ses bir kas; dinlenmeye, sessizliğe ve stresten arınmaya ihtiyaç duyar. Ses sağlığına gelince, vokal egzersizlerin, su içmenin (tabii ki önemli!), atkılar ve doğru yiyecekler gibi şeylere odaklanıyoruz, ama aslında basit çözüm dinlenmek. Uyku. Gece her şeyi kapatın, telefonunuzu sessize alın! Mesajlarınız ve e-postalarınız bekleyebilir!
Bu Türkiye'deki ilk performansınız olacak; Türk besteciler, Türk müziği, Türkiye ya da İstanbul hakkında fikriniz var mı?
P.P: Dürüst olmam gerekirse, karşılaştığım tek Türk müziği, 2006’da Galler’de Yeni Zelanda Gençlik Korosu ile yarışırken söylediğimiz bir koro parçasıydı. Bunun dışında, bu benim için tamamen yeni bir yolculuk olacak ve bu yüzden heyecanlıyım! Tüm ön yargılardan arınmış olarak buraya gelip nelerle karşılaşacağımı görmek için sabırsızlanıyorum. Türkiye'ye daha önce hiç gelmedim, fakat şimdiden ne yapmam, ne yemem, ne dinlemem gerektiği konusunda birçok öneri aldım. Çok heyecanlıyım!
Lucerne Senfoni Orkestrası ile Fazıl Say’ın Mozart ve Mevlâna eserinin dünya prömiyerini yapacaksınız. Değerli besteci ve piyanistimiz Fazıl Say hakkında öncesinde bildiklerinizi merak ediyorum.
P.P: Fazıl'ı birçok kez YouTube'da izledim ve her zaman besteleri ve virtüözlüğünden keyif aldım. Ama en çok klasik müziği Türk halk müziğiyle cesurca harmanlamasına hayran kaldım. Bu yaklaşımı çok seviyorum. Memleketine saygı gösterip bunu sevdiğin müzik diliyle yapabilmek gerçekten etkileyici.
"Mozart’ın klasik tarzı ile Fazıl Say’ın geleneksel dokusunun yan yana gelmesi inanılmaz"
Bu prömiyerde, Mevlâna’dan ilham alan bir eser seslendireceksiniz. “Gel, kim olursan ol yine gel” çağrısıyla tanınan Mevlâna, kimliklerin ve dinlerin ötesinde, içsel yolculuğun ve arayışın sesi olarak kabul edilen manevi bir figür ve düşünürdür. Onu daha önce duymuş muydunuz? Mozart ve Mevlâna eseri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
P.P: Doğrusunu söylemem gerekirse, Mevlâna’nın ismini birkaç kez duymuştum, ancak öğretilerini araştırmak için zaman ayırmamıştım, ta ki şimdiye kadar. Yoğun okumalar sonrasında, Mozart ve Mevlâna fikri bana harika bir fikir olarak göründü ve umarım çok daha fazla sahnelenir. Mozart’ın klasik tarzı ile Fazıl Say’ın geleneksel dokusunun yan yana gelmesi inanılmaz. Fazıl’ın kendi üslubuyla bu saygı duruşunu sergilemesi başlı başına bir sanat eseri gibi.
Bunun yanı sıra, Mevlâna’nın “Gel, kim olursan ol yine gel” çağrısının, disiplinli bir Katolik metni olan Requiem ile birleştirilmesi cesur bir ifade; bu, insanların düşündüğünden çok daha derin anlamlar taşıyor. Fazıl, Hristiyanlık ve İslam alimi Rumi’yi (Mevlâna) birleştirerek, kim olursanız olun, neye inanırsanız inanın, geçmişiniz ya da sosyal statünüz ne olursa olsun, herkesin manevi bir aydınlanma arayışında hoş karşılanacağını ifade ediyor. Bu, çok güçlü bir mesaj! Gerçekten bu eser, Mozart ve Say ya da Requiem ve Mevlâna gibi bir buluşma.
“Gençlerin yanında biz de evrilmeliyiz”
Opera ve klasik müziğin genç nesillere ulaşması gerektiğini sık sık vurguluyorsunuz. Bu hedefe ulaşmak için opera dünyasında hangi değişikliklerin gerekli olduğuna inanıyorsunuz?
P.P: Biz klasik müzik tutkunları olarak bu sanatı fazla sahipleniyoruz ve herkesten adeta korumaya çalışıyoruz, hatta bu bazen bilgiye sahip olmayanların hak etmediği gibi bir seviyeye varıyor. Bu yanlış bir yaklaşım. Genç izleyicileri içeri davet etmemiz gerekiyor. Birine davet etmek ile birine öğretmek arasında fark var; ilki, davet edilen kişiye kendi kararını verme şansı tanır. Unutuyoruz ki o dönemdeki birçok besteci eserlerini halk için yazdı; egolarını tatmin etmek için değil. Dinleyicilerin isteklerine göre müziklerini değiştirirlerdi. Bugün ise Mozart’ın veya Bach’ın veya Verdi’nin kesinlikle böyle istediğini varsayıyoruz… ama hayır. Bence bugün yaşasalar, ‘Nasıl hissediyorsun? O notayı senin için değiştirebilirim,’ derlerdi. Sanat, insanlarla birlikte evrim geçirir. Genç izleyicilere ulaşmak için bence ihtiyacımız olan da bu – gençlerin yanında biz de evrilmeliyiz.
Sahnede yaşadığınız unutulmaz bir an var mı? Seyirciyle özel bir bağ kurduğunuz ya da sizi derinden etkileyen bir performansı paylaşabilir misiniz?
P.P: Romeo et Juliette, L’Opéra Comique, 2021. Bu gerçekten son dakika bir gelişmeydi ve bir gece önce Amsterdam’da Traviata söylüyordum. Yaklaşık iki yıldır Romeo üzerinde çalışmamıştım, ama bir FRANSIZ izleyici için yeniden ezberlememi istiyorlardı; bu beni çok tedirgin etti. Trendeyken ne kadar öğrenebilirsem öğrendim, sahnelemeyi sabah oyuncu ekibiyle öğrendim ve Juliette’imle ilk kez sahnede, performans sırasında tanıştım. Hem başarı hissi hem de Parizyenlerin çılgınca alkışları sayesinde bu gece en unutulmaz anlardan biri oldu. Bu performans, sanırım Paris’te adımı sağlamlaştırdı.
Sümeyra Gümrah kimdir? Sümeyra Gümrah Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü'nden mezun oldu. Öğrenim süreci boyunca Kanal D bünyesindeki radyolarda görev aldı. Yönetmen yardımcısı olarak başladığı kariyerini, kültür sanat sektöründe basın danışmanlığı yaparak devam ettirdi. 2006 - 2013 yılları arası Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda görev yaptı. Fatma Berber ile kaleme aldığı Destek Yayınları'ndan Bir Pera Masalı isimli gezi kitabı ve Pink Floyd - Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı isimli biyografi kitabı; Ayrıntı Yayınları Düşbaş Kitapları'ndan Bir Porsiyon Sanat isimli kitapları bulunuyor. |